19 Aralık Pazartesi günü arkadan tabancayla vurulan Rusya’nın Ankara’daki büyükelçisi Andrey Karlov’un katili, muhtemel siyasi bağlantısı ne olursa olsun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dış politikasındaki derin çelişkiyi gün gibi ortaya çıkardı.
Kısa süre önceye kadar hem içeride hem dışarıda Sünni İslam’ın baş savunucusu olan yeni “Sultan”, zaten hayli kötü durumdaki bir Arap Sünniliğinin zararına ideoloji ya da milliyetçilik icabı kendilerini Şii davasının baş savunucusu ilan eden bir Rus-İran koalisyonunun uysal müttefiki haline nasıl geldi?
Aslında Erdoğan’ın Türkiyesi, tüm yatırımını Avrupa ve NATO’yla bağı üzerinde şekillendiren Kemalist modeli yavaş yavaş terk ettikten sonra, istikrarlı ve tutarlı bir dış politika tanımlamayı hiç başaramamıştı.
Cumhurbaşkanı, bir yandan ülkesinin Avrupa Birliği üyelik adaylığını sürdürürken, bir yandan da büyük bir bölgesel güç olmaya uğraşıyordu. Ama hangi “bölge” ve hangi zeminde?
Nüfuz arayışı
2009-2014 yılları arasında dışişleri bakanlığı yapan Ahmet Davutoğlu’nun yönetimindeki Türk diplomasisi, “sıfır düşman”lı bir nüfuz bölgesi yaratma fikriyle Kafkasya, Balkanlar ve Arap ülkeleri başta olmak üzere her yönde bir atağa kalkmıştı (Ermenistan’la, hatta Sırbistan’la yakınlaşma girişimleri ve Irak Kürdistanı’yla kurulan sıkı ilişkiler bunun sonucuydu).
Bu alan Osmanlı İmparatorluğu’nun alanıydı; bu nüfuz arayışı ise mekanik olarak Azerbaycan’da ve özellikle Ermenistan’da İran’la eski rekabete dönülmesini, aynı zamanda da Sovyetler-sonrası alana Ankara’nın el atmasına kötü gözle bakan Rusya’yla gerginlikler yaşanmasını icap ettiriyordu.
İmparatorluklar öyle kolay ölmezler. Devletlere yönelik bu nüfuz politikasına, toplumlar düzeyinde de Türk şirketlerinin (özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin) dikkat çekici yükselişi, Gülen okulları ağının (Arnavutluk’tan Azerbaycan’a, bu arada çok Hıristiyan Gürcistan’a) yaygınlaşması, Müslüman ülkelerde ise Başbakan’a bağlı Diyanet’in yönlendirmesiyle yerel din adamlarının yetiştirilmesi destek oluyordu.
Bu sinerji birkaç yıl boyunca çok etkili olmuştu; fakat “iyi komşuluk” politikası Arap Baharı’yla (2011), özellikle de Suriye ayaklanmasıyla darmadağın oldu.
Kasım 2011’de Türkiye Beşar Esad rejimine neredeyse savaş ilan etti ve Sünni muhalefeti destekledi. Aynı anda, Tunus ve Mısır seçimlerinde İslamcıların zaferi, Türkiye’de iktidarda olan AKP’ye, kendini Müslüman Kardeşler’in her çeşidinin “ağabey”i gibi takdim etme olanağı verdi. Bu hareketler de yeni siyasi oluşumlarına AKP gibi “adalet” ve “kalkınma” sözcüklerini içeren isimler koymuşlardı.
Böylelikle Türkiye, “iyi komşuluk” ilişkilerinden, özellikle Araplarla ilgili olarak bir büyük Ortadoğu stratejisine geçti. Erdoğan, Gazze’den Halep’e, Sünni Arap davasının baş savunuculuğuna soyundu; üstelik Mayıs 2010’da Gazze’ye giden yardım gemisine saldırı olayı, İsrail’le geleneksel ittifakın tekrar masaya yatırılmasına sebep olmuştu.
Sünniliğin baş savunucusu
Türkiye’nin Sünniliğin baş savunucusu olarak böyle konumlanması, AKP yönetimi altında etnik aidiyetin aleyhine bir şekilde ulusal kimliğin merkezine tekrar Sünni İslamı’nı getiren Türk iç politikasıyla tam bir uyum arz ediyordu.
Hükümet, ortak dini aidiyete vurgu yaparak Kürt “kültürel gerçeği”ne (dilin kullanımı) açıldı; Hıristiyan azınlıklara Kemalist seleflerine nazaran açık bir biçimde daha iyi davrandı – Mor Gabriel Manastırı’nın arazisinin iadesi, kimlik belgelerindeki din hanesinin kaldırılması, ayin dillerinin kamusal kullanımına izin verilmesi, vb.. Fakat Alevilerin tanınmasına hiçbir şekilde yanaşmadı. O sırada “Yeni-Osmanlıcılık”tan, hatta yeni sultan olmayı düşleyen bir cumhurbaşkanının yürüttüğü “İslamcı” bir politikadan söz edilebilmişti.
Sorun şu ki İran ve Rusya’yla ittifak, hem Osmanlı referansına hem İslamcılık referansına aykırı. Osmanlıların İranlılar ve Ruslar ile daima gergin ilişkileri olmuştur ve Kırım’dan Libya’ya kadar imparatorluğu savunmak için hep Sünni seferberliği üzerine oynamıştır (1517’de Sultan Selim’in kullanımdan düşmüş halifelik unvanını tekrar ele alması tesadüfen olmamıştır, zira Şiiliğin düşman Pers Devleti’nin resmi dini haline geldiği andır o).
Nihayet, 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimini takip eden haşin baskının paradokslarından biri, Devlet’e hiçbir maliyeti olmayan ve çoğu zaman Cemaat’le ancak uzak bir bağı kurulabilen, fiili olarak bir Türk kültürel ve ekonomik nüfuzunu temin eden yurtdışındaki Gülen ağı okullarını, derneklerini, camilerini, ama aynı zamanda küçük ve orta ölçekli işletmelerini de bizzat Türk hükümetinin dağıtmasıdır.
Ama özellikle çok mantıksal bir şekilde, Ankara’nın Tahran-Şam-Moskova ekseniyle ittifak etmesi Suriyeli Sünnilere desteğin son bulmasına (ya da daha zayıf bir desteğe), bunun sonucu olarak da sadece Türkiye’nin koruyabileceği Halep’in düşmesine yol açmıştır (Barack Obama bundan vazgeçeli uzun zaman olmuştu; Avrupalıların ise bu konuda ne iradeleri ne olanakları var).
İsrail’le yakınlaşmada da aynı şey söz konusu. Kısacası Ankara, Arap Sünnileri, özellikle de Müslüman Kardeşler’i yüzüstü bırakıyor. Türkiye’nin dış politikasının artık hiçbir İslamcı tarafı yok.
Kürt irredantizmi (Ç.N.)
Böyle bir çark ediş neden? Karmaşık bir nedenler bütününün hesaba katılması lazım. Önce, Müslüman Kardeşler kartı tutmadı: Tunus’ta (ve Mağrib’in diğer ülkelerinde) ulusal manzara içinde eriyip gittiler ve Türklerin kirveliğine/babalığına ihtiyaçları yok. Mısır’da ise baskı onları siyasi alandan en azından geçici olarak kovdu.
Ama özellikle, Türk hükümetinin saplantısı tekrar Kürt irredantizmi oluyor. Suriye’deki savaş Suriyeli Kürtlere Amerikan desteğiyle ülkenin başlıca askeri ve siyasi güçlerinden biri haline gelme olanağı sağladı (bunların 1 milyonunun Suriye devleti gözünde hiçbir yasal mevcudiyeti olmadığını hatırlatmak gerek).
Üstelik, hakim olan PYD, AKP ülke içinde kaosu andıran bir müzakere sürecine girmişken muhtemelen yanılarak Suriye krizinin Türkiye’de tekrar silahlara sarılmak için uygun bir fırsat yarattığını zanneden PKK’nın tecelli şekillerinden biri sadece.
Türkiye içinde karşılıklı husumetin tekrar alevlenmesi, kurtarılmış bölgeler yaratmayı boşuna deneyip bir halk seferberliğine ulaşamayan PKK için askeri ve kuşkusuz siyasi bir başarısızlık oldu.
Ama olan oldu ve PKK nazarında bağımsız olduğuna ikna edemeyen, Kürt hareketinin siyasi kanadı HDP üzerine baskıyla çökülüyor. Türk devlet aygıtına yönelik saldırıların tekrar başlaması Türkiye’deki tırmanışı ancak besliyor.
Son olarak, 2015’te Kobani’deki Kürt zaferi Ankara için bir dönüm noktası oldu.
Anti-Amerikan paranoya
Kasım 2015’te Türk Hava Kuvvetleri tarafından –bugün Gülenci pilotlara atfedilen!– bir Rus askeri uçağının düşürülmesi üzerine Moskova’yla gerginlik doruk yapmış da olsa, Ankara’nın geri dönüşünün şartları sahada oluşmuştu.
Temmuz 2016 darbe girişimi, her ne kadar epey noktalar gölgede kalsa da, hızlandırıcı bir rol oynadı. Sadece teknik bir bakış açısıyla, ordudaki (özellikle hava kuvvetleri gibi “teknik” diye tabir edilen güçlerdeki) ve güvenlik aygıtındaki amansız tasfiye, Türk ordusunu Kuzey Suriye’de, özellikle de Rus-İran koalisyonu karşısında belirleyici bir rol oynayamaz hale getirmiş durumda (1937 tasfiyeleri sonrasındaki Kızıl Ordu’nun 1939’da küçük Finlandiya karşısındaki zayıflığı düşünülsün).
Barack Obama’nın 1999’dan beri ABD’de sürgün olan –Gülen hareketinin ilham mercii– Fethullah Gülen’i ve Kürtleri, yani Erdoğan’ın gözünde ölümcül iki düşmanı desteklemekle suçlandığı anti-Amerikan paranoya da zikredilebilir. Bu ani çark edişi sadece nihayetinde eski bildik realpolitiğe dönülen stratejik bir kinizme de bağlayabiliriz.
Ama her halükarda Türkiye, birden, sahayı Suriyeli Kürtlerin işgal etmesine engel olmak için kullanılan Suriyeli Sünni isyancıları kaderleriyle baş başa bırakıyor; özellikle de benzersiz Osmanlı kentlerinden Halep, Rus uçaklarıyla Şii birlikleri tarafından yok edilmeye bırakılıyor. Halep’te ölenler, gerçekte Yeni-Osmanlı rüyası ve Sünni dayanışması olmuştur.
Rus büyükelçisinin katili, her ne kadar Erdoğan’ı söz konusu etmekten sakınsa bile, tam da bunu hatırlatmaya gelmişti. Rejimin muhayyilesini geniş ölçüde teşkil eden unsurların böyle terk edilmesinin parti militanlarında, hatta AKP’nin ortalama seçmeninde bir yankısı olmalı. Suriyeli mültecilerin ağırlanması (Türkiye’de milyonlarca kişiyi ilgilendiren) karşısında surat ekşitenlerin çok olduğu, Halep için ölmekte tereddüt edeceklerin de çok olduğu muhakkak.
“İslamcı” diplomasi diye bir şey olmadığı da biliniyordu; dış maceralara atılmamak için ulusal çıkarlara atıfta bulunulması da muhakkak anlaşılırdı. Fakat İslami dayanışmanın ve Osmanlı mirasının bir hamlede elinin tersiyle itilmesi, Sultan’ın imajına bir darbe vuruyor ve Türkiye’nin bölgedeki rolünün yeniden nasıl tanımlanacağı sorusunu ortada bırakıyor.
Le Monde - Çeviri: Haldun Bayrı - (medyascope.tv)
Olivier Roy’nın son iki kitabı Kayıp Şark’ın Peşinde, Metis, 2015; ve Le Djihad et la mort (Seuil, 2016; “Cihad ve Ölüm”, 2017 Metis programında).
Ç.N. Kurtarımcılık; dil, gelenek, görenek ve çeşitli kültür değerleri bakımından bir birlik gösterdiği hâlde, anayurt dışında kalmış halkın yaşadığı toprakları anayurt sınırları içine almak düşüncesini temel alan akım.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.