Hani anlatılır ya, Arşimet banyoda yıkanırken, banyo tasını su dolu kovaya fırlatır; tasın su üzerinde durduğunu görünce, birden aklına suyun kaldırma kuvveti gelir. Bir keşifte bulundum heyecanıyla çırılçıplak banyodan sokağa fırlar ve avazı çıktığı kadar “Buldum, buldum!” diye bağırmaya başlar. Başına toplanan ahali, “Neyi buldun be adam!” diyerek çıplak haline kıs kıs gülerlerken, bizim kâşif, sadece kendi buluşuna kilitlenmiş vaziyette, “Buldum, buldum!”ları tekrarlayıp durur. Tabii, ahali bu söylediği şeyi aklını kaybetmesine hamlederek, “Vah, vah! Yazık! Zavallı!” diyerek üzüntülerini dile getirirler. Zira bulunan şey malumdu ve en cahil insan da suyun kaldırma gücünden haberdardı... Önemli olan, o kuvveti tekniğe uygulamaktı...
Bir an düşündüm; Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Ahmet Akgündüz acaba WOW Otel’de, yanına aldığı Mehmet Kırkıncı ve Mehmet Fırıncı gibi güngörmüşlerle birlikte kamuoyuyla hangi buluşunu paylaşacak? Neyi “buldum!” diyecek... Olur ya, Johann Gregor Mendel de bir ilahiyatçıydı, ama aynı zamanda kâşifti. Bilindiği gibi Mendel, sekiz yılı aşkın bir süreyle laboratuvarına kapanmış, bezelyeler üzerinde araştırmalar yapmıştı; ama bezelyelerde boğulmamıştı; onlara takılıp kalmamıştı; bilim literatürüne “Mendel Yasaları” olarak bilinen kalıtım ve genetikle ilgili buluşa imza atmıştı. Peki, ya Ahmet Bey hangi buluşa imza atacaktı? Hangi buluşu Türkiye kamuoyuyla paylaşacaktı? Uzatmayalım, Akgündüz, “Said-i Nursî’nin seyyid olduğu” nu ilan edecekti. Bütün buluşu(!) bu... Bu buluşa alkış mı tutalım, yoksa “Eyvah, dağ fare doğurdu mu diyelim?” Siz ne derseniz deyin, ben tek cümleyle, “Evet, dağ fare doğurdu” diyeceğim...
Bu nükteli girizgâhtan sonra, gelelim Ahmet Akgündüz Bey’in söylediklerine:
Ahmet Bey, özetle şunları söylüyor: “Arşiv belgelerinin bize gösterdiği yol doğrultusunda, (“elhamdülillah” çekerek) Musul’daki arşivler, Bediüzzaman’ın baba tarafından Abdülkadir-i Geylanî’nin torunu Hz. Hasan’ın neslinden ve “şerif” olduğunu ortaya çıkardık... Annesi Nuriye Hanım’ın ise, Hz. Hasan’ın (ra) neslinden ve “seyyid” olduğu ortaya çıkmıştır. Bunu Osmanlı arşivindeki belgelerin tamamı desteklemektedir. Bediüzzaman Hz. Peygamber’in öz be öz torunudur. Kürtlük konusunu soracak olursanız; şu anda Siverek’te yaşayan öz be öz Kayı boyundan olan “Karakeçililer” ne kadar Kürt ise Bediüzzaman da o kadar Kürt’tür... Bir zamanlar ben sırf Bediüzzaman’ın eserlerini okudum diye Kürtçü ilan edildim... Bediüzzaman’ın, Hz. Resulüllah gibi bir şahsiyete dayanması(nı ispatlamakla), Onu; Kürtçü, bölücü, devlet ve ordu düşmanı şeklinde tasvir edenlerin duvarlarını yıkacağız.”
Evet, Akgündüz Hoca, Türkiye’de bulamadığı belgeyi Musul’da elde etmenin heyecanıyla –yere göğe sığmayacak bir coşku ve heyecanla– bunları söylerken, açık söylüyor; ancak aynı coşku ve heyecan izleyicilerinde yoktu; yüzlerinde bir neşe ve meserret okunmuyordu. Anlaşılan o ki, konuklar da –tıpkı benim gibi– tatmin olamamışlardı. Seçilen mekân, davet edilenler, zamanlama, sunum şekli, jest-mimikler ve konuşmanın muhtevası ihlâs, samimiyet ve iyi niyet kriterlerini aşmış ve taşmış olacak ki, yukarıda belirttiğim gibi, bu müsamere de fiyaskoyla sonuçlanmışa benziyor. Bir başka ifadeyle “Dağ fare doğurdu!”
Yıllarca Nurları okumuş, Nur medreselerinde diz çökmüş, Nurları dinlemiş ve Nurlardan dinletmiş birinin kendi mazisiyle, Nurların hedef ve gayesiyle; imanın esaslarıyla hiç münasebeti olmayan bir meseleyi imanın bir esasıymış gibi allandıra-ballandıra anlatması, bu mevzu üzerinden farklı alanları da hedeflemesi, mevcut konjonktürün nezaketiyle uyuşmayan ifadeler kullanması, umumî hissiyatı dillendirmek yerine sadece bildiğini ve hissettiğini okuması, açıkça gösteriyor ki, bu nev’-i şahsına münhasır buluşun ne toplumsal barışa bir katkısı, ne de insanımızın inancına hiç bir faydası olmayacaktır. Tam aksine, sinn-i kemale ermiş, dindar ve Nurcu bir akademisyenin, iyilik yapıyorum zannıyla muhataralı bir yola sülûk etmesini, hal-i hazır ve müstakbel için çok mehalik ve zararlarının olacağı kanısındayım. Çünkü bir âlimin soyunu-sopunu araştırmak ne onu, ne de bir başkasını ilgilendiren bir mevzu değildir (Kendi soyunu ve nereden geldiğini araştırabilir). Bu konu, o âlimin kendisini, ailesini ve tarihçesini ilgilendirir. Şayet nüfus kayıt defterlerinde soy ve şeceresi belirtiliyorsa da, bu dahi lüks bir otelde, basın ordusu karşısında, kafa dengi bir gurupla birlikte âleme neşredilmeyi gerektirmez; hususî dairede, hususî sitelerde ya da şahsa ait eserlerin birinde neşredilebilir. Reklam eder gibi, alâyiş ve nümayişli bir tanıtım seremonisi, farklı bir anlam ve muhtevayı çağrıştırmaktadır.
Akgündüz Bey, öncelikle Nurlara sadık davranmalıydı; kaynak ve referanslarını Nurlardan ahzetmeliydi. Yani esas olan, bizzat Bediüzzaman’ın kendi beyanlarydı; bir başkasının onun adına karar verme yetkisi yoktur. Karar mercii kendisi ve arkasında bıraktığı 6 bin sayfalık Nur Külliyatıdır. Mesela kocaman bir Tarihçe-i Hayat var; malum, onu yazanlar, Üstad’ı gören, hizmetinde bulunan Nur Talebelerinden bir heyettir. Bu heyet, neden böyle bir mevzuyu işleme ihtiyacı duymamıştır? Yani Bediüzzaman Seyyid ise, bu siyadetini neden Tarihçe’ye dâhil etmemişler? Seyyidlik, saklanmayı gerektiren bir unvan olmadığı halde –ve reddinde günah dahi mevzubahis iken– Bediüzzaman neden gizlesin ki! Mesela neden “Es-Seyyid Bediüzzaman Said-i Nursî” vb. bir unvan ya da imza kullanılmamıştır? Bizzat kendim, bu mevzuyu, Üstad’ın Nurs’taki akrabalarından müteaddit defalar sorduğum halde, aldığım cevaplar hep aynı olmuştur. Hiç biri, “Evet doğrudur; biz seyyidiz” demediler ve halen de demiyorlar. Sadece dedirtilmeye çalışılıyor. O halde, bu mevzu neden bu kadar deşiliyor ve devşirilmek istenilen netice nedir?
Devamı için
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.