İçinde odunların çıtır çıtır yandığı kuzine sobanın ısıttığı evin büyük odasında, oturduğu yer minderinde, bir o yana bir bu yana sallanırken anımsıyorum. Onu böylesine mest eden şeyin, transistörlü eski ahşap radyomuzdan odaya yayılan Erivan Radyosu’nun iç yakan ezgileri olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Babaannem, gelin geldiği Türk evinde, uzak kaldığı kendi dili ve köklerine olan hasretini radyodaki Kürtçe ve Ermenice ağıtların ezgilerini dinleyerek gidermeye çalışıyordu...
Çoğu şeyin farkında değildik çocukken. Güzel arkadaşlıkların temelinin atıldığı yıllardır liseli yıllarımız. Henüz farklılıklarımızı da keşfetmemiştik ya da başkaları bize bunu öğretmemişti. Okulda yeni öğrenmeye başladığımız İngilizce dışında, bazı arkadaşlarımın, anlamadığım farklı bir dilden konuştuklarını fark ettiğim dönem, bu dönemdi. Kürtlerle bu liseli yıllarda tanıştım. Arkadaş canlısı, nedense biraz ezik, yaşları geç, hatta bir kısmı evliydi. Çocukları bile vardı. Öğrenciyken evlilik, yasal olarak mümkün olmadığından okula geldiklerinde yüzüklerini çıkarırlardı. Ben onlara güzel Türkçe yazmayı, onlar da bana Kürtçe sözcükleri öğretirlerdi...
Aralarında Kürtçe konuştuklarında, hocalardan uyarı alırlardı. Resmi erkâna dair nedense belli belirsiz bir ürkeklik, bir korku taşırlardı. Yıllar sonra, deniz kenarındaki arabamızda müzik dinlerken yaşadığım ve hafızamda keskin bir bıçak dilimi taşıdığım o küçük anı birçok şeyi anlamama yetmişti. Arabadan yükselen Kürtçe ağıtların sesini, yaklaşan polis otosunu gördüğünde, aceleyle teybi kapatarak kısan arkadaşımın yüzündeki tedirginlikti beni ikna eden. Kim bilir, bu civanmert yüreklerde birikmiş ve kimselere itiraf edemedikleri nice anıları vardı onların. O gün, arkadaşımın yüzündeki korkuyla karışık endişe dalgasını sessizce izleyen gözlerim, suskun bir ölü gibi önüme düştüğünde anlamıştım bunu.
ADI 'DAĞ TÜRKÜ'NE ÇIKAN ARKADAŞLARIM
Arkadaşlığın ne ırkı olurdu ne teninin rengi ne dili ne de inancı... Hiçbir şey bozamazdı, henüz para ve mülkiyet dünyasıyla tanışmamış dostlukları. Her ne kadar yıllarca, tek bir ırk ve ulus kavramı üzerinden gurur duymamız öğretilse de bizlere, yine de arkadaşlık başkaydı işte.
12 Eylül 1980’de, televizyonlardan onların Kürt değil ‘kırt’ olduklarını öğrendiğimde hiç şaşırmadım. 700 bin kişilik orduyu yöneten ve sonradan bir ülkenin kaderini belirleyecek olan en rütbeli generalin ağzından duyuyordum bunu; dağlarda karda ayakları ‘kart kurt’ diye ses çıkaran dağ Türkleriymiş aslında benim arkadaşlarım.
Adı ‘Dağ Türkü’ne çıkan arkadaşlarımın o masum çaresizliğine olan sempatim sonraki yıllarda da devam etti. 12 Eylül’ün sonraki aylarında Adıyaman’ın bir dağ köyünde öğretmenlik yapan ablama giderken beni yolda karşılayan köy azası Şeyho, bu sempatinin belki de doruk noktasıydı. Toprağı erozyona uğramış taşlı köy yolunda, ince, uzun boyu ve siyah şalvarı içinde, yüzünde gülümsemesi hiç eksik olmayan bir insandı Şeyho. Ellerini, önünde mahcup bir edayla kavuşturmuş, bendenizin karşısında boynunu kırmış, ışıl ışıl gözlerle köylerine hoş geldin diyordu... Kus kurban olur gibi bir hali vardı; sanırsın 18 yaşında toy bir delikanlıyı değil, sanki bir kralı, şahı karşılıyordu Şeyho. Onun, o masum saflığının sadece ona özgü değil, aslında köyün tüm halkına ait olduğunu gecikmeden öğrenecektim. Köylerden zoraki silah toplayan 12 Eylül cuntasının estirdiği korku fırtınası tanığımdı; giderek kendi köylerine yaklaşan askerlerin “Silah teslim edin” talebine köylüler ne yanıt vereceklerini tartışıyorlardı. Eski çakaralmaz silahlarını, dede yadigârı tüfekleri ve Rus beşlilerini, köy muhtarı ve ihtiyar heyetiyle birlikte öğretmenin evinde yaptıkları toplantıda, öğretmene de danışarak karar vermeyi sağlayan, arka planı olmayan bir saflıktı bu.
Ankara’ya döndüğümde, haber ardımdan tez gelmişti; yeşil kasırga ablamların köyüne ulaştığında, teslim edilen onca çakaralmaz silah, eski tabanca ve tüfek ikna edememişti askerleri. Gülerken 32 dişiyle birden gülen, o en sevimli haliyle sempati dünyamın doruğunda yer alan köy azası Şeyho, götürüldüğü karakolda gördüğü işkenceden, kolu ve bacağı kırılmış olarak köylülere teslim edilecekti.
VESİLE'NİN ÇARESİZLİĞİ
2012 yılı Mayıs ayında, bir belgesel filmin çekimleri için gittiğimiz Diyarbakır’da, yolumuz bir dağ köyüne düşmüştü. Film ekibinin çekimler için köy içine indiği sırada, konuk olduğumuz yoksul Kürt evinin tek odadan ibaret odasında, 13 yaşındaki Vesile’yle yalnız kalmıştım. Üçü genetik bir hastalığa sahip, yedi çocuklu ailenin en büyüğüydü Vesile. Onunla, duvarları badanasız o küçük odanın ıssızlığında aramızda geçen iletişim, göğsümü tutuşturacak denli bir ateşin tüm bedenimi sarması gibiydi. 3. sınıfa gittiğini öğrendiğim Vesile’yle, diyaloğumu duvardaki takvimin yazısı üzerinden kurmaya çalışmıştım. 13 yaşında bir kız çocuğunun, beyaz bir duvar önünde birkaç kelimeden mürekkep basit bir cümleyi okuyabilmek için ıkına sıkına çaresizce kıvrandığını görmemle buruk bir hezimete dönüşmüştü çabam. Kendisiyle iletişim kurmanın eğlenceli ve basit bir yolu olarak gördüğüm o birkaç kelimeyi okutmak, Vesile’ye ayaküstü işkence gibi gelmişti. Kalbi buruk Vesile’nin kızaran yanaklarındaki mahcubiyeti görmezden gelmiş ve onun masum çaresizliğini bir bıçak yarası gibi göğsüme gömmüştüm. Sonradan öğrenecektim onun ilkokula başlarken Kürtçeden başka bir dil bilmediğini; sesleri bir uğultu gibi kulaklarına çarpan ve ne dediğini anlamadığı öğretmeninin Türkçe dışında bir dil konuşmayı yasak ettiğini. Vesile, henüz anasının karnındayken işittiği, doğduktan sonra da kulaklarını okşayan, ninnileriyle uyuduğu, ağıtlarıyla oyalandığı bir dilin çocuğuydu; o, çocuk ruhunu okşayan, anasının şefkatli dilinden mahrum bir şekilde, başka ve yabancı bir dile mahkûm kalarak öğrendiği Türkçesiyle okumaya çalışıyordu duvardaki takvim yaprağını...
Geçen aylarda aralarında Antropolog Müge Tuzcuoğlu’nun da bulunduğu 19’u tutuklu, 27 kişinin yargılandığı ‘ KCK’ davasında savunmalar alınmıştı. Mahkeme heyeti, Türkiye’nin kurucu antlaşması Lozan’ı da (madde. 39) çiğnemek pahasına, sanıkların Kürtçe yaptıkları savunmalar için “Ne dedikleri anlaşılamamıştır” diyerek ‘kaçma şüphesi’ gerekçesiyle tutukluluklarının devamına hükmetmişti...
Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kurmuş köklü bir devlet geleneğinin 21. yüzyılda sergilediği bu arkaik tutumun trajikomik hikâyesinin özeti... Devasa bir imparatorluktan hayatta kalmaya çabalayan bir ulus devlete geçiş travması; askeri cuntalarla beslenmiş bir rejim, ötekileri yok saymayı büyüklük, otuz yıldır akan kanı olağan gösterme çabasındaki bir zihniyet...
Bir büyük sonsuzluk içerisinde, giderek soğumakta ve küçülmekte dünyamız. Biz görür müyüz bilmem. İşte böyle bir yeryüzünün kaynaklarını adil ve hakkaniyetli biçimde paylaşmasını bilecek kadar gelişmiş ve gerçekten uygar olan ileri bir kuşağın çocukları eminim görecektir. Milyonlarca yıl öncesini bugünden araştıran sosyal antropoloji, gelecekte insanın insana hükmetmeden yaşayacağı bir dünyanın da bilimi olmaya devam edecektir. Ve işte, o günden geriye doğru baktığımızda, milyonlarca yıl öncesine varmadan önceki zaman çizelgesinin, 2012 yılını işaret eden noktasında tarih kitapları belki de şöyle yazacaktır: “Ne dediği anlaşılamayan halk; Kürtler.”
Yusuf Nazım (Öykü yazarı) - Radikal
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.