Akgündüz’ün metin kullanımı literatür bilgisi üzerine örnek vereceğim. Farkında olduğunuz gibi, Akgündüz’ün ileri sürdüğü metinleri karşılaştırmalı okumak zaman alıyor, ayrıca, verileri ilgisiz, alakasız, bağlam kopukluğu, metne ideolojisini sık sık ilave ederek algı oluşturma dikkatinizi çekmiştir. Söylemeye gerek yok, bu yol pratikte kime hizmet ettiği bilinmez değil. İlgili metinde karmaşık bağlantıları ortaya çıkarmak için kollarımızı sıvadık. Anlıyorum herkese baygınlık veren metinler yığınla, bu nedenle Akgündüz’ün metinlerindeki uyduruk ve bilgiçlik tripleri ile dolu örneklerden sadece bir tane vereceğim.
Bu metin Saîdê Kurdî’nin Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, sayı:6 sayfa:44’te yayınlanan “İfade-i Meram” makalesinin, Akgündüz’ün de neşrettiği aynı makalenin “metin içi ve metinin disiplini’nin” kısa bir tahkikidir. Akgündüz; “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve ilmi Şahsiyeti”eseri serisinin “Birinci Serisinde” neşrettiği metne gidelim; Sayfa: 458 ( makaledeki sayfa numaraları, Akgündüz’ün metnine aittir.)
“5.3 Bediüzzaman’ın Yayınladığı İlk Makale: 24 Mayıs 1908
Bedîüzzaman’ın hürriyet ve Meşrûtiyet ile alakalı İslâmi fikirlerini ilk açıkladığı maKal’ası, kendi ifadesiyle “bu cevaplarım gençtir, yaşlıdır, yabanidir, medenidir, sınırsız hürdür, sınırlı hürdür, yaşı dahi Hürriyet’ten iki ay daha yaşlıdır. Çünkü doğduğu zamanki Tercüman-ı Efkâr gazetesindeki”128 (dip not) yazısıdır. Ancak henüz biz bu yazıya ulaşamadık. Zaten muhtemeldir ki, Bedîüzzaman MaKal’asını Mayıs ayında vermesine rağmen neşir olayı daha sonra gerçekleşmiştir yahut birinci sayıda neşredilmiştir. Elimizde nüshası bulunmamaktadır.”
Dip not: 128 Kürd Te’avün ve Terakki Gazetesi, 17 Zilhicce 1326 Hicrî – 2 Ocak 1909.
“Bu cevap gençtir, ihtiyardır. Bedevîdir, medenîdir. Hurr-ü mutlakdır, hurr-ü mukayyeddir. Yaşı dahi Hürriyet’ten iki mah daha yaşlıdır. Güya altı ay zarfında elli sene, belki daha çok tayy-i zaman ederek yaşamış. Zîrâ veladeti vaktinde tercüman-ı efkâr olan gazeteyi, şimdi bir gazete ile muvazene olsa, mabeynlerinden asırlar geçmiş zan olunacak. Hem de bedevilikteki hürriyyet-i mutlakanın ve medeniyetteki hürriyyet-i mahdudenin izdivacından tevellüd etmiş.”
Akgündüz metnin sayfanın ilk paragrafından başlayarak metin ile ilgili kurguların tamamı yanlıştır. Nasıl mı? Öncelikle o günkü tarihi bir olaya nazar edelim. Şöyle ki:
Saîdê Kurdî 1907’nin sonlarında İstanbul’a gelir. O aylarda Japonlar İstanbul’a gelmiş; İslamiyet’i araştırıyorlar. Saîdê Kurdî’de Japonlara verdiği cevapları daha sonra Mayıs 1908’de kaleme alıyor. Cevapların ilmi ve bilimsel bir değer sahip oluşu nedeniyle bu cevapları gazetede meccanen yayınlamak istiyor. Ve bu ilmi ve bilimsel diyalogu en nihayetinde kamuoyuna bağışlıyorum, diyor.
Fakat bu sual ve cevapları yayınlamadan önce “İlmiye” isminde bilimsel bir makale ile bir giriş yazısı kaleme alıyor. Bu yazının bir başlığı da “ifade-i Meram’dır.” Bu makale neşredilecek olan ilmi tefrikanın bir girişidir. (Bkz: 497. sayfaya.)
Bir giriş olan İlmiye “İfade-i Meram” başlıklı bu makalesini Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yayınlayabiliyor. Girişten sonra yazının devamı var, diyor. Fakat Japonlara verdiği o sual ve cevaplar yayınlanmamıştır. Ama daha sonra bunların bir kısmını Muhakemat kitabı içinde neşredilmiştir. Bu cevapların bir kısmı da daha sonra 5. Şua oluyor. (Risale-i Nurda Japonlara verilen bu cevaplarla ilgili izahlara bakılabilir.)
İşte Prof. Dr. Sayın Ahmed Akgündüz, metin için disiplinden, Risale-i Nur metni bütünlüğünden bihaber olması, makaleyi ve makale ile ilgili Saîdê Kurdî’nin anlatımlarını da anlamak ve yorumlamaktan uzak olduğunun en açık delilidir. Metnin siyak-sibak’ın dan, metin için disiplin, anlam ve bütünlükten ve bunu yansıtmaktan ve yorumlamaktan o kadar uzak ki; sayın Akgündüz, bir dizi yanlışlar peş peşe sıralamış. Nasıl mı? Şöyle ki:
Bir: Saîdê Kurdî 1908’de yani Hürriyet ilanından önce hiçbir yazı yayınlamamıştır; yayınlama imkânı da yoktu. Makale ile ilgili tanıtımda Hürriyetten iki ay daha yaşlıdır, denilen tarih, ya Japonlara verilen cevabın tarihidir veya yazının kaleme alınma tarihidir. Yani yayın tarihi değildir.
İki: Akgündüz; bu İlmiye yazısının Dördüncü Maddesinde geçen izahatı sanki makalenin başında verilen bir izahat imiş gibi göstermiştir. Sayfa 458’de bu izahatın kaynağında bunu tarihini, 2 Ocak 1909 olarak göstermiştir. Sayfa 497’de ise aynı yazının neşir tarihi 9. 1. 1908 olarak verilmiştir. Yani yazı hiç anlaşılmadan veriliyor, kaynak olarak iki farklı tarih gösteriliyor. Akgündüz’ün metni çelişkiler o kadar yığınla ki nerden başlayacağımı bilemiyorum.
Üç: Makale, Japonlara verilen cevaplarla ilgilidir. Hürriyet ve meşrutiyet ile alakalı ilgili bir metin değildir. Fakat Akgündüz konuyu bilmediğinden midir? Alışkanlık haline getirdiği dezerfarmasyonmudur? Metni; Hürriyetin ve Meşrutiyet hakkındaki İslami fikirleri ile ilgili ilkyazıdır, diye verilmiştir. Bilemedim ama metin feryat ediyor,
Dört: metnin içinde bu cevap dendiği halde, neye cevap olduğu anlaşılmamıştır. Dolayısıyla Akgündünz metni Hürriyet ve Meşrutiyet ile ilgili müstakil bir makale sanmış.
Beş: Japonlara verdiğim bu cevap altı ay öncesine ait bir yazı olmasına rağmen elli sene belki daha çok bir ömür (tayy-ı zaman ederek) yaşamıştır. Nitekim çıkarıldığı gündeki bir gazete ki gazete fikirlerin tercümanıdır. (Hürriyetten sonra çıkan) şimdiki bir gazete ile kıyas yapılsa (aynı isimdeki ve aynı kadro olduğu halde) aralarında asırlar geçmiş zannedilir.
Akgündüz, metnin, önemli bir parçası olan kısmı şöyle çevirmiş:
“Hürriyetten iki ay daha yaşlıdır. Çünkü doğduğu zamanki Tercüman-ı Efkâr gazetesindeki yazısıdır.”
Kısaca: Hem Tercüman-ı Efkâr gazetesinde yayınlamıştır, demek bir hata. Aynı sayfada Kürt Teavün ve Terakkinin kaynak gösterilmesi ikinci hata. Neşir tarihi, 20 Ocak 1909 ve 9 Ocak 1908 olarak çelişkili vermek üçüncü hata. Gazetelerin bir niteliği olan tercüman-ı efkâr (kamuoyunun aynası) kelimesini özel bir isim imiş gibi ve büyük harf ile çevirmek dördüncü hata. Ve aynı cümlenin dipnotunda (155. dipnot) cümledeki tarih ile çelişen, 9. 9. 1908 tarihinin verilişinde Kanun-ı Evvel (Ocak) deniliyor. Hâlbuki bu isim, 9. ay değildir. Bu da beşinci hata.
Altı: Akgündüz bütün bu noktaları bilmediği, göstermek istemediği, karattığı, sildiği, bağlamdan kopardığı en nihayetinde üstünü örtüğü metni, yazı Mayıs ayında verildiği halde daha sonra neşredilmiştir, fakat elimizde nüshası yoktur, demekle, belgeyi kasıtlı ve bilinçli olarak kullanmıyor. Akgündüz’ün Kürt ve Kurdistan ıstırabını anlamıyor değiliz. Ama metnin bu kadar avamileştirilmesi için özel bir çaba gerektiği de çok açık.
Yedi: Söz konusu bu yazı, sayfa 458’de Hürriyet ve Meşrutiyet ile ilgilidir, denildi. Sayfa 495’de ise bu yazı, ilim adamlarına yapıcı tenkidler ve tavsiyelerdir, diye gösterilmiştir. Hâlbuki yazıda hiçbir tenkit ve tavsiye yoktur.
Sekiz: Bu yazı ile ilgili sayfa 498 ve 499’da yine tercüman-ı efkâr kelimesi özel isim ve büyük harf ile yazılmıştır. Konu ile ilgili olmayan bu isimde bir dergi tespit edilmiş; fakat nüshaları hiç bulunmamıştır, diye başka yerde izahat verilmiştir. (Sayfa 424)
Dokuz: sayfa 498’de “Wellezi nazareh’ün-nekkade edakku min..” şeklinde başlayan Arabi ibarede iki kelime eksiktir. Çünkü metnin asıl yeri olan diğer neşriyatlarda da eksiktir. Bu ise bize, Akgündüzün metnin tahkik karşılaştırma yapmadığı gibi, bir elin en çabuk ulaşabileceği olan copy-paste yönetemi seçmiş.
İbarenin şekli şöyledir:“Wellezi baasehu bil-hakkı; inne nazarahün-nekkade edakku min…”
Muhakemat, Japonlara Cevap olan 3. Unsura bakılsa bunun böyle olduğu görülür. Zaten az çok gramer bilenler, cümlenin eksik olduğunu görür. Tabii Akgündüz bize rica etseydi hayrımıza yapardık, sevaptır.
On: sayfa 497.498.499’de konu ile ilgili olan bu İfade-i Meram veya İlmiye başlıklı yazıda görüldüğü gibi; belgeler ışığında 35 yıllık hayatının neredeyse yarısını verdiği bu kitap, Akgündüz, Saîdê Kurdî’nin hiçbir makale ve nutkunun paragrafını doğru ve tam aktaramamış: Halbuki kitabın ilanında; “yüzde kırkını Nutuk ve Makalelerin tahliline ayırdım”, deniliyor. Yani uzmanlık alanını çerçevesini de altını çiziyor, bence insan bir şeyi doğru okumak ve anlamak için oturup bir şeyler bilmesi gerekiyordu.
İşte kıyas yapmak için, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesinde sayı:6 sayfa:44’te yayınlanan bu makalenin metnini ve sonrasında Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün çevirisini veriyoruz. Sayfa 497-498
İlmiye
İfade-i Meram
Şimdiki Şark’ta medeniyetin müessisi ve bize bir ders-i ibret vermiş olan Japonların, medeniyet-i cismaniyelerine hayat vermek için taharri-i din ederek, bazı sualler sormuşlar idi. Ve ben de kendim gibi bir cevap vermiş idim. Ben bu cevabın kuvvetini tecrübe için ki, bu mazi ve müstakbel ortasında açılan büyük selli dere ve uçurum üzerinden atlayacak mı, yoksa sair zaif ve kuvvetsiz ve hakikatsiz ve ihtiyarlanmış olan âdât ve efkâr gibi mazi tarafında mı kalacak; bilmek için bu cevabı şimdi efkâr-ı umumîye peşkeş ve hediye ediyorum.. Ve rağbet-i umumiyeyi celb ile bizim gibi nevresîdenin sa’yine neşat vermek için bir hizmet niyetindeyim. Şu bintü’l-fikr ve zâde-i tabiat ve semere-i fuad, şimdiki daire-i vasia-yı hürriyetle mütenasib geniş ve haşmetli efkâr-ı umumiyenin rağbetine yakışacak üslub cihetiyle bir şey değilse de, lâkin dört cihetle antika olduğundan ve antikalık gulûvv-ü kıymetin yerini tutmakla itibar-ı umumiyenin rağbete istihkakı ümid ediyorum.
Birinci antikalık ciheti: Dağ meyvesidir. Zira Kürdistan dağlarında şu zamanda sudur eden sözler kurûn-u ûlâ sözlerini andırıyor. Güya biz, kurûn-u ûlâdan bu tarafa hareket etmemişiz. Çünkü hürriyet-i mutlakalarımızı şimdiye kadar olan medeniyet-i zelilâne ve nâmeşru ve sefihâneye feda etmek reva görmedik.
İkincisi: Tabiiliktir. Yani benim tabiatıma muvafıktır. Zira benim gibi bir bedevinin fikri fıtrat-ı asliyeye daha yakın olduğundan, muhakemesi de tabii ve hadisü’l-aheddir. Sun’î ne kadar mükemmel olursa, tabiî yerini tutmaz. Hem de kelâm, tabiî gibi olduğundan, mütekellimin mizac-ı hissiyatını andırır. Ve okunduğu vakit, madeni benim gibi bir Kürd olduğunu nazar-ı hayale karşı tecessüm ettirir. Ve zihinde maneviyatın resmini doğru nakşeder.
Üçüncüsü: Üslub-u garibimdir ki; sürat ve kesret ve ülfet ile sathilenen ezhânı dikkate imale eder. Zira garib olan ahlâk ve hissiyatımla mütenasib olan elbisem, maaniler dahi istihsan ederek, elbisem gibi bir üslûb-u beyanı giydirmek, benden istediler. Ben de hatırlarını kırmadım, amma alaturka terziliği iyi bilmiyorum.
Dördüncüsü: Bu cevap gençtir, ihtiyardır; bedevîdir, medenîdir; hürr-ü mutlaktır, hürr-ü mukayyeddir; yaşı dahi hürriyetten iki mah daha yaşlıdır. Güya altı ay zarfında elli sene, belki daha çok tayy-ı zaman ederek yaşamış. Zira velâdeti vaktinde tercüman-ı efkâr olan gazete şimdi bir gazete ile muvazene olsa, mabeynlerinden asırlar geçmiş zannolunacak. Hem de bedavetteki hürriyet-i mutlakanın ve medeniyetteki hürriyet-i mahdudenin izdivacından tevellüd etmiş, güya dîk-i arş, marifet-i Sâni’den tarik-i ilham ile sadasını işitmiş bir dîkü’s-sabah gibi bu inkılâb-ı azîmin sabah-ı infilâkına ezhan-ı nâimeyi sıyahıyla ikaz ediyordu. Bu cevabın mebdei ve meadi, yani mevzu ve gayetin celâleti ve sâilin ehemmiyeti, sair kusurları setredeceğini ümid ediyorum.
Bintü’l-fikrin cihazı, üslûb-u garibdir ve mihr-i muacceli de dikkattir. Ve hem de birinci tecrübe, birinci inşa, birinci telif olduğundan noksanı ve iğlâkı tabiidir. Hem de uzun cümlelerle söylemişim. Ta ki hakikatin sureti parçalanmasın ve hakikatin etrafında daire çekmekle mahsur bırakmaktır. Eğri tutmadım, elinize vermedim. Siz dikkatinizle tutunuz. Zaman-ı salifte şuara divanlarından hüsnünü, birçok ulema dibace-i teliflerinden, “Hulefâ-iRâşidîn’in mesleğinden olmayan” bir şahs-ı hâkime mehasin-i milleti gasben ona vermek ve ondan neşet ettiği gibi ıtraîmedihle istibdada kuvvet vermişlerdi. Ve mesavi-i istibdadı dahi nâ-kabil-i def’ gördüklerinden, zaman ve feleği hedef ederek şikâyat ve itirazatın okları daima manası tesiriyle malum ve lafzı meçhul olan istibdada atarlardı.. Meşrutiyet-i şer’iye altında olan adalet-i mahz, ancak Eflâtun-u ilâhî’nin mehasin-i hakikiye-i medeniyetin misal-i müşahhası göstermek istediği medine-i fâzılasında ihtimal verebilirlerdi. Ben isem, o def’i muhal gördükleri istibdadı yıkmakla ve muhal-i âdi gördükleri medine-i fâzılanın esasını atmakla meşgul olan bir ehl-i asrın efradı olduğumdan, o âdete muhalefet ettim.
Birinci suali maal-cevap icmalen müddea gibi vaz’ ediyorum. Sonraki tafsilât o müddeayı müntic (kadaya kıyasüha maaha) gibidir. Şöyle ki:
Demişler:“Vücud-u Sâni’a delil-i vazıh nedir?
Cevap: Delil-i nuranî ve hayat-ı ateşîn ve âlemin aynı olan Muhammed (a.s.m.); ve kalb-i hidayetin lisanı ki Muhammed (a.s.m.)’in lisanıdır.
Meali: Nur-efşan nazarına karşı hayal, hakikati setredemez. Hak olan mesleği tesvilâta, tedlisata muhtaç değildir.
Bu kelâm iki fırka-i dâllenin reddine işarettir. Şimdi bede’ edeceğim cevaba (Mâba’dı var.) Said-i Kürdî
Şimdi Ahmed Akgündüz’ün transkripsiyonunu verelim:
Şimdiki Doğu’da medeniyetin kurucusu ve bize bir ibret dersi vermiş olan Japonların dünyevî medeniyetine hayat vermek için, dinî araştırma yaparak bazı sorular sormuşlardı ve ben de kendim gibi bir cevap vermiştim. Benim cevaplarım garip ve fikirlerim dört yönüyle antika olduğundan dikkat çekeceğini ümit ediyorum.
Birinci antikalık yönü, dağ meyvesidir. Çünkü Kürdistan dağlarında şu zamanda çıkan sözler, ilkçağların sözlerini andırıyor. Çünkü sınırsız hürriyetimizi, aşağılayıcı olan, meşru olmayan ve sefâhet getiren şimdiye kadarki hürriyete feda etmeyi uygun görmedik.
İkincisi tâbiiliktir, yani benim fıtratıma uygundur. Çünkü benim gibi bir yabaninin fikri asıl yaratılışa daha yakın olduğundan, bir hükme varmak için incelenmesi de tâbii ve yenidir. Sun’î olsun ne kadar mükemmel olursa olsun, tâbii olanın yerini tutmaz.
Üçüncüsü garip üslubudur; zira ben alaturka terziliği iyi bilmiyorum.
Dördüncüsü bu cevaplarım gençtir, yaşlıdır, yabanidir, medenidir, sınırsız hürdür, sınırlı hürdür, yaşı dahi Hürriyetten iki ay daha yaşlıdır. Çünkü doğduğu zamanki Tercüman-ı Efkar156 ( dipnot: Tercüman-ı Efkâr, 1908 yılında yayınlanmış bir dergidir. Stanford University Library, Hoover Library.) gazetesi, şimdi bir gazete ile karşılaştırılsa, aralarında yüzyıllar geçmiş sanılacak.
Birinci soruyu cevaplamakla birlikte özet olarak tez gibi ortaya koyuyorum. Sonraki detaylar, o teze yol açan kıyasları da kendileriyle birlikte olan kaziyeler gibidir. Şöyle ki: “Yaratıcının varlığına açık delil nedir?” demişler. Cevap:“Nurani bürhan ve âlemin gözü olan Muhammed (as) ve doğru yolun kalbi olan dili ki Muhammed(as)in dilidir.”
Maalesef makale asıl konulara girmeden bitmektedir ve bunun devamının nerede yayınladığını tam olarak bilmiyoruz. Fakat aynı gazetenin aynı sayısında yani Bediüzzaman Hazretleri Kürd Te’avün ve Terakki Gazetesi’nin 27. K.Evvel 1324/ 9. 1. 1908 tarihli157 sayısındaki makalesinde ise meseleyi şöyle bağlamaktadır ve mesele âlimlerle alakalıdır:
Ahmet Akgüdüz’ün metnini okudunuz, Fakat Nutk-u Sabıkın Neticesi denilen bu yazı, İlmiye ve İfade-i Meram yazısının devamı değildir. Saîdê Kurdî’nin mebuslara hitaben söylediği ve iki parça olarak yayınladığı yazının neticesidir. Bu son yazıda Saîdê Kurdî, ulemayı uyarıyor, sizde artık istibdad yapmayın, Kur’an’ın ruhuna uygun çağdaş bir anayasanın yapılması için mebuslara yardımcı olun, işi kolaylaştırın zorlaştırmayın mealinde tavsiyelerde bulunuyor. Ayrıca burada ulemadan söz edildi, diye bu yazı âlimlere hitap ediyor, demenin bir özelliği yoktur. Çünkü Üstadın nutuk ve makalelerinin tamamı, zaten birinci derecede ulemaya hitaptır.
Akgündüz bu İlmiye “İfade-i Meram” ve Nutk-u Sabıkın Neticesi yazılarını birbirinin devamı görmesi ve diğer makalelerin muhtevasını yanlış özetlemesi, onun bu iki yazıyı ve bunun öncesinde olan Mebuslara Hitap ismindeki iki yazıyı anlamadığını bilgiçlik taslayarak ilmi bir eda ile alakasız gereksiz bağlam kopukluğu da oluşturarak metni okuyucusuna serpiştirmiş.
Ayrıca sayfa 499’un 157. dipnotunda, Meşrutiyet, Medeniyet, Hürriyet gibi konularla ilgili Nutk-u Sabıkın Neticesi diye bir yazı konulmuştur. Ve sanki bu yazı, bahsi geçen Japonlarla ilgili yazının ifade-i meramının neticesi imiş gibi gösterilmiştir. Hâlbuki bu Nutk-u Sabık Neticesi yazısı, Saîdê Kurdî’nin bundan önce Mebuslara hitaben söylediği ve iki bölüm olarak yayınlanan yazının neticesidir. Konu ve metin bütünlüğü ile beraber, yayınlanma tarihleri de bunu gösteriyor.
Nutk-u Sabıkın Neticesi yazısının asıl konusu, Hürriyet, Medeniyet ve hukuk olduğu için en sonunda dolaylı olarak, âlimlere hitap eden “Sizler de Meşrutiyetçi olun, müstebid olmayın” paragrafı ile bittiğinden; ilgisiz olarak, Saîdê Kurdî’nin üslubu ile ilgili yazdığı o İfade-i Meram için “Bu yazı âlimlerle alakalıdır” deyip güya bir şerh yapılmış gibi gösterilmiştir.. İki yazının birbirinden ayrı olduğu, bilinmemiştir.
Bu durum gerçekten önemli bir sorundur, eser serisinin tamamında durum aynen budur. İnsanın bir konuyu yanlış okuması başka, bağlam koparması başka, ilgisiz metinleri konu ile ilişkilendirmek başka, ilişkili metinleri de balgamından koparmak başkadır. Bütün bunlar külliyet kesb edince, Tahrifata da neden oluyor, ( eserinde Kürt ve Kurdistan kelimelerde dair yaptığı Tahrifatlar ayrı bir konu). metnin bağlamından koparılması halinde bilimsel faaliyetler bütünüyle irtibatsız bir şekilde okunursa olacağı Ahmet Akgündüz’dür. Mesele aynen budur. Hata vahim ve bu ne ilk yeldir, ne de son yel.
Hüseyin Siyabend Ayetemür
huseynsiyabend@gmail.com
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.