“Bilmediğim bir savaşın içine, 20 sene boyunca hazırlanarak, 1994’te gönüllü olarak girdim. O gönüllülüğü oluşturan şey elbette o günkü bilincim, bilincimi oluşturan şeyse sistemin dayattığı bilgiler bütünüdür.”
İşte o söyleşi...
Askere gidene kadar yaşadığınız toplumsal çevreyi ve siyasi atmosferi nasıl tarif edersiniz?
Samsun’un Bafra ilçesinde yaşıyordum ve yaşadığımız yer 1980 öncesinde ikiye bölünmüştü. Bafra’nın yukarısı olan “Beş yoldan yukarısı” devrimcilerin; “Beş yoldan aşağısı” ise ırkçıların yoğunlukta olduğu mahallelerdi. Ben de sol toplumsal muhalefete karşı kullanılan ırkçılardan oluşan bir yerde yaşıyordum.
Darbe geldiğinde biz daha çocuktuk. O zamanlar, babalarımızdan sonra, mahallemizdeki genç ağabeyleri örnek alırdık. O kişiler bizlerle top oynardı, yeri geldiğinde bizimle konuşurlardı. Biz de onların mahallemizi koruyan kahramanlar olduklarına, hep doğru, güzel şeyler yaptıklarına inanırdık. Onların, aralarında katillerin de olduğunu, ırkçılar olduklarını daha sonra öğrendik. Biraz da şanslıydık çünkü gençlik yıllarımda hiç MHP, Ülkü Ocakları gibi örgütlenmelerin içinde yer almadım. Artık onların görevleri bitmişti. Bu ağabeylerimizin çoğu o toplumsal muhalefetin bastırılması döneminde kolluk kuvvetlerine destek amaçlı kullanıldı sonra da yok edildiler. Hapishanelere girdiler, işkencelere maruz kaldılar. O yaşadıklarının da etkisiyle bazı şeyleri fark ettiler. Bizi yönlendirmeye çalışmadılar çünkü kendileri de “Bu devlet için mi ben bunları yaptım? Beni komünistlerin üzerine saldılar ama işleri bitince de beni suçlu gösterdiler” dediler.
1980 sonrası yetişen, bizim kuşağımız “kayıp kuşak” olarak anılır. 12 Eylül döneminde birilerinin üzerinden tanklar toplar geçerken, o dönemin çocuklarının üzerinden de ruhsal anlamda aynı tank ve toplar geçmiştir. Sonrasında da, yaygınlaşan “tüketim toplumu” anlayışıyla apolitik bir gençlik oluştu.
Ben 20 sene boyunca, sorgulamadığım bir savaşa gönüllü olarak katılmak için yetiştirildim. Devletin egemenliğini sürdürmesi için uyguladığı politika, cenazeler yöntemiydi. Gelen cenazeler üzerinden tekrar tekrar savaşın, savaşa gidecek hırsa sahip gönüllü gençlerin üretilmesi sağlanıyordu. Karadeniz de bu anlamda savaşa bilenen bir bölge haline geldi. Birçok ırkçı, şoven örgüt, bu politikalar sayesinde kendilerini toparlayıp, sol hareketlerin boşalttığı yerleri doldurdu. Yazın camilere gittiğimizde orada anlatılanların da savaşı üreten konuşmalar olduğunu görürdük. Haliyle, beni şekillendiren insanlar o ırkçı zihniyete sahip kişilerdi. Kendimi savaş ikliminden kurtarıp, bir şeyleri sorgulama seçeneğim asla olmadı. Ben de yaşım geldiğinde bu bilinç ile gönüllü olarak askere gittim.
Zorunlu askerlik hizmetine başlamanızdan esir düşmenize dek neler yaşadınız?
Orduya 1994’ün baharında katıldım ve komando yapılarak Gabar’a gönderildim. Orada birçok köy boşaltmalarına katıldım. Her gün kilometrelerce yürüyor, çok efor harcıyorduk. Bize yemek geliyordu ama sınırlı sonuçta, yetmiyordu. Bir gün birkaç arkadaş, “Gizlice bir köye gidip bize erzak vermelerini rica edelim” dedik. Ancak bulunduğumuz yerin civarındaki köyler de hep “yasaklı” olarak bilinen, koruculuk yapmayı kabul etmemiş, PKK’ye destek verdiği söylenen köyler. Yine de bir tanesine hızlıca gittik. Köyün ortalarında yaşlı bir amcaya rastladık. Para uzattığımız halde reddederek, bize bal ve badem verdi. Ayrılmamızdan önce de, “Çocuklar siz buranın soğuğunu bilmezsiniz, üşürsünüz” diyerek kapısının önündeki telde asılı duran iki çift çoraptan birini uzattı. Ertesi gün PKK’ye yataklık ettiği gerekçesiyle aynı köyde arama yapılacağını bilmiyorduk. Ama oradaki köylülerin PKK’ye yardım etmesi mümkün değil; o bölgede askerlerin konumlandığını, köylülere zarar verebileceklerini bildiğinden gerilla asla gelmezdi oralara. Zaten bir göçe zorlama politikası vardı; askerler, köylülerin yüz metre ötedeki tarlalarına gitmelerini bile engelliyorlardı. Baskıya dayanamayıp köylerini kendiliğinden terk etmeleri bekleniyordu. Ertesi sabah hazırlandık, o köyün gerillaları nasıl beslediğine dair yapılan propaganda konuşmalarının ardından köye girdik. O zaman bölgeye gelmemin üzerinden bir ay bile geçmemişti, ilk kez böyle bir köy aramasına katılıyordum. Üç tim halinde ilerliyorduk, ben de ikinci timdeydim. Sonra, bir kargaşanın içine düştüğümü hissettim. İnsanlar dövülüp, tartaklanıp, evleri talan edilerek zorla sokaklara atılıyordu. Bu manzaraya bakarken, arkamdan dumanların yükseldiğini gördüm. Meğer son giren tim de boşaltılan evleri, bağı, bahçeyi yakarak ilerliyormuş. O ana kadar köy yakması olacağından haberim yoktu. Etrafımda kadınlar, çocuklar ciyak ciyak bağırıyor, ağlıyor… Bir anlığına duraladım, “Acaba dün tanıştığım amcayı bulabilir miyim? Zarar görmesinden evvel onu köyün dışına çıkartabilir miyim?” diye düşündüm. Her ne kadar propagandalar yapılmışsa da, 20 senedir bu savaşa gelmeye hazırlanmışsam da, daha dün çok insani bir şey görmüşüm bu köyün insanından. Hep haklarında anlatılanları dinlemişsem de, daha önce hiçbir Kürtle bir araya gelmemiştim. Koştum, evi buldum ancak yakınlarında kimse yoktu. Bir gün önce gördüğüm diğer çorapları yanarken buldum. Ben orada dolanırken bir tane uzman çavuş geldi, “Sen neden birliğinde değilsin?” diye bana bir tokat attı. Hemen koşup birliğimi buldum. Bir yandan da hala, “Bunlar da terörist, PKK’yı besleyenler bunlar!” diye sürekli ajite ediyordu üstlerimiz. Yapılan onca şeye rağmen askerlerin hala insani bir yanı kalmışsa onu da köreltmek için yapıyorlardı bunu. Birliğe döndüğümüzde, o günkü eylemlerin insanlık ve hukuk dışı olduğunu bildikleri için bize bir saate yakın, yapılanların ne kadar gerekli ve doğru olduğunu anlatan konuşmalar yaptılar. “Bunlar üç-beş dışarıdan beslenen çapulcu, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü bozmak için gönderilmişler, içlerinde Ermeniler, Rumlar da var” gibi propagandalar yapıyorlardı.
20 yıl boyunca psikolojik olarak savaşa hazırlandığınızı söylediniz. Peki askerler cephedeyken savaşa nasıl hazırlanıyorlar?
Öldürülen gerillaların cesetlerinin, motivasyonumuz artsın diye önümüzde parçalanmasına şahit oldum. Bir defasında ben mide krampları geçirdim. Bir insanın kafasının, kolunun, bacağının kesilişini, bağırsaklarının dışarı çıkartılışını izlemek dayanılacak gibi bir şey değil. O esnadaki rahatsızlığımı gizleyemeyince de cinsiyetçi söylemlere maruz kaldım, “Sen erkek değil misin? Sen nasıl Türksün? Yoksa ‘şey’ misin?” gibi laflar işittim. Bazı daha eski komandoların öldürdükleri gerillaların kulaklarını kesip boyunlarına kolye yaptıklarına da rastladım.
Nasıl esir düştünüz?
Birliğimiz bir süre daha orada kaldı. Bir zaman sonra, Jandarma ile gerilla arasında bir çatışma çıktığı ve 20’den fazla kayıp verdiğimiz haberi geldi. Bir tane de asteğmenin yaralı olarak esir düştüğü bildirildi. Biz bölgeye gittik ve köylerde 2 günlük bir arama yaptık ama herhangi bir gerilla varlığına rastlamadık. Akşam kamp kurduğumuz yerde gerillaları gözlediğimizi zannediyorduk, meğerse gerillanın pususundaymışız. Gece tam da yağmur başlamışken, üç koldan uzun namlulu silahlarla taciz atışı yapılmaya başlandı. Bir kurşun da benim sağ ayağımı sıyırmış ancak o esnada fark edememişim. Oradan uzaklaşmak için koşarken yanlış bir yere bastım ve yaklaşık yüz elli metre aşağıya, dere yatağına düştüm. Orada bayılmışım. Gece kendime geldiğimde ilk iş silahımı kontrol ettim, sağlam olmadığını anlayınca düşmanın eline geçmemesi için tamamen kırdım. Etrafta kimse kalmamıştı, üzerimdekileri çıkartıp yarama sardım ve üç-beş metre yukarıda sığınacak bir oyuk buldum. İlk gün çantamdakilerle idare ettim ama ikinci gün kan kaybından bayılmışım. Gerilla da 50 kadar kişiyle bulunduğum yerin altına gelmiş; kadın bir gerilla ateş yakmak için çalı çırpı toplarken beni bulmuş. Yaşadığımı ve asker olduğumu anlayınca diğerlerine haber vermiş. Gerillayla ilk kez orada karşılaştım. Benim kafamda formsuz, düzensiz, çapulcu, garip yaratıklar olarak yer etmişlerdi ama karşımda kıyafetleri ve traşları düzgün, çoğu genç olan insanlar vardı. Aklımda hep ele geçirilen ama itirafçı olmayı reddeden gerillalara yapılan muameleler olduğu için, “Acaba beni nasıl işkencelerle öldürecekler” diye düşünüyordum. O sırada gerillalardan biri yaklaştı, kendisini Kurtuluş Ordusu mensubu olarak tanıttı. Bana Cenevre Sözleşmesi’ne göre savaş esirleri olduğumu ve protokolde yer alan tüm haklarımdan yararlandırılacağımı söyledi. Bize bunların hiçbiri öğretilmemişti, benim Cenevre Sözleşmesi’nden, haklarımdan falan haberim yok, hala ne zaman öldürecekler diye bekliyordum. Velhasıl, beni oradan indirdiler ve tedavi etmek istediler. Tedaviyi de yemeği de reddettim. Bir süre sonra tekrar bayılmışım; ayıldığımda yaramın sarılmış olduğunu gördüm. Bu defa da, “Herhalde beni önemli birisi zannettiler, önce tedavi edip sonra bilgi almak için işkence edecekler” diye geçiriyordum içimden. Yani o kadar inanasım gelmiyordu bana insanca davranabileceklerine. Sonra bölük komutanları da geldi ve durumum netleştikten sonra serbest bırakılacağımı, varlığımın uluslararası kurumlara bildirileceğini, korkmamamı söyledi. Ardından askeri telsizlere “Şu birliğe bağlı, şu nüfusa kayıtlı İbrahim Yaylalı PKK’ye bağlı ARGK ordusunun esiridir” diye Türkçe olarak anons geçti. Aynı bilgiyi Kızıl Haç gibi kurumlara da ilettiler. Bunu yapmalarının nedenini sonradan öğrendim. 1992’de esir aldıkları askerler, uluslararası kuruluşlara bildirmeden serbest bırakıldıktan sonra Türk ordusu tarafından öldürülmüş. Kamuoyuna da “PKK esir aldığı askerleri öldürdü” diye aksettirilmiş. Benzer durumlar yeniden yaşanmasın diye alıyorlarmış bu tedbirleri.
Esirliğiniz boyunca neler yaşadınız? Nasıl muamele gördünüz?
Bir süre sonra Kuzey Irak’a götürüldüm. Hiçbir zaman kötü muamele görmedim. Hatta bir keresinde yanımızda battaniyeye sarılmış ceset gibi bir şey vardı, meğer çatışmada ölen bir gerillaymış. O an Türkiye’deki cenazelerde yaratılan linç ortamlarını düşünerek çok korkmuştum. Ama o cenaze bir katıra yüklendi, ben yürüyemediğim için ayrı bir katıra bindim ve bölgeden çıkana dek yolculuk 2-3 gün böyle sürdü. Sürekli yüzlerinde nefret ifade eden bir mimik aradım. Ama tek bir kötü bakışla, sözle karşılaşmadım. Bu da içimde çelişkilerin oluşmasına yol açtı ama elbette, 20 sene boyunca insanın kişiliğine oturtulan savaş kimliğinin bir anda kaybolması çok zor.
Kuzey Irak’a geçtiğimizde Mustafa Karasu geldi ve tüm haklarımı okudu. Kızıl Haç’ın ziyarete geleceğini, hem sağlık kontrolü yapacaklarını, hem de yazacağım bir mektubu aileme ileteceklerini söyledi. Ayrıca kampta, tek başıma süreci beklememin psikolojim için yıpratıcı olacağını söyleyerek beni diğer esir askerlerin de olduğu başka bir kampa göndereceğini de ekledi. Gönderildiğim yerde 15 asker daha vardı. Orada 7 ay kaldık. Bize, gündemden kopmamamız için ulaşabildikleri tüm günlük gazeteleri getiriyorlardı. Türkiye’deki televizyon kanallarını da izleyebiliyorduk. Bir zorunluluğumuz olmamasına rağmen birkaç arkadaşımla birlikte kamptaki günlük işlere yardımcı oluyorduk. Çünkü belirsiz günler boyunca beklerken hiçbir şey yapmamak çok daha yorucu bir şey, bize onların söylediği de buydu. Bu sırada kobra helikopterleri de sürekli kaldığımız yeri vuruyordu. Bir zamanlar senin olan şeyin sana karşı döndüğünü görmek çok ilginçti, kocaman mermiler, tüfekler…
Aileniz durumunuzdan haberdar olunca ne yaptı?
Üçüncü ayda ailemle telefonda görüştüm. Aileme askerlik şubesinden beni sordurmalarını, gerekirse sivil toplum örgütlerine de gitmelerini söyledim. Askerlik şubesine gittiklerinde, “Bizim elimizde böyle bir asker yok, hiç gelmemiş” yanıtını almışlar. Ailem, teröristlere destek olduğunu düşündükleri İnsan Hakları Derneği yerine mafya gruplarından yardım istemişler. Onlar bu işlerle meşgulken dağda da 7’nci ayı doldurmuştum. Arada, Milliyet’ten Namık Durukan, Hürriyet’ten Faruk Balıkçı gibi gazeteciler geliyordu. Durumum onların aracılığıyla ulusal basına da yansıdı. Sonraları ailem Genelkurmay’dan tanıdık bir albay yardımıyla bilgi almaya çalışmış. Gazetelerde çıkan savaş karşıtı açıklamalarımın rahatsızlık yarattığını o şekilde öğrenmişler. Açıklamalarımdan sonra Bafra ve civarında araştırmalar yapılmış; kökenimizin Bafra yakınlarındaki bir Kürt köyüne dayanıp dayanmadığına bakılmış. Oradan sonuç çıkmayınca başka kaynaklara yönelmişler. Bir gün kapımızı bir subay çalmış. Babama, “Bu işi çok kurcalamayın. Araştırdık, kökeninizin Rum olduğunu tespit ettik. PKK da Rumların, Ermenilerin desteklediği bir örgüt. Eğer uğraşmaya devam ederseniz başınıza bela alırsınız” diye göz dağı vermiş. Bu sefer bizim aile de karışmış, “Biz nasıl Rum oluruz? Rumsak nasıl müslümanız?” diye.
Aileniz sizi ararken kendi etnik kimliklerine ilişkin bir bunalımın içine düştü yani. Bu yeni durumla aileniz nasıl baş etti? Siz nasıl etkilendiniz?
Meğer bu durum babalarımızdan da saklanmış. Bunun ortaya çıkmasıyla birlikte özellikle genç nesillerde bir aidiyet sıkıntısı oluştu. Bana gelirsek… Görevim sırasında öldürmüş veya ölmüş olsaydım “Türk” kalacaktım, cenazem üzerinden de savaşın devamlılığı sağlanacaktı. Ama esir düştüğüm ve savaşa dair gördüğüm hukuksuzlukları dile getirmeye başladığım için bir anda ırkçılıkta kodlanmış olan tüm kötülükler bende vücut buldu. Rumluk, Alevilik, Ermenilik, bir şeyleri sorgulamak, sol muhalefet olmak, farklı olmak…
Esaretiniz nasıl son buldu?
Toplamda 2 yıl 3 ay kadar esir kaldım. Esirlerin iadesi için bir heyet oluşturuldu. Ancak savaş karşıtı açıklamalarım, ailelere çocuklarını savaşa göndermemeleri yönünde yaptığım çağrılar yüzünden benim Türkiye’ye dönmem pek mümkün gözükmüyordu. Üçüncü bir ülkeye gitmek gibi seçenekleri de değerlendiriyordum ama asıl isteğim barış sürecine katkı yapabilmek için Türkiye’ye dönmekti.
Esir askerlerin aileleri ve İnsan Hakları Derneği yetkilileri, dönemin milletvekillerinden Fethullah Erbaş’a gidip PKK’nin bizi bırakacağını, ama kendisinin yardımına ihtiyaç duyduklarını söylemişler. O da bu insani sorumluluktan kaçamayacağını basına duyurmuş. Bunun üzerine, MAZLUMDER, İHD, Akın Birdal ve Fethullah Erbaş’ın aralarında olduğu bir heyet kuruldu. Heyet, ailelerle birlikte Habur’u geçerek gerilla ile görüşmelere başladı. Ancak o sırada çatışmaların yeniden başlaması veya Türkiye’yle yaşanan başka bir sorundan ötürü görüşmeler tıkandı. Yine de iyi niyet göstergesi olarak iki asker bırakıldı. O iki kişi ve aileleri hemen Türkiye’ye dönmediler ve görüşmeler kesin olarak sonuçlanana dek Zaho’da kalmaya devam ettiler.
Bu arada basında Fethullah Erbaş hakkında, “Sen nasıl kampa gider, PKK bayraklarının altında teröristlerle görüşürsün?” diye eleştiriler çıkmaya başlayınca KDP ile PKK arasındaki boş bir alan ayarlandı ve görüşmeler burada sürdürüldü. En sonunda taraflar arasında karşılıklı mutabakat sağlandı, böylece biz de bırakıldık. Araçlarla Habur’a geldik. Diğer askerlerle birlikte sınırdaki köprüyü geçtiğim sırada iki sivil giyimli kişi kollarıma girdi ve beni gruptan ayırdı. İHD yetkilileri ve Akın Birdal müdahale etmeye çalıştı ama bir süre sonra geri getirileceğim söylenince bir şey yapamadılar. MİT ya da JİTEM’e ait bir binaya götürüp, “Nerede tutuldunuz? Neler yaptınız?” diye sorguladılar. Sadece benim alınmamın sebebi, diğer askerlerden 1 buçuk sene fazla süre orada bulunmuş olmam ve savaş karşıtı açıklamalarımdı. Ben harita uzmanı değilim sonuçta, tutulduğum yeri bilmediğimi söylediğimde ağır hakaretlere, tehditlere maruz kaldım. Sonuçta beni bırakmadılar. Diğer askerler ve aileler Diyarbakır’a dönüp, oradan memleketlerine dağılmışlar. Beni ise Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi hakimine götürdüler. O da, “Nasıl gelişti olaylar?” diye sordu. Ben tam “Süreç şöyle gelişti…” diye cümleme başlamıştım ki, adam bana “Seni PKK’lı, adi herif! ‘Süreç’ kelimesini PKK’lılar kullanır, Karadenizli olacaksın bir de!” diye bağırmaya başladı. Meğer bu hakim de Karadenizliymiş ve “deli” lakabıyla bilinirmiş. Ben de, “Sen ne diyorsun? Eğer benimle ilgili elinde bir delil varsa söyle, ifademi alacaksan al, ben veririm sen gereğini yaparsın” dedim. Tabi onun üzerine çok öfkelendi ve “Alın götürün bunu, hapishanede iyi bakın” dedi. Meğer o “iyi bakın”ın anlamı başkaymış. Askeri hapishanede 3 buçuk ay kaldım, bana baya bir iyi baktılar. İlk götürüldüğümde hapishanenin kapısı açıldı ve biri öne atılıp sırtıma tekme attı. Diğerleri de bir yandan sopalarla vuruyordu, sonrasında kıyafetlerimi çıkarttılar ve tazyikli su tuttular. 3 buçuk ayın sonunda artık sorgulama falan kalmadı, onların gözünde “vatan haini” olduğum için sürekli işkence gördüm.
Askeri cezaevinde işkence gördüğünüz sırada yargı süreci ne aşamadaydı?
“Uluslararası firar” iddiasıyla askeri yargılamaya tabi tutuldum ama PKK tüm süreci Kızıl Haç’a teyit ettirdiği için o dava hemen düştü. Ancak ikinci aydan sonra “örgüt propogandası” ve “örgüt üyeliği” suçlarıyla dava açıldı. O dava 2003’e kadar sürdü ama 3 buçuk ay sonra tutuksuz yargılama kararı verdiler. Tahliye olurken, artık tarafsızlığı bitmiş, savaş karşıtı birisi olarak sivil yaşama döneceğimi düşünüyordum. Ama beni yeniden askere alıp, hapishanedeki işkenceleri yeterli bulmamış olacaklar ki, yine aynı 3’üncü tugayın 1’inci taburuna gönderdiler. Bir süre tabur komutanının hakaretlerine maruz kaldım. Daha sonra beni ana karargaha yolladılar ve silah vermek istediler ama ben silahla eğitime çıkmayı da, başka herhangi bir faaliyette bulunmayı da reddettim. Bunun üzerine oradaki bahçelerden birinin sorumluluğunu verdiler ve “Durumun netleşinceye kadar sen burada kal” dediler. Orada 15 ay tutuldum, “durumum netleşinceye kadar” yani. Çarşı izinlerine bile uzmanlar eşliğinde çıkıyordum.
Zorunlu askerlikten sonra hayatınıza nasıl devam ettiniz?
Askerliğim süresince mahkemeler de devam ediyordu. O sırada bir takım kişiler Bafra’ya gidip hakkımda, “Bu teröristtir, yaklaşmayın buna” diye konuşmuşlar. Askerlikten sonraki 3-4 sene hiç dönemedim Bafra’ya. Sonraki dönemde de “Hakkınızda ihbar var” deyip sürekli evimi bastılar. Polis, çalıştığım iş yerlerine baskı yaparak defalarca işimden etti. “Madem sen bu çarkın dışına çıktın, biz de sana yapmayacağımızı bırakmayacağız” dediler bana açıkça. Ama sistemin anlamadığı bir şey var. “Bilgi köleliktir” denir. Bilginin nasıl bir şey olduğunu bir kez anlayınca artık onun peşini bırakamazsın, vicdan da böyle bir şeydir. Bir kere o körelmiş, üzeri tozlanmış olan vicdanın üzerindeki sis dalgası kalkarsa artık onun karşısında bedenin yapabileceği çok bir şey yoktur. Aç kalır, kolu kırılır, sürünür, birçok bedel ödersin ama artık vicdanı susturamazsın. Halkımız için de bu bir defa yapılabilse, vicdanlarına dönmeleri sağlanabilse, Kürdistan’da işlenen birçok suç gösterilebilse, barışın, kardeşliğin önüne kimse geçemez. O zaman halk, üzerindeki militarist baskıyı silkeler atar.
Esir asker olmak, iki taraf savaşırken kendini pazarlık masasında bulmak nasıl bir his? Bu durum esir askerleri nasıl etkiler?
Her esir askerde bir travma söz konusudur. Ben esirken Mesut Yılmaz bir açıklama yaptı. “Siz hangi askerleri almaya gidiyorsunuz? Bunların kimler olduğunu biliyor musunuz?” diye konuştu. Ben işaret ettiği kişilerle bir seneden fazla bir arada yaşadım. Siyasetle, sol görüşle hiç tanışmamış, tamamen karşı tarafa zarar vermek üzere savaşa katılmış kişilerdi. Ama esir düşünce bir anda istenmeyen kişi oluverdiler. Televizyon programlarında benimle ilgili, “eroinman, örgütle bağlantılı” gibi pek çok ithamlar yer aldı. Oysa ki ben 30 yaşıma dek sigara dahi içmemiştim ve başta da bahsettiğim gibi, askere giderken tamamen apolitik bir kişiydim.
Sizin durumunuzda travma, pek çok esir askerinkinden daha ağırdı. Yalnızca PKK elinde esir kalmadınız, daha sonra da işkencelerle, kötü muamelelerle ve davalarla yüzleşmek durumunda kaldınız. Kendi travmanızı nasıl atlattınız?
İşkenceleri, tehditleri görüp biraz daha sessiz kalmayı yeğlediğim zamanlar olmadı değil. Ancak vicdan bir kere harekete geçtiğinde seninle devamlı konuşuyor. Ben zindanlarla, askeri hapishanelerle ilgili ilk defa yazarken ellerim titriyordu. Sağımda solumda kimsecikler yok, polis yok ama içime işlemiş bir korku vardı. Savaşta birilerini öldürmeye giderken korku hissetmezsin fakat sen sisteme karşı ayağa dikilmeye kalktığında korku mekanizması devreye girer. Suça bulaştırılmışsan ama karşı bir tutum alman gerekiyorsa o korku devreye girer, yalnızlaştırılırsın. Günden güne yaşadıkların ve gördüklerinle içine kapanmaya başlarsın; bunlar en sonunda seni hasta eder, deli eder. Çoğu intihar da böyle olur. Savaşa bulaştırılan, suç işlemeye itilen sıradan askerler, uzman çavuşlar ve orta ölçekli subayların bir kısmı daha sonra bu suçlarla yüzleşemeyip intihar ettiler. Kullanılıp köşeye atıldılar; onları Frankenştayn gibi yaratanlar, bir köşede kendilerini yok etmelerini, ölmelerini bekledi. Belki o insanlara benim şöyle bir çağrım olabilir; “Artık korkmasınlar. Durumlarının sorumlusu sistemin kendisidir, onları ölüm makinaları haline getiren de, savaştıran da bu sistemdir. Suçluluk içinde yaşamaktansa, kendileri ile yüzleşmeleri, durumlarını deşifre etmeleri, nasıl savaşa itildiklerini anlatmaları onlar için kurtuluş yolu olabilir.”
Benim de kendimle yüzleşmem çok zaman aldı. Senelerce cesetlerle yatıp, cesetlerle kalktım. Senelerce yakılmış evlerin kabuslarıyla uyandım. Tepki koyup, beni savaşa bulaştıranları, beni savaşa dahil edenleri, beni oraya süren koşulları insanlarla paylaşarak, yakılan köyleri, yıkılan ocakları yazarak, o durumla yüzleşerek hastalıklı yanımdan kurtulmaya başladığımı gördüm. Bu sendromu kendimi yavaş yavaş ifade ederek, yazarak, yalnız olmadığımı fark ederek aşabildim.
Yazdıklarınız başka davalara konu oldu mu?
Bir yazıma, bir de konuşmama dava açıldı ama aleyhimde bir sonuç çıkmadı. Sonraları tehditler de kesildi. Yoğun bir çelişki halindeysen, durumunu netleştirmek, kendi saflarına geri getirmek için üzerine gelirler ama bende artık ok yaydan çıkmıştı. O tür şeyleri ordudayken ve askeri hapishanedeyken denediler. Aynı insana ikinci defa aynı yöntemlerle baskı yapamazsın, başka şeyler denemen lazım. Şahit olduklarımı paylaşmaya başlayınca, militarizme, kapitalizme karşı mücadele eden kişilerin varlığını fark edince yavaş yavaş ayağa dikildiğimi gördüm. Belki de zorla aktivistleştirildim. Sen bireyin her şeyine, her alanda saldırırsan o da sana karşı ayağa kalkar ve güçlenir. Bunları yaşamış herkesin de artık ayağa kalkması gerekiyor. Yoksa onları ölüm çukurlarına gönderenler kazanır. Benim askere gittiğim yıl doğanlar şu an askere gidiyorlar. Aradan 18 sene geçmiş ve yine aynı ölümler meydana gelecek, o ölümler yine kutsanacak, o cenazelerden yeni suç makineleri oluşturulacak. O suç makineleri savaşta ölmeyip geri dönebilirlerse, neden orada olduklarını anlayamadıkları için bu sendromun içinde kendi kendilerini yok edecekler. Asıl suçlular ise savaş politikalarını işletmeye devam edecekler.
Röportaj: Cankız Çevik / siddethikayeleri.com
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.