Dindar kimliğin siyasallaşma süreçlerinde Türk ve Kürt kadınlar 90’larda ön saflardaydı. Özellikle başörtüsü mücadelesi yıllarında sert “Kemalist-laik” uygulamayla karşı karşıya gelenler bu kadınlardı. “Din kardeşliği”nin yanı sıra onlar aynı zamanda “hanım kardeşti”ler. Bu nedenle var olduğu söylenen kopuşun sertliğini buradan da okumak mümkün, diyerek Mazlum-Der Genel Koordinatörü Nurcan Aktay’la konuştuk.
Aktay, cinsiyet temelli örgütlenmelerde bile “Türk – Kürt” saflaşması olduğunu, “Türk Müslümanların, Kürtlerin yaşadığı zulüm söz konusu olduğunda çifte standartlı davrandığını” anlatıyor. Afrika ülkelerine giden insani yardım örgütlerinin Roboski'ye gitmediklerine işaret eden Aktay, “devlete muhalif olanların, iktidara gelince devlet sorunları kalmadığını; iktidarın değil iktidarın sopasının el değiştirdiğini” söylüyor.
Canan Yıldız'ın T24 adına Nurcan Aktay'a yönelttiği sorular ile cevapları...
- 34 insanın bombalanarak öldürüldüğü olay sonrası Kürt İslamcılar adına hep erkekler konuştu ve olayın Türk İslamcılardan kopuş sürecini görünür kıldığı söylendi. Dindar Kürt bir kadın olarak sizce Kürt sorunu din üstü bir sorun mu ve cinsiyet soruna bakışı belirliyor mu?
Öncelikle sorularınızda geçen tanımlamalarla ilgili yaklaşımlarımı ifade etmek isterim; Birincisi, Kürtlerin kendilerini “İslamcı” olarak tanımlamadıklarını düşünüyorum. Her ne kadar Said- i Kürdi gibi Kürt entelektüeller de referans alınıyor ve harcında Kürt aydınlarının katkısı olsa dahi Kürt örgütler kendilerini İslamcı olarak tanımlamıyorlar. “İslamcılar / İslamcılık” denildiğinde kimsenin aklına Kürtler / Kürt meselesi gelmez mesela. Dolayısıyla ben de kendimi hiçbir zaman “İslamcı” olarak tanımlamadım. Bununla birlikte İslamcılığın derin bir tartışma konusu olduğunu ve bu konuda ciddi manada araştırmam olmadığını söyleyebilirim. Tamamen gözlemlerime dayalı olarak söylüyorum. İkinci mesele ise bu sorunun tanımlanması meselesidir. Bunu bir sorun olarak görüyorsak en doğru adı “Türkleştirme” sorunudur bana göre. Türkleştirme sorunu, bu ülkede yaşanan bütün sorunların temelini oluşturur. Ancak özelde Kürtlerden bahsediyorsak, Müslüman Kürtler, “Kürdistan meselesi” tanımını tercih ediyorlar.
Sorunuza gelirsek; bu konuda hep erkeklerin konuştuğu fikrine katılmıyorum. Ayrıca bunun cinsiyet üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutulmasını tereddütle karşılıyorum. Elbette ki Kürt / Kürdistan meselesi cinsiyet üstü bir meseledir. Din üstü bir sorun olarak da görülemez, çünkü benim din algıma göre, dinin kapsamadığı bir mesele yoktur. Bakıldığında Kürtlerin sistemle olan sorunlarının temelinde de sistemin dine karşı yaklaşımı önemli bir gerekçe oluşturur. Şeyh Said’ in başkaldırışı dinden ayrı olmadığı gibi, din çıkışlıydı mesela.
- Nasıl etkilendiniz bu olaydan; siyasi konumlanış açınızdan soruyorum?
Açıkçası duygusal bir kopuş yaşadım. O güne kadar bu sorunun halkların dışında üretildiğini düşünüyordum. Ancak Roboski katliamı sonrasında gelişen süreçte alınan tavır her ne kadar kendi dışında üretilmiş olsa da, sorgulanmadığını, karşı çıkılmadığını gösterdi bize. Dolayısıyla iki halkın bir arada mücadele vererek bu kirli savaşı bitireceğine dair inancım neredeyse tamamen yıkıldı. Zira ne kadar adil durmaya çalışırlarsa çalışsınlar; söz konusu Kürtler olunca Türk arkadaşların zihinlerinde “ama”lar başlıyor. Üretilmiş korkulardan bağımsız duramıyorlar. Buna , katliamın akabindeki sessizliği, iki gün sonrasında yapılan yılbaşı kutlamalarına karşı tepkisizliği ve sürekli hükümetin gözünden yapılan değerlendirmeleri örnek verebilirim ki, bu sorgulamalar ancak katliamı meşrulaştırmaya yarıyordu. Katliam ilk yaşandığında, rejimin bu uygulaması ve iktidarın konuya yaklaşımı, bilinçaltı düzeyinde verilen tepkiyle örtüşüyor. Şaşırtıcı olanı, iktidar ile ilişkisi sürdüğü halde, hâlâ kendisinden ümidimizi kesmediğimiz kimi Türk İslamcıların aldığı tavır aramıza daha da net sınırlar çizdi. Mesela geçtiğimiz haftalarda Mazlumder, Afyon’da yaşanan olaylarla ilgili bir rapor yayımladı. Orada, kaynağını etnik bir sorunun oluşturmadığı, gençler arasında yaşanabilen / yaşanan sıradan bir kavga sonrasında Afyon Sultandağı’daki Türkler kırk yıllık komşuları olan Kürtlere ekmek dahi satmadılar. Dolayısıyla sorun üstte belirlenen politikada / politikacılarda deyip bunu benimseyen halkı nasıl ayrı tutacağız? Ayırsak dahi sonucu değiştirmeyecekse...
- Siz dindar Kürt kadınlar olarak kendi aranızda bu süreci nasıl değerlendirdiniz? Türk - İslamcı çevrelerden kopanlar oldu mu aranızda?
Dindar Kürt kadınlar olarak ayrıca bir gruplaşmamız söz konusu olmadı hiç. Bununla ilgili genel bir değerlendirme yapabilirim ancak. Bu sürecin ardından Türk İslamcılarla birlikte iş yapma arzusunu sürdüren arkadaşlarımız, içinde bulundukları çelişkilerinden kurtuldular ve ayrıştılar. Ancak her zaman böyle bir sonuç alınmadı. Bunun dışında, Türk İslamcılar ile karşı karşıya kalmayı göze alamayan arkadaşlarımız da, halkı ile arasına mesafe koydu ve iktidar politikalarını kendi vicdanlarına tevil ettiler.
- Siz kendi sosyal çevrenizde Kürt-Türk meselesini nasıl yaşadınız? Çünkü sadece din değil cinsiyet dayanışması da var aranızda. Bu anlamda erkeklerden farklı nasıl tartıştınız ya da tartışıyorsunuz?
Söz konusu Kürt realitesi olunca cinsiyet temelli meseleye hiç yaklaşmadım. Aslında Türk kadınlarının da öyle yaklaştıklarına şahit olmadım. Konu Kürt realitesi olunca argümanlar hep aynı; bölünme korkuları vs... Anlayacağınız cinsiyet temelli kurulmuş gruplarda dahi “Kürtler” ve “Türkler” olarak safımızı aldık!
'Türk Müslümanları çifte standartçı davrandı'
- Diğer yandan başörtüsü mücadelesinde bir ortak tarihiniz olduğunu düşünürsek bunun getirdiği duygudaşlık, vefa v.s. gibi değerlere rağmen neden Kürt meselesinde hakkaniyetli bir noktaya gelinemiyor?
Bana göre bu tek tipçiliği dayatan asimilasyoncu sistem, öncelikle Türk Müslümanları asimile etmeyi başardı. Nitekim Türk Müslümanları “insana” dair meseleleri zihinlerinde “İslami” ve “İslamdan bağımsız” olarak ikiye ayırdılar. İslami mücadeleyi başörtüsü, Filistin, Kur’an kursları, İmam Hatip meselesi gibi sorunlara endekslediler ve bununla sınırladılar. Ancak Kürtlerin yaşadıkları zulümler söz konusu olduğunda Türk Müslümanları İslami referanslarla bu konuya değinmedi. Birinde inancı Kur’an ayeti ile sağlamlaştırırken, diğer mağduriyetin dile getirilişini ise Misak-ı Milli sınırlarına tehdit olarak değerlendirerek çifte standartçı davrandılar. Nitekim başörtüsü için verilen mücadele son derece meşru görülürken, Kürtlere yapılan zulüm söz konusu olduğunda bunun dillendirilmesi dahi milliyetçilik olarak algılanıp ümmetçi yaklaşım telkin edildi. Bu güne kadar Kürt meselesine en ilerici bakan Müslümanlar dahi “Bütün diller Allah’ın ayetidir”de kaldı. Ancak işin pratiğine gelindiğinde bu kadar net tavır sergilendiğini düşünmüyorum. Oysa Kürtler anadil filan konuşmuyorlar artık. Eşit olmak istiyorlar Türklerle. En az onlar kadar “insan” yerine konulmak istiyorlar. Dolayısıyla kardeşlik iddiasında olan Müslüman Türklerin öncelikle Türk kimliklerini vurgulayarak devletin zulmüne karşı durmaları, böylece kendilerini devletten ayrıştırmaları gerekir. Eğer bunu yapmazlarsa, ki bu konuda çabalar hâlâ çok cılız, Kürtler kendilerini onlardan ayrıştırır. Bunu bir talep ya da temenni olarak söylemiyorum. Bu, doğal bir sonuç olur. Kaldı ki ruh dünyalarının ayrışması, gönül bağlarının kopması içerisinde Kürtlerin bir devlet kurup kurmamaları tartışmasını anlamsız kalıyor.
Ayrıca İslamcıların bu sistemle sorun yaşamamış olduklarını asla kastetmiyorum. Ama daha önce devlete muhalif olanlar, kendileri iktidar olduktan sonra devletle bir sorunları kalmadı. Hâlbuki iktidar yapısının değişmediğini, sadece iktidar sopasının el değiştirdiğini fark etmiyorlar. Bu yüzden davranışları sürekli olarak hükümetle paralellik arz ediyor.
- Türk İslamcı paradigma dindar kadınlar arasında bugüne kadar nasıl tartışıldı?
Türk İslamcı grupları fazla tanımadığımı söylemeliyim öncelikle. Ancak benim içinde bulunduğum, çoğu Türk Müslüman kadınlardan oluşan gruplarda bu tartışmanın çok sınırlı / cılız bir biçimde olduğunu gözlemledim. Yine Misak-ı Milli sınırları... Paradigmayı “Türklüğün” dayatılmasından bağımsız tartışamazsınız. Devlet / sistem geçmişte âlimleri asmıştır, susturmuştur. Başörtüsünü yasaklamıştır, dindar insanları her nevi cezalandırmıştır vs.. Yani dini İslami kimliğe yönelik zulümler bağlamından dışarı çıkmayan tartışmalar bunlar. O yüzden Kürtlerin yaşadığı zulümler, evvela kendilerini Müslüman / İslamcı olarak tanımlayan kesimler için çok ciddi bir turnusol kâğıdıdır. Paradigmayı sorgulamak Kürtlerin de devlet olma hakkına varıncaya kadar tartışabilmektir. Devlet olmak ister istemez bundan bağımsız olarak; Filistinliler için “hak” gördüğünü, Kürtler için de görebilmektir.
Türkiye’de bir bakan Amerika’da her yıl geleneksel olarak düzenlenen Türk Yürüyüşü’ne katılabiliyor, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Türk’e soydaşımız diyebiliyor. Ancak bırakın Türkiye dışında, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan bir Kürt tanınmıyor bile! İşte bunları sorgulamadan paradigmayı tartışmış, sorgulamış olmazsınız. Ancak Hrant’ın katledilmesinin bazı Türk Müslüman kadınlar açısından sorgulama zemini oluşturduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu kadınlar, “ben de Ermeniyim” diyerek, etraflarında örülmüş kalın duvarları aşındırdılar. Bu çabaları Kürt meselesi ve dokunulmamış meseleler de devam ediyor. Ama bu duyarlılığın da çok genele yayılmadığını söyleyebiliriz. Hatta lince uğramaları söz konusu oldu. Hilal Kaplan’ın yaşadığı son olay mesela (Akit gazetesinde basılan Kaplan'ın kilisedeki fotoğrafı).
'İnsani yardım kuruluşları Roboski'ye gitmediler'
- Din ya da ümmetçilik anlayışı neden çözücü olamıyor ya da ümmet fikri anadile karşı mı?
Yukarıda belirttiğim gibi, öncelikle dini kavramların sorgulanması gerekiyor. Mesela “ümmet” kavramından ne anlaşılıyor? Geçen Ramazan ayında “Ümmet İftarları” yapıldı. O iftar programları için hazırlanan materyallerde adı zikredilen halklarla beraber neden Kürtlerin adı zikredilmiyordu. “Gana'da, Nijer'de, Somali'de ve sair topraklarda yaşayan kardeşlerimizin ayağına diken batsa, biz bunun acısını İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Türkiye'nin dört bir tarafından hissediyoruz” diye açıklama yapanlar, Kürtleri neden ümmetin bir parçası olarak görmediler / görmüyorlar. Adı çok az bilinen, neredeyse dünyanın diğer ucundaki ülkelerde sürekli kuyu açma faaliyetleri yürüten insani yardım örgütleri Roboski’nin acısını hiç hissedemediler. Siz insani yardım faaliyetleri düzenleyenlerin hiçbirinin bugüne kadar Roboski’ye gittiğini duydunuz mu? Duyamazsınız, gitmediler çünkü.
- “Kendiniz için istediğinizi mümin kardeşiniz için istemedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsınız” hadisi şerifini yaptıkları işlerin neresine koyduklarını düşünmeleri bile yeter sanırım. Kaldı ki “Bütün diller Allah’ın ayetidir” ayetine rağmen ümmetçi bir bakışla anadile karşı olunması söz konu olabilir mi? Asıl sorun zihinlerindeki sınırlar. Ne yazık ki evrensel olan İslam’ı da bu sınırlar içerisinden yorumlama çabalarının bir sonucu bunlar. Halbuki bir insanın Allah’ın ayeti olan anadilini yasaklayan bu faşizan uygulama, modern ulus devletlerle ortaya çıkmış. Yani birinin dilini yasaklama uygulaması çok modern. Üstenci, buyurgan ve faşist.
- Hidayet Tuksal “bölünmemek için Kürtleşmek zorundayız” demişti. Türk İslamcılar arasında bu nasıl yankılandı?
Hidayet hocanın bu yazısı bir itiraf ve telafi niteliğindeydi. Gerçekten çok önemli analizler içeriyordu, ancak bu yazının paylaşıldığı guruplarda aklımda kalacak kadar çarpıcı tartışmaya şahit olmadım. Bu sessizliği yorumlamam sübjektif olabilir. Belki de Hidayet hanıma katıldıkları için sessiz kalmışlardır.
- Kürt dindarlar “din kardeşliği” formülü yerine ne koyuyor artık bunca deneyimden sonra?
Röportajın başında da belirtmeye çalıştığım gibi, Kürtler hiçbir zaman “biz Müslümanlar” diye başlayan cümleler kurmadılar. Ancak yaşamları, yorumlamaları hiçbir zaman İslam dışında olmadı. Aksine devlete karşı hep bir sivil itaatsizlik içinde, ancak dini ritüellere bağlı olarak yaptılar işlerini. Mesela evlenirken boşanırken devletten izin almadılar. Ama dini nikâhla evlenip, yine dini kurallara uygun boşandılar. Ya da kendi aralarında kişisel anlaşmazlıklarını “şeriata gitmek” sureti ile çözdüler. Yaklaşık son 20 yıla kadar, hayatlarında dinden ayrılık, din dışılık olmadı. Hatta diyebilirim ki, bu devleti hiçbir zaman tanımamazlık, devleti dinsiz olarak tanımlamalarından kaynaklandı. Çünkü bu sistem, dine karşı mesafeli duruşunu hayatın her alanında çok bariz gösteriyor, bununla kalmayıp, bütün dini görünürlülüklerin karşısında yer alıyordu. Mesela devlet çağırıyor diye babam okula dahi göndermedi beni. Devletin kuruluşundan beri Kürtlerin genel tavrı buydu.Yani din kardeşliği olacak hep. Ancak Kürtlerin sorunu statüsüzlük ve bunun beraberinde gelen diğer bütün sosyo politik ve ekonomik problemlerdi.
- Mazlum-Der’in Ramazan ayında Fatih Camii avlusunda düzenlediği “Roboski’ye Adalet” etkinliği, “Ümmetin yolu Kürdistan’dan geçer mi?” şeklinde bir döviz açıldığı için ellerinde silah, bıçak, satır bulunan bir grubun saldırısına uğradı. Söz konusu Türkiye olunca İslam harç görevini göremiyor mu? Neden?
Mazlumderliler, bir camii avlusunda iftar vaktinde, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan insanlar tarafından saldırıya maruz kaldılar. Cümleyi böyle kurduğunuzda ne kadar korkunç bir çelişkiyle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz sanırım. Saldırıdan sonra bazı dernekler ve kişiler bunu kınayan bir açıklama yaptılar, ama saldırının şekli karşısında çok zayıf kaldı. Bu zayıflığın nedeninin sözü edilen döviz olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Ama buna şaşırdığımı söyleyemem. Çünkü Kemalist ideoloji yaklaşık 100 yıldır bu topraklardaki insanları öylesine işledi ki, söz konusu ötekiyse ve onun görünürlüğü ise, bu İslam algısının bir harç görevi görmesi beklenemezdi zaten. Diyanet İşleri Başkanlığı bizzat bu sistemin ideologları eliyle kurulmuş olup, kurulduğundan beri ona ayrılan bütçe neredeyse beş bakanlığın bütçesine eşittir. Diyanet’in neredeyse bir orduyu oluşturacak sayıda memuru var. Bu imkânlarla neler yapılabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bu “ordu” kurulduğu zamandan beri; adaletin, vicdanın ulus devletin sınırları içerisinde algılanması yönünde vazife yürüttü. Bir de dil inşâ eder toplumları. Her fırsatta Osmanlı'yı referans gösteren dindarlara, Osmanlı’da Kürt beyliklerinin olduğu, Kürdistan isminin Kürtlerin yaşadığı yerlerin kadim ismi olduğu, bu isimlerin Osmanlı padişahları ve hatta Mustafa Kemal tarafından da kullanıldığı unutturuldu. Nitekim Kürt kelimesi Milli Eğitim’in müfredatının sadece bir yerinde kullanılır, o da zararlı cemiyetler arasında gösterilen Kürt Teali Cemiyeti’nin adı vesilesi ile. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Kurumları, bunlar tek başına bile yeter bu sonucu elde etmeye, ama bir de darbelerle terbiyeyi ekleyelim.
- Siz dindar ya da dindar olmayan Kürt kadınlarının bağımsız örgütlenmesini savunuyor musunuz?
Açıkçası cinsiyetçi bir örgütlenme üzerinde hiç düşünmedim. Olabilir de; adalet eksenli olması koşuluyla. Toplumsal alanda cinsiyetsiz bir örgütlenme mücadeleyi daha güçlü kılar ancak içinde kadınların olmadığı bir yapının kesinlikle tam anlamıyla adil olamayacağını düşünüyorum.
- Yine Kürtlerin hakları için verilen mücadelenin dindar ya da dindar olmayan kadınların sosyal siyasal yaşamını değiştirdiğini düşünüyor musunuz? Evet ise nasıl?
Evet değiştirdi. Kadınlar çok daha görünür oldu. Ancak bu sorunun çözümüne her şey odaklandığı için sosyal ve siyasal alanda olması gereken şeyler olmadı. Bütün sorunlar birbiriyle ilintili. Kadın sorunu çok temel bir sorun. Ancak Kürt meselesi halledilmeden değil kadın sorunu, sosyal, sınıfsal, hiçbir meselenin çözülebileceğini düşünmüyorum.
Canan Yıldız - T24
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.