“Dindar insanların ortamında oturun, Başbakan’ın tutumundan çok rahatsız olduklarını görürsünüz. Bu tavrın kabul edilemez olduğunu herkes söyler. Ama bunu bir gazeteci olarak size söylemezler.”
“Hz. Peygamber, “En değerli cihat, zalim sultana karşı hakkı söylemektir” diye buyuruyor. Otoriteye karşı hakkı söylemek teşvik ediliyor. Müslümanlık bir adalet çağrısıdır! Peygamber Uludere’de susmazdı.”
“Başbakan ve hükümet sürekli zikzak çiziyor. Uludere konusunda kutsal devlet anlayışı ve milliyetçilik öne çıkıyor. Bunun İslami açıdan savunulabilir bir yanı yok. Uludere’de susmak Müslüman kimliğini zedeler.”
***
NEDEN RIDVAN KAYA
Uludere katliamından sonra Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın sözleri, sorumluların bulunmaması Müslüman camiayı ikiye böldü. Bir kısım dindarlar sessiz kalırken, bir kısım dindarlar da haksızlığa karşı sesini yükseltti. Doğal olarak bunun sonucunda da Türk Müslümanlarda bulunan milliyetçilik damarı tartışmaya açıldı. Zulüm ve Müslümanlık konuları gündeme taşındı. Biz de İslami camianın önde gelen isimlerinden Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ile konuştuk. Müslümanlıkla milliyetçiliği, Müslüman’ın milliyetçi olup olamayacağını, Türkiye’de kaç türlü Müslüman dindar olduğunu, zulümle din arasındaki ilişkiyi ve Müslümanların Başbakan’ın söylemleri karşısında neler hissettiklerini, dindarların bir kısmının Uludere katliamının karşısında neden sustuklarını, Uludere’nin aynısı askerî vesayet döneminde yaşansaydı ve ordu 34 muhafazakârı öldürseydi gene susup susmayacaklarını, Başbakan’ın neden yapması gerekeni yapmadığını, sorumluları bulmak için neden acele etmediğini, Uludere’nin hemen arkasından Genelkurmay Başkanı’na teşekkür etmesinin Müslüman dindarlarda nasıl bir duygu yarattığını, iktidarın son zamanlardaki milliyetçi tutumundan rahatsız olup olmadıklarını, Türkiye’de İslamcı kesimin milliyetçilikten kurtulup kurtulamayacağını sorduk. Boğaziçi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi bölümünü bitiren Rıdvan Kaya 1991’den beri Haksöz Dergisi’nde yazarlık yapıyor.
***
NEŞE DÜZEL: Uludere katliamından sonra yaşananlar, dindar aydınlarımızın bir bölümünün vicdanını yaraladı. Onlar, bu yaşananlara karşı çıktılar ama, dindarların bir kısmı sustu. Neden susuyor dindarlar?
RIDVAN KAYA: Uludere’de vicdanların yaralanması için dindar olmaya gerek yok. İnsani duygularını yitirmemiş her insan için Uludere, vicdanı yaralanması gereken bir olaydır. Bu ülkede Uludere herkesin vicdanını yaraladı. Fakat şu var. İslami camianın bir kesiminde, bu olay biraz daha kısık sesle konuşuluyor.
Vicdanın sesi niye kısılıyor?
İslami camianın bir kesimi, Türkiye’de çatışmacı bir süreç yaşandığını düşünüyor ve Uludere olayının arkasında, mevcut hükümeti yıpratmanın olabileceği kaygısını taşıyor. Dolayısıyla hükümeti yıpratarak farklı çevrelerin işini kolaylaştırmamak ve bundan sonraki süreçlerde onların tezlerini, ellerini güçlendirmemek için Uludere tartışmasını kendi içlerinde yürütmeyi tercih ediyorlar. Yani onlar da Uludere’yi tartışıyor ve eleştiriyorlar ama bunu kamuoyuna açıklamıyorlar ve açıklamazlar.
Hak ve hukuk mücadelesinin içeriye başka dışarıya başka olmak üzere iki dili olmaz ki! Hak ve hukuk mücadelesi açıkça yüksek sesle yapılmayacaksa, bu neye yarar?
Bizim açımızdan da başlı başına bir sorun bu. Biz bu tavrı iki açıdan eleştiriyoruz. Bazı tartışmaları içeride sürdürme tavrı, hem Müslüman kimliğe zarar veriyor hem de İslam anlayışıyla ilgili tepkilere yol açıyor. “Müslümanlar bu konuda susuyorlar. Demek ki yapılan bu zulmü onaylıyorlar. Ya da Müslümanlar burada yapılan zulmü bir zulüm olarak görmüyorlar” diye kamuoyunda bir algı oluşuyor. Bu yüzden biz de sessizliğe karşı çıkıyoruz. Özgür-Der olarak Uludere bizim de sürekli gündemimizde. Biz susmuyoruz ve bilin ki susmayan pek çok Müslüman var.
Ama susan epey Müslüman da var.
Evet.
Bugünkü suskunluk, İslamcıların iktidarda olmasıyla ilgili bir suskunluk mu?
Aslında olayı kazırsanız hep aynı şey ortaya çıkıyor. Bugün evet, iktidarda bize yakın insanlar var. Onların yıpratılmasından korkuluyor ama... Belli ihaleler alınsın, belli makamlar korunsun diye yapılmıyor bu. Bireysel olarak böyle kaygılar olsa da genel camia olarak kaygı başka. Bir kere herkeste şu korku var: “Kemalist vesayet şu anda gerilemiş gözüküyor ama geri dönebilir.” Bu korku, insanları daha çekingen ve savunmacı bir tavra sürüklüyor. Eğer kendinizi sürekli bir çatışma ortamında ve tehdit altında hissederseniz kendi tarafınızın zaaflarını da daha az ve daha mazur görürsünüz.
Bu yaklaşım dindarlıkla bağdaşıyor mu peki?
Hayır. Şu anda AK Parti hükümetinin ve etkili konumda olan herkesin ciddi anlamda eleştiriye ihtiyacı var. Zaten eleştiriye herkesin ihtiyacı vardır ve eleştiri herkesi geliştirir. Eğer tarafını tuttuğunuz kesimi eleştirmezseniz, aslında ona iyilik yapmış olmazsınız. Aksine ona zarar verirsiniz, onun daha fazla yanlış yapmasına katkıda bulunursunuz. Ama bu, kolay algılanmıyor.
Türkiye’de dindar Müslümanların çifte standardı mı var?
Zaafları var! “Dindar Müslüman” diye tabir edilen bu kesim, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki baskıların ardından gelen görece özgürlük ortamında, abartılı bir şekilde sağcı, devletçi ve milliyetçi bir kimlik kirliliğine uğradı. İşte bu anlayış, bu kesimde insanların düşüncelerini ve pratiklerini belirliyor. İnsanlara bir tutarsızlık getiriyor.
Müslümanlıkta çifte standart olur mu? Çifte standart dinle bağdaşır mı?
Hayır bağdaşmaz. Müslümanlar açısından tek bir ölçü olması gerekir. O ölçü de adalet ölçüsüdür! Kuran-ı Kerim’de Rabbimizin, Müslümanlara adil olmayı emreden pek çok ayeti var. Hatta düşman olduğunuz kesimle dahi ilişkilerinizde adaletsizlik yapmayın diye emri var. Yani siz, savaştığınız unsurlara dahi adaletsizlik yapamazsınız. Belirlenmiş kurallar çerçevesinde adil davranmak zorundasınız. Kuran-ı Kerim bunu emreder. Ama Müslümanların, Kuran’la ve İslami kimlikle net bir irtibat konusunda eksiklikleri bulunuyor. Sahip olunan kimlik, net olarak Kuranî bir İslam anlayışından beslenmekten ziyade geleneksel algılardan besleniyor. Kuran’a bağlı kalınmayınca da İslam anlayışı bozuluyor. Bir toplumsal dindarlık sözkonusu Türkiye’de.
Anlamadım...
Şöyle anlatayım... Sahip olunan geleneksel anlayışta çok köklü bir devlet kutsaması var. “Devlet-i ebed müddet” diyen ve devleti sonsuza kadar korunması gereken bir varlık olarak gören bu devlet kutsaması, Osmanlı’dan, hatta daha da öncesinden geliyor. Ama İslam böyle bir şeye izin vermez.
İslam neye izin vermez?
İslam, adalet temelinde oluşmayan bir ortamı asla meşru görmez. Çünkü insanlar, adalet yerine devleti kutsadıkları zaman devletin yaptığı zulümleri, haksızlıkları ve adaletsizliği algılamada zorluk çekiyorlar. Mesela F tipi cezaevleri konusu... Tecrit bir insanlık suçudur. Ama biz İslami camiada bu konunun algılanmasında başarılı olamadık. Bunun iki nedeni var. Bir, İslam çok dar anlaşılıyor. İslam’ın adil olma emri anlaşılamıyor. İki, “geleneksel devletçi- muhafazakâr- sağcı” anlayış, hak ve adalet temelinde değil de kutuplaşma temelinde davranıyor. Mağdur olan kesimin kim olduğuna bakıyor.
Türk Müslümanlar, öldürülenler Kürt olduğu için mi susuyorlar?
Hayır. Şükrediyorum ki İslami camia açısından Türk-Kürt diye henüz çok net bir ayırım yok. Ama şu var. Kürt sorununun PKK ile özdeşleştiği yerlerde bir geri çekilme sözkonusu. Eğer PKK ile TSK arasında yaşanan çatışmada, hak ihlaline maruz kalan PKK’lıysa, insanların bu hak ihlalini algılamalarında zorluk çıkıyor. İnsanlar, çatışma süreçlerindeki bu hak ihlallerini dile getirmiyorlar. Yani duyarlılık Kürt oldukları için değil, PKK’lı oldukları için azalıyor. Ama Uludere böyle bir olay değil. Herkes orada öldürülenlerin geçimlerini sağlamak isteyen normal insanlar olduğunu biliyor. Ayrıca şunu da görmek gerek. Başta Başbakan olmak üzere hükümet kadrolarının İslami camia üzerinde ciddi inandırıcılığı var. “Sizin bilmediğiniz şeyler var” dediklerinde, insanlar “evet, bizim bilmediğimiz şeyler vardır” diyor.
Bilmediğimiz bütün bilgileri önümüze serseler de, Uludere’de kesin olarak bildiğimiz bir şey var, o da, 34 insan devlet tarafından katledildi orada. Bu katliamı bilmeleri yetmiyor mu dindar Müslümanların?
Anlıyorum... Evet...
Başbakan ve İçişleri Bakanı, Uludere’deki kurbanlar için saygısız bir dil kullandılar. “Ölülerinizi hayırla yâd edin” anlayışı artık Türkiye’nin dindarları için geçerli değil mi?
Dindar insanların olduğu herhangi bir ortamda oturursanız, Başbakan’ın ve özellikle de İçişleri Bakanı’nın tutumundan çok rahatsız olduklarını görürsünüz. Bu tutumun kabul edilemez olduğunu herkes söyler. Ama onlarla gazeteci olarak konuşursanız, size kimse bu açıklıkta konuşmaz. Uludere olayı olduğunda herkesin zihninde ilk canlanan şey, tek parti döneminde 33 köylünün kaçakçılık suçlamasıyla kurşuna dizildiği Muğlalı olayı oldu. Olay duyulduğu anda Özgür-Der, Mazlumder ve bölgedeki bazı İslami vakıf ve dernekler, Uludere’yi katliam olarak lanetledik ve hemen Uludere’ye gittik, rapor hazırladık. “Sorumlular yargı önüne çıkarılmazsa, bundan hükümet sorumlu ve suçlu olacak” dedik. Aradan aylar geçti, sorumlulardan hesap sorulacak diye hâlâ bekleniyor.
Uludere konusunda genelde İslami camia ne düşünüyor?
Hükümetin tavrının çok yanlış oluğunu, sürecin çok yanlış götürüldüğünü herkes kabul ediyor. Ama bu eleştirileri, hükümeti harekete geçirici bir şekilde açık açık yapmak yerine, kendi iç sesiyle yapıyor. Yüksek sesle söylemiyor.
Sizce neden Başbakan yapması gerekeni yapmadı? Neden sorumluları bulmak için acele etmedi? Neden ölenler için daha saygılı bir ifade kullanmadı?
İlk günden beri, bazı iddialar vardı. Hükümetin tuzağa düşürüldüğü ve hükümetin, bunu gurur meselesi yaptığı için olayı bir anlamda örttüğü iddiaları vardı. Muhtemelen hükümet, bu olayın zamanla unutulup kapanacağı, gündemden düşeceği zannına kapıldı. Oysa kamuoyunun buna izin vermeyeceği çok açıktı. İlk düğme yanlış iliklenince, gömleğin bütün düğmeleri de yanlış iliklendi işte! Orada görev yapan subayların beş ayda sadece kaçakçılığa göz yumma suçlamasıyla haklarında soruşturma açılmış olması insanların şüphelerini çok arttırıyor.
Başbakan Erdoğan’ın, Uludere faciasının hemen arkasından Genelkurmay Başkanı’na teşekkür etmesi, sizde nasıl bir duygu yarattı?
Meclis konuşmasında teşekkür cümlesini duymak tabii şok ediciydi. Sorumluların ortaya çıkarılması talebinin yükseldiği bir ortamda, sorumlu olması ve hesap vermesi gereken bir kuruma bu teşekkürün yapılması olayı örtme çabası olarak algılandı kamuoyunda. Aslında biz şunu anlamakta zorluk çekiyoruz. Eğer bu olay hükümete kurulan bir tuzaksa, tuzağı kuranların bu işi sürdüreceği belli. Hükümet, kim tuzağı kurduysa bunu açığa çıkarmalı. Eğer hükümet tuzağa düştüyse, tuzağa düştüğünü açıklamalı ve bu işten kurtulmalı. Bunu yapmayıp, olayı sürdürmek, tuzağı kuranın oyununa gelmek oluyor. Nitekim şu anda tuzağı kuran başarılı oldu!
Dindarlığı bu kadar öne çıkaran bir hükümet ve Başbakan neden böyle yaptı?
Bu hükümet döneminde geçmişteki cinayetlerle ilgili ciddi şekilde hesap sorulurken... Artık bu ülkede faili meçhul yaşanmazken... Hatta 2009’da teslim olan iki PKK’lının infaz edilmesinden sorumlu olan Van Garnizon Komutanı bile daha yeni tutuklanmışken... Uludere’de 34 insanın göz göre göre faili meçhule kurban gitmesini anlamak çok güç! Tebrik edilmesi gereken şeyler yapan hükümetin, Uludere’de ortaya koyduğu zaaflı hâli açıklamak gerçekten çok zor! Herhalde hükümet, YAŞ’la birlikte ilk kez kendisine daha yakın ve daha uyumlu çalışabileceği bir askerî kadronun oluştuğunu düşünüyor. Askeri ve MİT’i korumak için de zikzak çiziyor ve tutarsız davranıyor. Ama sonuçta bu, hesap vermesi gerekenleri rahatlatan bir tutum oluyor. Nitekim Genelkurmay, Uludere Meclis Araştırma Komisyonu’na içi boş bir dosya gönderdi. Genelkurmay, kısmen bunu hükümetten aldığı cesaretle yaptı ve yapıyor.
Türk Müslümanlara dönersek... Türk Müslümanlar, milliyetçi reflekslerle mi hareket ediyorlar?
Aslında Türkiye’deki temel çatışma, “milliyetçilik ve ulusalcılık” ile “İslamcı kimlik ve ümmet” arasındadır. Ama İslami kimlik, Cumhuriyet döneminde o kadar ezildi ki, milliyetçilik bu toplumun genel kimliği oldu. Dindar kesimler önce reddettikleri milliyetçiliği, bir müddet sonra kısmen yumuşatarak belli semboller üzerinden benimsediler. Nitekim bugün ortalama dindar bir insan kendisini çok rahatlıkla Türk milliyetçisi olarak tanımlayabiliyor. Bizim İslam anlayışımız açısından bu, Türkiye’deki en temel sorundur. En temel kimlik yarılmasıdır.
Yani Türk Müslümanlar milliyetçi mi?
Genel olarak evet. Yaygın bir vaka bu.
Müslümanlık ve milliyetçilik birarada olabilir mi?
Olamaz, olmamalı.
Türkiye’de Müslüman dindarlar milliyetçilikten kurtulabilir mi peki?
Kurtulmaları çok zor. Ama biz kurtulduk. Dolayısıyla kurtulabilenlerin olabileceğini düşünüyorum. Bu toplumda milliyetçilik, çok derinlere işlemiş, çok güçlü bir damar. Ayrıca devletle PKK çatışmasının yaşandığı 1980’lerden itibaren bu işe kan da bulaştı. Aslında sıkıntı da buradan kaynaklanıyor. Batıda, Mersin’de, Trabzon’da yaşayan insanlar, Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Uludere olayında ne hissedildiğini anlayamıyorlar. Doğudakiler de onların ne hissettiğini hissedemiyorlar.
Başbakan Erdoğan’ın Uludere’den sonraki açıklamalarını, milliyetçiliğe mi yoksa Müslümanlığa mı daha uygun görüyorsunuz?
Sürekli zikzaklar çiziliyor ve Uludere konusunda tabii ki kutsal devlet anlayışı ve milliyetçilik öne çıkıyor. İslami açıdan bunun savunulabilir bir yanı yok. Ama Erdoğan’ın ve AK Parti’nin, Kürt sorununu, milliyetçi damarı güçlü olan kesimlere benimsettiklerini de unutmamak lazım.
Uludere gibi bir facia karşısında susanlar için Müslümanlığın yaklaşımı nedir? Din açısından nerede görülür böyle susanlar?
Bizim açımızdan ölçü bellidir. Hazreti Peygamber’in bu konuda çok net bir sözü var. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurur. Ortada bir haksızlık ve adaletsizlik varsa ki Uludere’de çok net bir durum bu , bunun karşısında susmak, Müslüman kimliğini ciddi anlamda yaralar, zedeler. Müslüman’ım diyenlerin bu konuda koyacakları tek bir tavır var. O da bu olayı reddetmek, mahkûm etmek! Dolaylı yollarla da olsa Uludere’yi mazur göstermeye dönük söylemler, İslami kimlikle taban tabana çelişir. Kasıt var ya da yok. Uludere’de bir katliam yaşandı. Aşkale’de beş TEDAŞ işçisi sele kapılıp boğuldu. İşletme müdürü tutuklandı. Esenler’de işçiler çadırda yandı. 20’ye yakın kişi tutuklandı. Olması gereken budur ama Uludere’de bunlar yaşanmıyor. Ölenler geri gelmeyecek ama bu insanların değersiz görülmediği kamuoyuna kanıtlanmalı.
Ahmet Altan, “Hazreti Muhammed yaşasaydı Uludere faciasında tavrı ne olurdu. Susar mıydı” diye sordu. Hazreti Peygamber ne yapardı, susar mıydı Uludere konusunda?
Biz, kendi çevremiz itibarıyla Hz. Peygamber’i takip etmekle kendimizi sorumlu gören insanlarız. Biz susmadık. Biz, Hz. Peygamber’i örnek aldığımız için susmadık. Biz, Kuran’ın emirlerinin ve Hz. Peygamber’in örnekliğinin “susmamak” olduğunu düşündüğümüz için susmuyoruz. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır diye buyuran bir Peygamber elbette bu tür bir facia ve zulüm karşısında susmazdı! 34 insan bombalarla, savaş uçaklarıyla öldürüldü. Rabbimiz, bir insanın haksız yere öldürülmesinin bütün bir insanlığın öldürülmesi gibi olduğunu buyuruyor. Zulüm, haksızlık karşısında susmamak ve itiraz etmek anlamında Kuran’da pek çok ayet var. Hz. Peygamber’in de pek çok hadisi var. Mesela Hz. Peygamber, “En değerli cihat, zalim sultana karşı hakkı söylemektir” diye buyuruyor. Otoriteye karşı hakkı söylemek teşvik ediliyor. Zaten Müslümanlık bir anlamda adalet çağrısıdır. Bu yüzden Uludere’deki suskunluğu eleştirmeliyiz.
Hazreti Muhammed’in susmayacağını, bugün susan Müslümanlar bilmiyor mu?
Bugün sahip olunan İslami kimlik, temel anlamıyla Kuran’a ve Hz. Peygamber’in örnekliğine dayanmaktan ziyade geleneksel bir dindarlık olduğu için bu tür çelişkiler, tutarsızlıklar ortaya çıkıyor. Çünkü net bir Kuran anlayışı sözkonusu değil.
Geleneksel Müslümanlıkla Kuran Müslümanlığı çatışıyor mu?
Evet, çok temel bir çatışma bu. Geleneksel Müslümanlık, devleti kutsuyor. Devlet zarar görmesin mantığıyla davranıyor. Ermeni tehcirinden tutun köy yakmalara, faili meçhullere kadar pek çok konuda devleti koruma refleksiyle sessiz kalıyor ve hatta daha da ötesi bunları meşrulaştırma gibi tutumlara da giriyor.
Peygamberin yolundan ayrılmış olmak onları hiç rahatsız etmiyor mu?
Bin küsur yıldır devam eden bir devleti kutsama anlayışı ve saltanat geleneği var burada. Osmanlı’da devleti koruma mantığıyla kundaktaki bebekleri öldürme vakası var. Bir Müslüman’a “bir çocuğu öldürmek meşru mudur?” deseniz “hayır; bu kesinlikle gayrı meşru” der. “Ama sultanlar bunu devlet geleneği olarak yaptı” dediğinizde, bu davranışı ya reddederler ya da açıklama eğilimine girerler. Geleneksel Müslümanlıkta içselleştirilmiş yanlışlar vardır. Bu yanlışların en temel dayanaklarından biri de devleti kutsayan anlayıştır ve milliyetçiliktir.
İktidarın son zamanlardaki milliyetçi tutumundan rahatsız mısınız?
Hükümetin, Kürt sorununu savaşarak, PKK’yı ezerek bitirme söyleminin toplumda karşılık bulmasını bir tehlike olarak görüyoruz biz. Hükümetin bu söylemi öne çıkarmasından rahatsızız. Bu sorunu daha fazla kan dökerek çözmenin mümkün olmadığını aklı başında herkes görmeli ve kabul etmeli. Ama hükümeti tek taraflı suçlamak da yanlış. Son dönemde çatışmadan yana bir dilin öne çıkmasında PKK’nın rolü büyük oldu. PKK, hem provokatif çatışmayı tırmandırıyor hem de toplumda korkutucu bir baskı unsuruna dönüşüyor.
Müslüman Kürt hareketinin PKK’ya karşı tekrar güçlendiği ve çatışmaların başladığı söyleniyor. Doğru mu?
Bu çatışmalar, şu anda çok yaygın olmasa da kötü işaretler. Hem bölgede yaşayan dindar insanların genelini hem de İslami çaba içinde olan kesimleri çok tedirgin ediyor. PKK, alan hâkimiyetini ilan ettiği Hakkâri, Yüksekova gibi yerlerde kendisi dışında hiçbir kuruluşa izin vermiyor. 80’li ve 90’lı yıllarda devlet kadrolarının oluşturduğu korku atmosferi, aynı yoğunlukta olmasa da şimdi tersine dönmüş durumda. Şimdi PKK tarafından korku yayılıyor. Mesela şu anda Hakkâri modeli diye bir model var.
Nedir o?
Burada PKK’nın izin vermediği hiçbir kuruluş, dernek ya da kitapevi faaliyet yürütemiyor. AK Parti’nin Hakkâri il binasını görseniz... Kum torbalarıyla korunuyor. Bölgede yaşayan ve İslami çaba yürüten kesimler, PKK’nın dayatmaları karşısında bir sıkışmışlık içindeler. Geçen sene Mustazafder, Yüksekova’da dört kez saldırıya uğradı. Son saldırıda başkan yardımcısı öldürüldü. Arkasından binası yakıldı ve dernek orayı terk etti. Benzeri olaylar Adana’da, Diyarbakır’da da yaşandı ve PKK’ya karşılık verilmedi. Bölgede çok gergin bir ortam var. Eğer PKK “ben bedel ödedim ve Kürtleri ben yönetirim” anlayışını yaygınlaştırırsa, bölgede kaçınılmaz olarak çatışma ortamına girilir.
Peki, Uludere’den sonra bölgede tam olarak ne yaşandı?
Başbakan’ın kibirli ve net ifadelerle olayı reddetmesi, ister istemez akla şunu getirdi. İnsanlar, geçmişte Kürt sorunu nasıl ortaya çıktı diye sordular ve tabii şu cevabı verdiler. Bu ülkede Kürt sorunu, Kürt kimliğinin inkâr edilmesiyle ortaya çıktı. Aslında son yıllarda devletin bu inkâr politikası çok azalmıştı ve sürecin tam daha olumlu bir evreye gitmesi bekleniyordu ki, Uludere olayıyla inkârcı söylem tekrar ruh kazandı. Hükümetin Uludere’deki tutumu, Kürt sorununun çözülemeyeceğine dair inancı besledi. Kısacası, Kürt sorununun çözülebileceğine olan inanç bölgede çok azaldı.
Neşe düzel - Taraf
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.