Kürt sorununda bugüne kadar yaşananlar ve bugün gelinen noktaya ilişkin konuştuğumuz Kürt Siyasetçi ve Yazar Naci Kutlay, bugüne kadar ne siyasi iktidarların ne de muhalefetin Kürt sorunu bakımından akılcı çözümler ortaya koyamadıklarını belirterek, Başbakan Erdoğan’ın 2005’te Diyarbakır’da yaptığı konuşmayı hatırlattı. “Diyarbakır konuşmasıyla Uludere’de öldürülen 35 Kürt köylü yurttaşımızın trajik konumu dönemindeki konuşmaları dinlediğimizde acaba aynı başbakan mı söylüyor” diye soran Kutlay, “İşin acı yanı, iktidar ve resmi kurumlarımız, bu sorunun ancak Kürtlerle birlikte çözümlenebileceğini dikkate almıyor ve bu nedenle Kürtlere sorma gereği duymuyorlar” dedi. Muhalefet partileri ve devlet kurumlarının, Kürtlerin demokrasi istemlerini ‘bölücülük’ olarak nitelemelerini eleştiren Kutlay, “Ne var ki; değişimin önü alınamıyor. Kürt sorunu da değişecek” dedi.
Kürt tarihi, sosyolojisi ve sorunlarına ilişkin kitaplar yazan ve önümüzdeki aylarda ‘Kürt Kimlik Oluşum Süreci’ ve ‘Kürtlerde Mirazî Bê Dil- Gönülsüz Evlilikler’ isimli iki kitabı daha çıkacak olan Naci Kutlay sorularımızı yanıtladı.
AKP iktidara geldiğinden bu yana birçok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da ‘açılım’ adını verdiği bir politikayı uyguladı. İktidardaki 10. yılını da geride bırakmak üzere olan AKP’nin Kürt sorunununa ilişkin politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, ulus-devlet anlayışının yerleşimi, homojen bir Türk “milleti”nin oluşumu için yapılanlar, Türkiye için “yeni” ve “sıkıntılı” oldu. Sosyal ve siyasal yapılanmalar çok şeyi alt-üst etti. Osmanlı Devleti’nden kopuş, dinsel devlet anlayışından laik, seküler anlayışa geçiş söz konusu oldu. Toplumun ekonomik, siyasal ve kültürel elitlerinin yerini cumhuriyeti kuran sivil-asker bürokrasi ve onların yanında da cılız burjuvazi yer aldı. Devlet eliyle oluşmakta olan burjuvazi, tarihsel burjuvazinin görüşlerinden uzak, sivil-asker kurucuların üçüncü ayağı gibi konum aldı. 1930’lu yıllarda Kürtler; Müslüman olmayanlar ve dindar Müslümanlar, otoriter, militer ve laik devletin baskılarını yaşadılar. Egemen ideoloji milliyetçilik, etnik Türk milliyetçiliğiydi. Bu nedenle toleranssız ve giderek küçülen, daralan bir dünya görüşü egemen oldu. 1938’den sonra bu anlayış devam edemedi, ancak başka bir şekilde sürdürüldü. Dindarlar üzerindeki baskı giderek gevşemek zorunda kaldı. İslamcı entelektüeller gün yüzüne yeniden çıktılar. Siyasi İslami görüş, bu tarihlerden sonra giderek güç kazandı ve çok partili yaşama geçişte Demokrat Partinin yanında yer aldı ve 1950’de tek parti iktidarı olan CHP, yönetimi kaybetti. Sivil-asker bürokrasinin egemenliği gevşedi. Bu yıllar, İslamcı görüşlerin tartışıldığı yıllar; giderek halktan, demokrasiden ve İslam’dan söz edildi. Başka bir görüşmemizde incelememiz olanaklı, İslamcı görüşlerin demokrasileri Batı’lı anlamdaki demokrasinin çok dışındaydı. Askeri vesayet artık sosyalizm karşıtı olmayı da, antisovyetizmi de hedefleri arasına almıştı. İşte bunlara bakıp yaşam biçiminde siyasal İslam “demokrat” bir biçimde beslenmedi ve biçimlenmedi… Yine de insafsızlık etmemeli, bir ölçüde değişiyordu bu anlayış. Bu nedenle günümüzde iktidarda olan AKP, Batı’lı anlamda “demokrat” olmada güçlük çekiyor. Çoğulcu görüş, tarihen uzun bir süreçte kazanılmış bir olgudur. Bunları göz önüne alarak, diyorum ki; AKP köklü demokratik anlayışlara hazır olmayarak iktidara geldi. Bunun da sıkıntılarını yaşıyoruz. Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında yer alıyor. Osmanlı Devleti’ndeki ‘millet’ anlayışının izleri yok sayılarak ‘ulus-devlet’ anlayışına geçildiğinde, Kürt sorunu inkar, asimilasyon, otoriter ve militer görüşlerle şekil almıştı 1950’li yıllarda. Hazırlıklı olunmazsa, çözüm projelerine sahip olunmazsa sıkıntılı olur değişimler. Ne var ki; değişimin önü alınamıyor. Değişim süreci durdurulamaz. Kürt sorunu da yeni açılım ve değişimlerle devam edecek. Bunu yalnız AKP’den değil, herkesten beklemek durumundayız. En başta da iktidardan. Beklediklerimizi bulamadık, ne var ki, çok da mesafe alındı.
AKP’nin ‘açılımı’yla birlikte 2007 yerel seçimlerinin ardından aralarında belediye başkanları, insan hakları savunucularının da olduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu gözaltı ve tutuklama furyası devam ediyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aralarında seçilmiş belediye başkanları, il encümen yöneticileri, siyasi parti yöneticileri, ünlü–ünsüz gazeteciler, akademisyenler ve avukatlar gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Tümünün BDP’ye yakın kimseler olmaları ya da bu partinin yöneticileri olmaları ülkede ve yurt dışında tartışma konusu oldu. Yaşananların kabul edilebilir yanı yok. İşaret ettiğim gibi, demokrasiye geçememenin bir yanı da bunlar. Yeni ve ileri anlayışlara geçememenin sıkıntıları diyebiliriz. ‘Türk etnik kimliği’ dışındaki kimliklere ilgi duymak, ‘bölücülük’ olarak algılanırken, inanç duyarlılığı da ‘mürtecilik’ şeklinde görüldü. Kürtler, bu iki suçlamayı da yaşadılar. Uzun yıllar bu çağ ve demokrasi dışı yöntemleri uygulayan, uygulamak isteyen devlet, devlet yöneticilerini susarak onaylayan Türkiye’li aydın ve yazarlar artık bu algılamayı savunmanın olanağı kalmadığını gördüler. Bu nedenle değişim buralara da yansıdı. Kimlik sorununun alacağı form ve bu uğurda yapılan mücadelelerde, önemli ve belirleyici bir konum da son yıllarda gelişen globalleşmedir... Olağanüstü durumlarda ani karar değişiklikleri doğaldır, yine de bunun bir iç tutarlılığı beklenir. 12 Ağustos 2005’te Başbakan Tayyip Erdoğan Diyarbakır’a gitti. Bu, sıradan bir ziyaret değildi. Türkiye’de önemli bir sorun var, bu da Kürt sorunudur. Sorundan söz edilince Diyarbakır akla gelir. Tüm yabancı siyasiler Ankara’dan sonra Diyarbakır’a gidiyorlar. Bunun anlamı olmalı. Ulusalcılar yabancıların ‘Diyarbakır’ ziyaretine kızarlar. CHP ve MHP’liler de. Onlara göre; ‘Kürt’ ve onların bazı sorunları var, ama, “Kürt sorunu” yoktur. Kökleri tarihin derinliklerine dek uzanan “Kürt sorunu”nu akılcı çözüme kavuşturmak öyle kolay değil. İşin kötü yanı; iktidar ve muhalefet olarak, günümüze kadar, siyasilerimizin ve partilerimizin buna hazırlıklı olmadıklarıdır. “Kürt sorunu”nu ilk kez gerçek isim ve anlamıyla 2005 yılında Diyarbakır’da dile getiren Erdoğan ve AKP, sorunun büyüklüğünü ve karmaşıklığını ve de önemini ne ölçüde anlıyorlar? Erdoğan’ı eleştiren muhalefet partileri de öyle. Bu nedenle hiçbir çözüm önerileri yok. Bakalım Erdoğan söylediklerinin içini nasıl dolduracak ve arkasında durabilecek mi? İnişli çıkışlarla tam tersi noktalara ve söylemlere rahatlıkla gelebiliyor. Bu nedenle güvensiz süreçler yaşanıyor. Somut öneriler zincirinde hangi halkalar var? 12 Ağustos 2005 Diyarbakır konuşmasıyla Uludere’de öldürülen 35 Kürt köylü yurttaşımızın trajik konumu dönemindeki konuşmaları dinlediğimizde acaba aynı başbakan mı söylüyor bunları diye düşünürsünüz.
Kürtlerin talepleri hep ‘bölücülük’ olarak değerlendirildi. Ve talepleri dikkate alınmadı. Buna dair neler diyeceksiniz?
Sorun artık yıllar öncesinin sorunu değil. Uluslararası bir sorun olduğu yeterince görülmüyor. Hem de sıradan bir uluslararası sorun da değil. İşin acı yanı, iktidar ve resmi kurumlarımız, bu sorunun Kürtlerle birlikte çözümlenebileceğini dikkate almıyor ve bu nedenle Kürtlere sorma gereği duymuyorlar. Buradan hareketle, muhalefet partileri ve devletin kurumları, Kürt sorunu söz konusu olunca, demokrasi adına yapılan Kürt istemleri için “bölücü” sıfatını kullanıyorlar. Yine önemli bir husus; İslami devlet ve ulus-devlet görüşündekilere göre, ‘devlet hata işlemez. Devletin ulu hikmeti sorgulanamaz.’ Ülkenin siyasi iç yapısındaki güç dengeleri, siyasi irade yanılsamaları bir yana, son yıllarda artan bir ağırlıkla Kürt sorununun dış konjonktürle olan ilişkileri daha da yoğunluklu hal aldı. Kürtlerin yaşadıkları bölge devletleri, AB ülkeleri ve ABD’yi ilgilendirdiği ölçüde, ülkemizdeki etkileri her gün yeni biçimlerle karşımıza çıkıyor. 1920’lerin, 1950’lerin ve hatta 1980’lerin Kürt sorunu yok şimdi. Feodal bir yapının, eğitimsiz ve dünyadan izole Kürtleri de yok artık Ortadoğu ülkeleri de göreceli ileri noktalara vardılar. Otoriter, militer ve antidemokratik bölge devletlerinde değişim ve demokratikleşme hareketleri giderek hız kazanıyor.
BİR KÜRT AYDIN HAREKETİ: 49’LAR OLAYI
49’lar olarak bilinen Kürtlerin sürgün ve tutuklama olayının mağdurlarından biri olarak, o dönemle günümüzü karşılaştırdığınızda Kürtlerin durumu ve Kürt sorunun çözümüne dair yaşanan gelişmelere dair ne söylersiniz?
49’lar Kürt toplumunun yakın tarihinde iz bırakan bir olay. Bunu ‘49’lar Dosyası’ adıyla kitaplaştırdım. 1959 yılı sonunda yaşanan 49’lar Olayı’na karışanların çoğu üniversite öğrencileri ve meslek sahibi aydınlardı. Daha sonraki yıllarda, bunlardan bazıları bakan, senatör ve milletvekili olarak politikada yer aldı. İçlerinde illegal Kürt örgütlerinde yöneticilik yapanlar oldu. 1960’lı yıllarda, çoğu Kürt çevrelerde 49’ların kişilikleri, yargılamalardaki tutum ve davranışları tartışma konusu olmaya devam etti. Ben de bu olayın aktörlerinden birisiyim. İddianamede 49’lara yüklenmek istenen suç; yabancı devletlerin müzahereti ile devletin birliğini bozmaya ve devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf fiil işlemek. Ancak çok önem verilen bu konu dediğim gibi yeniden ele alınmalı. Benim kitaplaştırdığım daha çok belgelerdir ve 251 büyük sayfalı çalışmadır. Kırkdokuzlar’ın tutuklandıkları 17 Aralık 1959 tarihindeki mesleki konumları şöyledir: Subay 6, üniversite öğrencisi 27, işçi 1, tüccar 3, doktor 2, avukat 4, fabrikatör 1, muhasebeci 1, Y. Ziraat Müh. 1, nakliyeci 2, gazeteci 2, memur 1. Yedi buçuk yılı aşkın bir yargılama süresinden sonra sanıkların çoğu öğrenimlerini bitirmiş ve yeni meslekler edinmişlerdi. Mesleki konumlarını gösteren çizelge şu şekle dönüştü: Emekli subay 3, doktor 8, hukukçu 15, muhasebeci 5, tekniker 1, tüccar 3, fabrikatör 1, memur 1, ziraat müh. 2, öğrenci 1, orman müh. 3, nakliyeci 2, diş tabibi 1, işçi 1, gazeteci 2, yük. Mühendis 1. 49’lar Olayı sanıklarının sosyal konumları ve mesleki durumları incelendiğinde, bu olayın daha çok bir ‘Kürt aydın hareketi’ olduğu görülür. Sanıkların büyük çoğunluğu öğrenci ve yargılanma sonrasında ise yeni meslek sahibidirler. Çoğu küçük burjuva kökenlidir. İddianamenin incelenmesinden ve sanıkların sorgulamalardaki yanıt ve savunmalarından anlaşılacağı gibi tümü yurtsever duygulara sahipti. Bilinç düzeyleri ve dönemin kendine özgü koşulları gereği, istemleri genellikle Kürt dilinin ve kültürünün yasaklardan arındırılması, Kürtlerin eşit düzeyde tutulmaları ve bölgeler arasındaki dengesizliğin ortadan kaldırılması olmuştur. Bu hem-şehri öğrenciler kendi aralarında toplanmış, mektuplaşmış, resim çektirmiş ve folklor gösterilerinde bulunmuştu. Herhangi bir örgütlenmeye girişmedikleri gibi, arayışlarında buna ilişkin işaretlere de rastlamıyoruz. Bu arkadaşlardan hayatta kalanlar bildiğim kadarıyla 21 kişidirler. Yeniden ele alınıp incelememin bir nedeni de daha sonraki yaşamda ve Kürt siyasi sürecinde, ‘Kürt solu’, ‘Kürt sağı’ ve ‘İllegal Kürt örgütleri’ 49’lar Hareketi’nden ve onların etkilerinden çıktılar. O dönemi bugünlerle karşılaştırmak olanaksız. Kürtler de ve genel olarak Türkiye toplumu da sosyal ve siyasal konulara oldukça duyarsızdılar. Her şey, ama her şey çok değişti, dönülmez bir noktaya ulaştı. (Şerif Karataş - Evrensel)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.