Abdullah Demirbaş ve insanlara dair...
Bir yanda darbecilikle ilişkili Ergenekoncular içerden çıkamıyorlar diye Meclis’i boykot eden CHP; bir başka yanda varlık mücadelesi veren Kürtlerin bir temsilcisi, fikir ve ifade özgürlüğünü kullandığı için ceza yemiş olan Hatip Dicle’nin engellenmesini boykot eden BDP ve bir diğer yanda “ustalığını” Olympos Dağı’nın tepesinde “tanrıcılık” oynamakla karıştıran ve ayırım gözetmeden bütün boykotları boykot eden AKP...
Yemin edince mi milletvekili olunur, yoksa etmeden olunur mu üzerine saçma sapan kanunlar, yönetmelikler ve kurallar memleketinde yenme ve yenilme ikilemleri üzerine kurulu denklemler...
12 Eylül 2010 referandumuyla ve 12 Haziran seçimleriyle ve de bütün bu süre içinde “gerçekten yenilenme” için toplumdan gelen muhteşem destekle birlikte yeni bir anayasa yapabilmek için inanılmaz derecede olgunlaşmış bir toplumsal psikoloji oluşmuşken, sanki “görünmez bir el” ya da piyasadaki bütün aktörlerin içine sinmiş olan o “görünmez ve kabız el” yükselen umutları tekrar dibe çökertiyor.
Böyle zamanlarda kamuoyuna, gazetelerin 1. sayfalarına, televizyon haberlerinin en başına dizilen manşet ve haberlerin ötesine geçmek insana başka bir dünyanın, başka gerçekliklerin olduğunu gösteriyor. Bu başka dünyalar bir yandan “reel siyaset” dünyasının abuk sabukluğunu göstermesi ve anlamsızlaştırması bakımından iyileştirici bir etki yapıyor. Ama aynı anda bu başka dünyalar “gerçek insan” hikâyeleriyle dolu ve o hikâyelerde her türlü “acı” ve “umut” var.
Mesela Abdullah Demirbaş... Adeta tek başına bir dünya!
Demirbaş Diyarbakır Sur Belediye Başkanlığı’na 2004 yılında seçildikten sonra “tek tekçi” ve de sahte kurgularının boyaları sapır sapır dökülen bir Türkiye manzarasının yerine başka bir halin normal olduğunu anlattı bize. Çok dilliliği kimsenin engelleyemediği Türkiye’de 2007’de “çok dilli belediyeciliği” uygulamaya koydu.
Geçenlerde Demirbaş’ı Mesut Yeğen’le birlikte sunuş yaptıkları Helsinki Yurttaşlar Derneği’ndeki “Demokratik Özerklik” konulu panelde dinledim. Söz konusu belediyecilikten bahsederken, bugünkü sorunların kaynağı olan “ulus-devlet” ve “ulusal kimlik” mantığından çıkabilmek için aslında ne kadar çok yeni tecrübelere; taşlaşmış kurallar ülkesinde nasıl yeniyi yaratmak için “yanılsak bile denemelere” ihtiyacımız olduğunu anlattı.
İşte tek dilliler, “Tek dilden başka dil anlamam”, “Bizim başka tecrübeye ihtiyacımız yok” diyen zihniyet zabıtaları bu karar üzerine onu görevden almıştı. Bu arada “tek dilliliği” marifet gibi görenlerin çabalarına rağmen, hayatları “çok dilli” geçen insanlar onu 2009 yerel seçimlerinde yüzde 65 ile tekrar Sur Belediye Başkanlığına getirdi. Zihniyet zabıtası olması beklenen kertelerdeki “imalat hataları” olarak değerlendirilebilecek olan başka yargı organları ise onu beraat ettirdiler.
Ve KCK ile bağlantısı olduğu iddiasıyla Demirbaş da tutuklandı; dört ay boyunca içerde kaldı. Sonunda sağlık nedenleriyle tahliye edilmesine karar verildi.
Evet, çünkü Abdullah Demirbaş hasta... Sürekli olarak kan pıhtılaşması riski altında yaşayan, mesela son olarak, polislerin tasarruf etmeyi asla dert etmedikleri gaz bombalarına maruz kaldığı zaman, girdiği öksürük nöbetinin şiddetiyle neredeyse bütün vücuduna kan oturmasına neden olan tehlikeli bir hastalığa sahip. Ne zaman geleceği belli olmayan, herhangi bir küçük risk karşısında her an ölüm tehlikesi altında yaşayan bir insan Demirbaş...
Ve Abdullah Demirbaş’a bu hastalığıyla ilgili olarak gereken testleri yaptırabilmesi için yurtdışına çıkış izni verilmiyor...
Bu memlekette, birilerinin kafasındaki vatan fikrine göre “tehlikeli” ve “güvenilmez” olarak kabul edilen başka birçoklarının başına gelenler Demirbaş için de gündemde.
Yani Abdullah Demirbaş ölüm tehlikesiyle karşı karşıya...
Bir zamanlar Ruhi Su için olduğu gibi... Ruhi Su’yu bırakmadılar tedavisi için yurtdışına... Ve Ruhi Su, o “vatan” topraklarında hayatını kaybetti...
***
Bu arada, bir Kürt çocuğunun, “taş atan çocuk”, “TMK mağduru çocuk” tanımlarıyla kısacık olan özgeçmiş hikâyesi “gerilla” tanımıyla sona erdi. Özgeçmişine başka bir şey eklenemeyecek. Adı Mazlum Erenci’ydi... 19 yaşındaydı...
Gene bu arada, bir Türk genci, İslâmi inançları, ezber hayata itirazları ve kocaman vicdan dolu, sansürsüz kalbi nedeniyle o kutsallığı sorgulanamaz asker ocağında dayak yiyor, şiddete, işkenceye maruz kalıyor... Adı bende saklı... Çünkü biliyorum ki, o adın peşine düşüp psikopat ruhlarını tatmin etmeye devam etmekte sakınca görmeyecek çömez “devletçikler” bol miktarda var...
Bu insanların hiçbiri için hiçbir şey yapamazsınız belki... Ama bilin istedim... Çünkü o insanları en içimizde bir yerde düşünmek ve hissetmek başka bir boyuttan nefes almamızı sağlıyor...
Ferhat Kentel - Taraf
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.