Çocukluğumdan hatırlayabildiğim ilk anı, 1951-52 yılından. Sadece batan kocaman bir portakal gibi bir güneş. Ahşap bir konağın dördüncü katında oturuyormuşuz Beykoz’da.
Sonra hatırladığım Beykoz’dan Bakırköy’e otomobille gelişimiz yine ahşap bir konağa. İlk gün yer yatağında tavandaki nakışlara bakarak uyuduğumu hatırlıyorum. Herhalde 4-5 yaşındayım. Adnan Menderes ile ilk tanışmam da o yıllarda oldu. Şahsen değil karikatürler aracılığı ile. Çocuk dünyama Menderes koca burunlu karikatürleri ile hayli sempatik gelmişti. Dolayıyla bir başbakan benim için korkulan bir figür değildi. Demek o zamanlar siyasetçilerin karikatür kompleksi yokmuş. O yıllarda siyasetçileri ti’ye alan bir karikatür albümü bile vardı evde.
İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ı da severdim bir çocuk olarak, çünkü küçük boylu idi. Bir şarkı da çıkmıştı o zamanlar o sıralar. “Mini mini valimiz” diye.
1954 seçimleri Türkiye’de yeni bir kırılma noktası oldu. DP, ezici bir zafer kazandı CHP karşısında. DP liderleri ve parti alt yöneticileri iyice havaya girdi ve ilk dönemdeki popülist tavırlarını yitirmeye başladılar.
Tek Parti rejiminin İstanbul’dan sürdüğü babam, 1950 seçimlerinden sonra yeniden İstanbul’a gelmişti. Ve 1954 sonrasında yeniden sürüldü İstanbul dışına egosu büyüyen DP yöneticileri ile çatıştığı için.
Oysa ilk dönemde “halk insanı” imgesi veren DP’lileri “kasketliler” çok sevmişti. Köylü ve işçi kasketliler... Köylüler Jandarma dayağından kurtulmuştu. Ekonominin gelişmesi ile birlikte kentlerde iş olanakları artmaya başlamıştı. Babamın öğretmenlik döneminden tanıdığı Mesudiye’liler, Geyran’lılar Bakırköy’deki evimizin kapısını çalmaya başlamışlardı, ayaklarındaki cizlavet lastikleri ile. Babam da onlara iş bulmada yardımcı olmaya.
Tek Parti rejimi içinde, sistemin “B” partisi olarak yükselen ana muhalefet partisi DP, sol ile başlattığı utangaç diyaloğu, 1954 aralığında, CHP’nin Tan Gazetesi’ni ve diğer sol yayın organlarını “milliyetçi gençliğe” bastırmasından sonra kesmişti.
CHP’nin iktidardan düşmeden önce, 1945-1950 yılları arasında yaptığı kötülüklerden biri de, “solkırım” oldu. 1945 sonrasında tutuklamalar, parti, sendika kapatmalar, gazete baskınları, sol basına yönelik hapis cezaları birbirini izledi. CHP içinde de, köy enstitülerini başlatan ve dünya klasiklerinin çevirisi ile bir çeşit rönesans yaratan hümanist ekip tasfiye edildi. Bunu üniversitelerdeki sol eğilimli akademisyenlerin tasfiyesi izledi.
Benim doğduğum 1948 yılında Sabahattin Ali’nin kaybedilmesi, daha sonra yargısız infaza kurban gittiğinin anlaşılması, aydınlar arasında “bir korku cumhuriyeti” hissiyatının gelişmesine neden olmuştu. İttihat Terakki döneminden ve 1920’li yıllardan beri ilk kez bir yargısız infaz olayı yaşanıyordu.
1950 Mayıs’ında İsmet Paşa seçim öncesi son mitingini İstanbul’da yaptığında, İstanbul Valisi Gökay, Taksim’de toplanan yüzbine yakın insanı göstererek, “İşte İstanbul Paşam” diyecekti. Ama iki gün sonra İstanbul’lular Tek Parti rejimini alaşağı edeceklerdi. Bunlar arasında, çaresizlikten “yetmez ama evet” diyen sosyalistler de vardı.
Kasketli yığınlar DP liderlerini lüks arabalar yerine bindikleri jipler içinde görüp onları coşkuyla karşılıyorlardı.
Ancak 1954 seçimlerinden sonra bir şeyler ters gitmeye başladı.
DP, çoğunluk sisteminden dolayı İstanbul’un bütün milletvekillerini almıştı. Kilit rol oynadıkları için listesinde, Ermeni, Rum ve Yahudi adaylara da yer vermişti. Bu arada sol kökenli birkaç aday da DP listesinden seçilmişti.
Söylem olarak “demokrasi” mücahidi olan DP, sosyalistleri 1950 öncesi baskılarda yalnız bırakmıştı. İktidar olduktan sonra ise ilk darbeyi sosyalistlere indirecekti. 1951 yılında TC. tarihinin en büyük komünist tevkifatı yapıldı. TCK 141-142. Maddeler ağırlaştırılarak, ölüm cezası da getirildi. Sol bu ağır darbelerin etkisini ancak 60’lı yılların ortasında atlatabilecekti.
DP, İnönü’nün yolundan giderek ABD müdahalelerine destek verdi, Kore savaşına katıldı. Barış derneği kapatıldı.
1955 yılında ise iki önemli kopuş yaşandı.
1. Kopuş, liberal aydınların DP içindeki otoriterleşmeyi protesto ederek, yeni bir anayasa talebi ile partiden ayrılmaları olacaktı. DP’den ayrılanlar ileride Hürriyet Partisi’ni oluşturacaktı. Bunlar arasında, ileride İHD kurucularından olacak olan, (1986) Emil Galip Sandalcı da vardı. Bu grup 1957 erken seçimleri öncesinde, seçim sistemi şans vermediği için CHP’ye katılmak zorunda kalacaklardı. Dolayısıyla DP, reformistliği CHP’ye kaptıracak ve onun kendini yenilemesine olanak sağlayacaklardı.
2. Kopuş ise 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olayları oldu. DP’ye oy veren azınlıklara bir pogrom ile teşekkür edilmiş oldu (!).
1950’de “demokrasi şampiyonu” olan DP, İslami kesimin oylarını da toplamayı başarmıştı. Ancak “sol” ile olan gibi, “İslami kesim” ile olan kapuş da erken yaşandı. 1951 yılında DP, bazı marjinal grupların eylemlerini bahane ederek bir “Atatürk’ü koruma yasası çıkardı. Aslında İnönü döneminde “Atatürk kültü” oldukça gerilemişti. CHP’ye karşı DP “Atatükçülük” bayrağını yükseltti. 1953 yılında Atatürk’ün naaşı, milyonları yeniden ağlatarak, görkemli bir törenle Anıtkabir’e taşındı. Adeta 1938 yılındaki cenaze töreninin tekrarı yapıldı. Kemalizm, “Atatürkçülük” etiketi altında yeniden canlandırıldı. CHP ise bunun rövanşını 1960 darbesi ile bir çeşit “sol” Kemalizm icat ederek aldı.
DP’nin son kopuşu ise Kürtlerle yaşandı. Tek Parti diktasının canlı anıları nedeniyle, Kürtlerin önemli bölümü DP’yi destekledi.
1950 sonrasında DP’nin General Mustafa Muğlalı’yı Kürt kıyımından dolayı yargılaması ve mahkûm etmesi, Kürtlerin gönlünü kazanmasına neden olmuştu. Öte yandan DP, Dersim sürgünlerinin yurtlarına dönmesine de izin vermişti.
Ancak 1958 Irak Devrimi’nden sonra, Güney Kürtlerinin bazı haklar kazanması Ankara’yı çok rahatsız etmişti. Dersim kıyımının baş aktörlerinden bir olan Celal Bayar, 1950’lerde yükselen yeni genç aydın Kürt kuşağını hedef aldı. Ünlü 59’lar tutuklaması yaşandı.
1955 İstanbul pogromundan dolayı sosyalistlerin asılmasını isteyen Celal Bayar, bu kez Kürt gençlerinin asılmasından söz ediyordu. Çok daha geniş bir tutuklanma yapılmasını istemişti. Onun başlattığı Kürt aydınlarına yönelik baskıları, 27 Mayıs Cuntası ve one izleyen CHP-AP koalisyonu da sürdürecekti.
Aslında Adnan Menderes-Celal Bayar ikilisi hayli problemliydi. Menderes liberal eğilimleri ile Bayar’ın otoriterliği arasında bir gelgit yaşıyordu.
CHP’nin provokatif muhalefeti de Bayar’ın otoriter eğilimlerine gerekçe bulmasına neden oluyordu.
Güçlü bir iktidar olmasına karşın, DP gerçek bir demokratikleşmeyi istemedi. Kolay iktidar olma avantajını kullandı. Bu da onun sonunu getirdi.
Bayar 1960 yılında öncelikle gençlik kesiminde yükselen muhalif dalgaya karşı yine “tedip” ve “tenkil” den bahsedebiliyordu. Ve Menderes’in erken seçime gitme isteğini engelleyerek, darbenin önünü açtı.
AKP de 2011 seçimlerinde, DP’nin 1951 seçimlerinde kazandığı başarıya benzer bir zafer kazandı. Ama bu zaferle birlikte ülke yeniden kırılma noktasına geldi.
Sosyalistler karşısındaki tahammülsüzlük son birkaç yıldır arttı.
Kürtler yeniden büyük bir baskı kampanyası ile yüz yüze kaldı.
Liberallerle bir kopuş yaşamıyor (1954 gibi).
Basına yönelik davalar arttı, hapisteki gazetecilerin sayısı da...
1940’ların ikinci yarısında, 50’lerin ikinci yarısında benzer gelişmeleri yaşadık, sistem daha da otoriterleşti, “polis devleti” olma özelliği öne çıktı.
Ne yazık ki şu günlerde, “ustalık” döneminde olmaması gereken şeyler yaşanıyor. Bütün bunlar bir siyasi iktidarın aşınıp, eskidiğinin göstergeleridir.
Bayar/Menderes ilişki ve çelişkisi bugün farklı bir boyutta yaşanıyor. Sonuçta bir eğilim diğerine teslim oluyor.
1990’ların başında da demokratik reformlar bekleniyordu. Sonuç felaket oldu.
Ne yazık ki, 2000’li yılların ikinci yarısında da reform yerine, daha ağır yasaklar ikame edildi.
Reform olanağı gibi, yeni, demokratik, katılımcı bir Anayasa olanağı da ziyan edildi, ediyor.
Ve yeni bir kırılma noktasındayız.
Biz bu filmi görmüştük. Haydi hayırlısı!
"De ja vu"
Kandıra 2 Nolu F Tipi Cezaevi
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.