بسم الله الرّحمن الرّحيم
اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالمَيِنَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلىَ آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِين
Kıymetli Kardeşlerim,
Hz. Üstadın otaya çıkması ve Risale-i Nur’u telif etmesiyle ‘Nur Talebeleri’ adı altında mühim bir cemaat teşekkül etmiş ve ağır şartlara rağmen tarih boyunca kudsi hizmetini ifa etmişlerdir. Ancak gün geçtikçe ve Hz. Üstadın yıldızı parladıkça zaman zaman siyadet meselesi ortaya çıkmış ve seyyid olup olmadığı taharri edilmiştir. İşte ondan sonra Nur Camiası içerisinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Bir grup Nur Talebeleri Hz. Üstadın adem-i siyadetine dair Risale-i Nur’daki sarih ve kat’i ibaresine bağlı kalarak ve Nur’un cerhedilmez imani hüccetlerine kanaat ederek iktifa etmişlerdir.
Diğer grup ise Risale-i Nur’un dışındaki rivayetlere bakarak ve bir derece hak ve hakikat telakki ederek Üstadın seyyid olduğuna kanaat etmişler ve Risale-i Nur’daki adem-i siyadetine dair sarih ibareleri te’vil etmişlerdir. Ta 20.12.2012 tarihinde Ahmet Akgündüz Hocamız’ın iddia ettiği Üstadın şeceresini bazı mübarek Nur Talebelerinin huzurunda basın yoluyla ilan ettikten sonra Nur Camiası içerisinde birinci gündem maddesini teşkil etmiş ve zaman zaman muhtelif fikirler ortaya çıkmıştır.
Ben de buna binaen fikrimi beyan etme ihtiyacını hissettim ve gelecek hakikatları kaleme aldım. Eğer hata etmiş isem, affımı Erhamürrahimin’den niyaz ederim. Eğer doğru yapmışsam Mün’im-i Kerim’ime şükranlarımı ifade ederim.
Evet siyadet meselesi imani bir mesele olmadığı için inşaallah Nur Cemaatine zarar vermez ve cemaati tefrikaya götürmez. Ancak gelecek izahatlardan gayem Üstadın adem-i siyadetini ispat etmek değil, belki siyadeti hakkında ortaya atılan iddianın ilmen ne mahiyette olduğunu tahlil etmektir. Öyle ise önce ayet ve hadise bakalım, bize ne emretmektedirler:
Bak Allahu Teala Ahzab Suresinin 5. ayetinde buyuruyor ki;
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِندَ اللَّهِ
Yani: ‘Onları babalarına nisbet ederek çağırınız’
Resul-i Ekrem (A.S.M) da bir hadis-i şerifinde diyor ki:
ليس من رجل ادعى لغير ابيه وهو يعلمه الا كفر ومن ادعى قوما ليس له فيهم نسب فليتبوأ مقعده من النار
(Buhari, 3508) Yani: ‘Herhangi bir adamdan birisi bilerek kendisini babasının dışında birisine nisbet ederse kat’iyyen küfre girmiş oluyor ve kim neseben başka bir kavmi iddia etse cehennemden yerini hazırlasın.’
İşte bütün ulema-i ilm-i hadis bu işin haram ve tehlikeli olduğuna ittifak etmişlerdir. Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Hazretleri dahi aynını söylüyor ve diyor ki: ‘Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler ikisi de günahkar ve duhul ile huruc haram oldukları gibi hadis ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.’ (Muhakemat)
Kıymetli kardeşlerim, bu hakikatlerden sonra Üstad-ı Zişanı dinleyelim, kendi siyadeti hakkında ne diyor: Bak fasih bir dille ifade eder ve der ki:
‘Lillahilhamdü velfahr ihlas-ı niyeti ihlal eden ve anasır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki mazisini muhafazaya çalışayım..’ (Münazarat)
“Hem asil bir hanedandan olmadığımdan hısset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar görülüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû'-i hallerini söylemeyeceğim” (Mektubat, 26. Mektub)
“Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde ahir zamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beyt’ten olacak. Biz nur şakirdleri ancak manevi Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz.” (Şualar, 14. Şua)
“Hem mahkemede Denizli ehl-i vükufu bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre bana karşı demişler ki, eğer Mehdilik dava etse bütün şakirdleri kabul edecekler. Ben de onlara demiştim, ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanıdır.” (Emirdağ Lahikası-1)
Ey merak-aver kardeşim ve ilm-i hikmetten tok olmaz arkadaşım, eğer burada tetimme babından bir hakikatı daha ifade etmezsem bence kelâm nâ-tamam olur. İşte bak, savcı iddianamesinde: “Said, Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.” (Şualar, 14. Şua) demesine karşı üstad diyor ki: “Ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.” (Şualar, 14. Şua)
İşte bak üstad diyor ki: ‘İddianamede benim hakkımda dört esas var:
Birinci Esas: “Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf, "Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: "Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak." diye onları reddetmiş. Yoksa ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım.” (Şualar, 14. Şua)
İşte bakın kardeşlerim, Üstad-ı Zişan kaç üslub-u beyan bize takdim etti, bir taraftan dedi: Ben asil bir hanedandan değilim bir taraftan dedi meşhur bir nesebim yoktur, bir taraftan dedi Ahir Zamanın o büyük şahsi neslen Âl-i Beyt’ten olacak, biz nur şakirdleri ancak manevi Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz, bir taraftan dedi ben kendimi seyyid bilemiyorum, bu zamanda nesiller bilinmiyor, bir taraftan dedi ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım. Diğer bir taraftan da dedi, ben seyyid değilim, Mehdi seyyid olacak.
Eğer denilse ki: Siyadetle ilgili Üstad’ın izahatlarını bazı mesalihe bina etmek ve mahkeme müdafaalarının makamını nazar-ı itibara almak, ona bir nev’i mazeret teşkil etmez mi?
Elcevap: Bu vehm-i faside birkaç cevabım var:
Birincisi: Bu vehm-i faside ihtimal verenler bir kere üstadı takdir değil tenkid ederler. Zira şecaatte darb-ı mesel haline gelmiş ve havf nedir hayatında hiç bilmemiş olan bu kahraman-ı İslam ve mücahid-i dini manen takiyye yapmakla ittiham etmek, şeni’ ve kabih bir isnattır, çirkin ve menfur bir ittihamdır. Halbuki, bütün ülema-i İslam içinde bu sıfattan en çok nefret eden de odur. Görmüyor musun ki, Şîalara bu sıfatla yükleniyor ve diyor ki:
“Bunlar Hazret-i Ali'yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû'-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhebleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki: ‘Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (R.A.) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş. Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve ‘Esedullah’ ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannu'kârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet midir? O çeşit muhabbetten Hz. Ali (R.A.) teberri eder.” (Lem’alar, 4. Lem’a)
Ben de buna binaen derim ki: Hz. Ali’nin (R.A.) veled-i manevisi ve Alem-i İslam’ın medar-ı iftiharı ve tek başına bütün dünyaya meydan okuyan ve havf, korku nedir hayatında hiç bilmeyen bu kahraman-ı İslam ve sertac-ı enam olan bu zat-ı muhterem ve insan-ı muazzamı böyle takiyye gibi, çekinme gibi, pest ahlakla muttasıf görmek bence
عَدَوٌ عَاقِلٌ خَيْرٌ مِنْ صِدِّيقٍ جَاهِلٍ
olan darb-ı mesele mâsadaktır. Bediüzzaman Hazretleri böyle iğrenç, çirkin vasıflardan müberra ve muallâdır, münezzeh ve mücellâdır ve bu gibi medh-i tahtazama muhtaç değil, hiç ihtiyacı da yoktur.
İkincisi: Bu gibi fasid tevillere cür’et edenler meselenin hakikatına vâkıf değiller, ben de bunun gibi zatları bir kere daha başta zikir edilen ayet ve hadîs-i Nebeviye’yi okuyamaya ve gözden geçirmeye davet ediyorum. Bir baksınlar ve meseleyi basit zannetmesinler ve Üstadı Zişanı gelen tehditlerden nasıl kurtaracaklarını iyice düşünsünler. Zira hadis çok tehditkar gelmiştir.
Üçüncüsü: Mezkur olan tevil-i fasid Risale-i Nur’un mühim bir esasını zir ü zeber eder. Zira biz o gayr-ı meşru tevili kabul ettikten sonra üstadın kelâmından olan “Ben kendimi seyyid bilemiyorum, ben seyyid değilim” gibi kelâmları kelam-ı gayr-ı sadık kabul etmemiz gerekir. Yani, açık bir tabirle Üstad-ı Zişan bir maslahata binaen hâşâ ve hâşâ bin defa hâşâ orada sıdkı terk ederek kizbi tercih etmiştir dememiz îcab eder. Halbuki bir maslahata binaen yalan söylemek caizdir hükmünü zaman neshetmiştir ve nesh meselesi bu asırda Kur’an’ın dellâlı ve sözcüsü olan Risale-i Nur’un suhuf-u mükerrereminde defalarca yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. İstersen yalan bir lafz-ı kâfirdir ünvanı altında biraz okuyalım: “Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı. Yeri verir sükûta, eğer çıksa zararlı... Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. خُذْ مَا صَفَى دَعْ مَا كَدَرْ kendine düstur etmeli.” (Lemaat)
Dördüncüsü: Siyadetle ilgili kelâmlar hep mahkeme müdafaalarında söylenen kelâmdan ibaret değildir. Belki mühim bir kısmı daha önce söylenmiş mahkeme müdafaalarında dile getirilmiştir. Bence bunu teker teker belgelerle isbat etmek ve izleyicilerin önüne koymak israf-ı kelâm nev’inden sayılır. Buna binaen ben bu hakikatı zeki nur talebelerinin ferasetlerine ve şakird-i Kur’an’iyenin zekâvetlerine havale ederim.
اِنْ كُنْتَ ذَكِيًّا فَكَفَاكَ وَاِلاَّ فَلا sırrınca arife tarif gerekmez, ehl-i hikmet her meseleye heveslenmez.
Kıymetli Kardeşlerim, Urfalı Seyyid Salih Özcan ve Mehmet Çalışkan Ağabeylerimiz gibi zatlardan rivayet edilen ve Üstada atfen isnad edilen, ‘Hem Haseniyim hem Hüseyniyim’ cümlelerini de bir derece tahlil etmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki:
Eğer, ‘Hem Haseniyim hem Hüseyniyim’ cümlesinden maddi ve nesebi siyadet murad ise Risale-i Nur’da geçen ibarelere muhalif ve çelişkili olduğu için Risale-i Nur’da zikredilen rivayetleri esas tutup ötekileri tevil etmemiz gerekir. O zaman, ‘Haseniyim Hüseyniyim’ kelimesinden murad nesebi değil manevi siyadet murad olması gerekir. Zira Hz. Üstad, Hz. Ali’nin veled-i manevisi olduğuna ve alem-i manada hakikat dersini aldığına göre Hz. Ali’nin manevi veledi sayılabilir. Hem Haseni hem Hüseyni olabilir.
Kıymetli Kardeşlerim, bakın, dikkat edin iki mesele var: Birisi: Maddi siyadet, ötekisi: Manevi siyadet. Manevi siyadet kesbi ve amel-i saliha mütevakkıf olduğu halde Hz. Üstad zor ve çetin olan o manevi siyadetini pervasızca ilan ettiğine göre gerçekten maddi siyadetine vakıf olsaydı, en az inkar etmeyecekti kanaatındayım. Zira Hz. Üstad bilerek asla hilâf söylemez ve bunu bir maslahata bağlamaz. Tarihçe-i Hayatı sıdkına bir şahid-i kat’ıdır.
Bak Üstad-i Zişan diyor ki: ‘Bu cüz’i aklınızla hüsn-ü külliyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altından olsa yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.’ (Muhakemat) Ama eğer diğer aza-yı insaniyle mülahaza edilirse çirkin görünür. Zira vücud-u insan onu kaldırmaz ve insan onunla güzel olmaz. Aynen bunun gibi, eğer Hz. Üstadın kendi siyadeti hakkında sarih ibaresi olmasaydı ve Üstad net, açık olarak Risale-i Nur’da ifade etmeseydi, bir derece maddi siyadet libası ona uygun olabilirdi. Bu nedenle dışarıdan idhal edilen gayr-ı tabii libas, Üstadın nurani olan o kamet-i muallasına münasip olmaz. ‘Ve libasut-takva zalike ğayrun’ ayet-i kerimesi bu işe cevaz vermez. Ben eminim ki, bazı mübarek zatlar tebei bir nazarla değil hakiki bir nazarla baksalar ve bunun lazım-ı mezhebini mülahaza etseler farkına varacak ve tehlikenin boyutunu müşahede edeceklerdir.
Bakın kardeşlerim, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Hocanın mühim bir meselesine gidelim. Bak kendisi Hz. Üstadın siyadet şeceresini Musul’da bulduğunu iddia ediyor ve gittiği her yerde müjde vererek Nur Cemaatinin nazar-ı dikkatini kendine çekmeye çalışıyor. Hatta 20.12.2012 tarihinde daha ileri giderek iddiasını meşrû göstermek maksadıyla, birkaç mübarek nur talebelerinin huzurunda ve bazı basın mensuplarının karşısında iddia edilen Üstadın şeceresini Türkiye’ye ilan etti.
Eğer bu iddia doğru olsaydı, elbette ben bütün ruh u canımla ona taraftar olacaktım. Fakat maalesef bu konuda ciddi kuşkularımla beraber, bildiğim çok şeyler vardır. Her neyse, haydi Ahmet Hocanın iddia ettiği şecereye bakıp gözden geçirelim ve bu müşkil mesele-i muammayı akl-ı selim çerçevesinde hal ve keşfedelim. İnşaallah memnun olacaksınız ve bu hadiselerden bir ders-i ibret alacaksınız.
Bakın kardeşlerim, iddia edilen şecere, Irak’ta bir veya birkaç kişi tarafından hazırlanmış. Yakından uzaktan resmiyetle hiçbir alakası olmamakla beraber mevsuk bir sıfatı da yoktur. Şecereyi okuyan hiçbir zişuurun inanması mümkün değildir. İsterseniz gelin bu acip ve garip tabloyu beraber gözden geçirelim:
Öyle ise en evvel şecerenin tercümesine bakalım:
ŞECERE TERCÜMESİDİR
Şeyh Şemseddin Muhammed bin Şeyh Muhyeddin Abdulkadir bin Şeyh Nureddin Ali’nin zürriyeti
LİSTESİDİR:
Şeyh Abdulkadir, biraderi Şeyh Alauddin’den iki yaş büyüktür.
Şeyh Abdulkadir:
Melik El’eşref Bersbay’in 9 Muharrem Hicri 836’da Amed(Diyarbekir)’den Şam’a avdetinden sonra Şam Diyarına girmiştir. Hicri 841 yılında taun(kolera)’dan Şam’da vefat ederek sofiye kabristanına defnedilip geriye hiç bir zürriyet bırakmamıştır. O) Şeyh Abdulkadir( ile biraderi Alauddin öz kardeştirler ve anaları Şeyh Hayder’in kızı şerife Fatma Hatun’dur. Hamed El’ Hiyali mührü
Şeyh Alauddin Ali:
Şeyh Alauddin Ali, Sencar Dağına bağlı El’Hiyal köyünde, Hicri 785, Miladi 1383’te doğmuş ve kendi zamanında Mısır diyarında Kadiriyye Tarikatının kaynağı durumuna gelmiştir. Mukaddes toprakları ziyaret ederek iki kez hacc yapmıştır. Kendisi ve çocukları Melik El’eşref Bersbay‘in Amed(Diyarbekir)’den avdetinden ve Kahire’ye girişinden sonra Mısır’a yerleşmişlerdir. Hicri 10 Safer 853, Miladi 1449’de Perşembe günü öğle vakti taun(kolera)’dan şehit olarak vefat etmiştir. Kahire’de Babül’karafe’ de üzerine namaz kılınmış Türbetül’Arune mezarlığında seyyidim Adiyy bin Misafir yanında defnedilmiştir. Ayni yerde birkaç çocuğu da defnedilmişlerdir. Hem orada adı geçen amcası şeyh Şemseddin Muhammed bin Nureddin Ali bin İzzeddin Hüseyin bin Şemseddin Muhammed el’ekhal de defnedilmiştir.
Hicri 841’de Taun’dan sonra Şeyhimiz Alauddin’nin bir oğlu oldu. Onu alıp Hicaz’a götürdü Tur(Tur-i Sina)’ya varmadan yolda taun’a yakalandı ve yirmi yaşına varmadan vefat etti ve oranın camisinde defn edildi. Şu ana kadar da ziyaret edilmektedir. Bundan sonra da Şeyhimiz Alauddin’in bazı çocukları oldu ama kimileri(Ondan önce)öldü. Kendisi ise iki erkek bir kız çocuk bırakarak vefat etti. Kalan çocuklarından birisi babasının ölümünden hemen sonra vefat etti, diğerlerinin ise nesilleri Mısır’da şu ana kadar devam etmektedir.
(Ebu İshak İbrahim el’Kadiri) olarak bilinen kişi de Şeyh Alauddin’in müritlernden idi ve Kahire’de Karafe’deki Zaviye’de günümüze kadar Şeyh Abdulkadir Geylani’nin neslinden büyük bir gurup bulunmaktadır. Şeyh Ala… Ali’nin torunlarından biri olan Abdurrezak da Mısır’dan ayrılarak Davudiye’den amcası çocukları olan ve yukarıda adı geçen şeyh Abdulkadir Geylani zürriyetinden Davut bin Seyfeddin Süleyman bin Şeyh Abdulvahhab ile beraber Suriye/Hama’ya bağlı Ma’arratün’nu’man’a yerleşti.
Şeyh Ahmet bin Hasan bin Davud bin Ahmet bin Mansur bin Süleyman bin Davud bin Seyfuddin Süleyman bin Şeyh Abdulvahhab kızı ile evlendi. Hanımı da Şeyh Sadaka’nın kız kardeşi ve şeyh Abdulkerim’ in babası olan şeyh Abdulvahhab’ın halasıdır.
Geriye üç oğul iki kız evlat bıraktı En büyük oğlu şeyh Abdullah Harran’da Hüseyni büyük seyitlerden birinin kızı ile izdivac etti. Evlendikten bir süre sonra Kürtlerin memleketi olan Bitlis’teki Hakkari’ye gitti ve 50 yaşında iken vefat ederek Tursinc’te defnedildi. Geriye Sermit’te medfun oğlu Şeyh Abdurrahman’ı o da Şeyh Abdulvahhab’ı o da Şeyh Abdullah’ı o da Mirza Reşan’ı o da Mirza Halid’i o da Hıdır’ı o da Ali’yi o da Sofi Mirza’yı bıraktı.
Bunlar Hakkari’de Kürtlerle beraber İsparit aşireti içinde ve Nurs köyünde kaldıklarından Kürt adı ile isim aldılar. Sofi Mirza Hakkari Kürtlerinden Bilikan köyünden ve Hakif aşiretinden olan Molla Tahir’in kızı Nuriye ile evlendi. Onlar da Hüseyni seyyitlerindendirler ki Sermit’te medfun Küçük Ali’nin oğlu Ahmet’in neslindendirler. O da el’hadid ve sumayd’i seyyitlerinden olan Şemseddin Muhammed Ucanul’hadit’ten gelirler ve bunlar da Irak’ta dağılmışlardır. Bu ikisinin büyük bir ünü ve güzel şöhretleri olup cömertlikle asalet ve cesaretleri ile tanınırlar. Şemseddin Muhammed Ucanul’hadit geriye beş çocuk bıraktı: Mısır’da medfun Büyük Ali Erbil’de medfun İsa Ahdesiye’de medfun Hüseyin Irak/ El’Enbar’da medfun Ahmet ve Sermit’te medfun Küçük Ali. Küçük Ali’den de Sumayd’i’de medfun Abdurrahim ve Muhammed ve Ahmet olmuştur.
Sofi Mirza ise Nur Risaleleri Müellifi olan ve Said-i Kürdi olarak bilinen ve lakabı Bediuz’zaman olan Said el’Nursi’nin pederidir. Hicri 1293 Miladi ise 1876 yılında doğmuş ve Sofi Mirza’nın ondan başka 3 erkek ve üç de kız çocuğu daha vardır.
Nakabetüs’sadetil’ eşraf mührü, Hüseyin Sumaydi’i mühür ve Verşan Halit El’Hadit mührü.
Şimdi bu belgedeki tutarsızlıkları 11 madde ile izah edelim:
1- Sözde Hz. Üstad, Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye bağlanılıyor ve bir veledi gösteriliyor. Fakat tanzim eden kişi çok acemi, çok aceleci davranmış. Zeki, nakkad-ı ehl-i hadisin ferasetini hiç nazar-ı itibara almamış. Zira başta Şeyh Abdülkadir-i Geylani’den bahsederken diyor ki: ‘Hicri 841 yılında Taun(Kolera) hastalığından Şam’da vefat ederek Sofiye Kabristanına defnedilip geriye hiçbir zürriyet bırakmamıştır.’ Oysa bütün tarihçiler Geylani’nin dört hanımla evlendiğini ve on iki veya on sekiz evladının olduğunu, hepsi de o zamanın alimlerinden ilim tahsili yaptıklarını ve babalarından hırka giydiklerini kaydederler. Farzedelim ki, Geylani geriye hiç evlad bırakmadı. O zaman Üstad Bediüzzaman nasıl onun neslinden geldi? Hem belge Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Şam’da vefat ettiğini gösteriyor. Oysa yüzlerce yıldan beri Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye ait olduğu herkesçe bilinen Bağdat’taki kabri milyonlarca Müslümanlar tarafından ziyaret edilegelmiş ve hiçbir ilim adamı mekanı hakkında itiraz etmemiş.
2- Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Hicri 841’de vefat ettiğini yazıyor ve annesinin ismini Fatıma bint-i Haydar, babasının isimini de Şeyh Nureddin Ali olarak kaydediyor. Halbuki Şeyh Abdülkadir-i Geylani 500 küsur hicri yıllarında vefat ettiği tarihçe malumdur. Hem annesi Fatıma Bint-i Haydar değil halbuki Fatıma bint-i Abdullah’ül Esmai’dir. Babası da Şeyh Nureddin Ali değil halbuki Musa bin Abdullah’tır ve Zengidost lakabıyla meşhurdur. Acaba biz yanlış mı tercüme ettik? Halbuki uzmanlar tarafından dikkatle tercüme edilmiştir. Yahut zikredilen Şeyh Abdülkadir-i Geylani değil de başka bir Abdülkadir mi? Bence son şık kaviyyen muhtemeldir. Herkes buraya çok dikkat etsin ve bir şey anlamaya çalışsın. Zira şecere metninin başında sadece Şeyh Abdülkadir ismini kullanırken sonra gelen Abdülkadir ismine Geylani lakabını da ekliyor. Bence bu bir hatadır ve Hz. Üstad, Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye değil başka bir Abdülkadir’e bağlanmıştır.
3- Sonra Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin biraderi olan Şeyh Alaaddin’den bahseder ve iki yaş daha büyük olduğunu gösterir. Sonra doğum ve vefat tarihini zikreder ve der ki: ‘Şeyh Alaaddin Ali Hicri 785, Miladi 1384 tarihinde Hayal Köyünde dünyaya gelmiş. Hicri 853, Miladi 1449 tarihinde vefat etmiştir. İşte asıl skandal burada. Çünkü bu tarihe göre Şeyh Abdülkadir Geylani’yle Hz. Üstadın arası takriben 500 sene oluyor.
Halbuki Bediüzzaman Hazretleri, Şeyh Abdülkadir Geylani’nin 800 sene bizden uzak olduğunu Risale-i Nur’da beyan ediyor ve tarih de öyle gösteriyor. İşte biz burada dahi çarpık bir hata müşahede ediyoruz. Benim kanaatimce bu fahiş hatadan dolayı Irak’taki uzman ve şecereyi hazırlayan zat aldanmış ve yakın mesafeyi nazar-ı itibare alarak dokuz babayla iktifa etmiş ve Sofi Mirza’yı sözde Şeyh Abdülkadir-i Geylani ile biraderi olan Şeyh Alaaddin’in bir veledine bağlamış. Fakat başarılı olamamış; zira o Şeyh Abdülkadir, Şeyh Abdülkadir-i Geylani olmadığı gibi ondan iki yaş büyük olan Şeyh Alaaddin dahi onun biraderi değildir çünkü tarih çok hatalıdır.
Acaibdendir ki, Ahmet Akgündüz Hocamız da bu tarihi hatayı görmeyerek sadece dokuz babadan ibaret olan şecereyi 04.09.2012 tarihinde kamuoyuna açıkladı. Sonra Diyarbakır’dan bazı itiraz ona gidince bir derece farkına vardı. Bu sefer 20.12.2012 tarihinde biraz daha ustaca davrandı. Takriben on bir baba daha piyasadan bularak veya internetten çıkararak yeni bir şema çizmek mecburiyetinde kaldı ve sözde Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye kadar babalarının sayısını takriben yirmi bire çıkardı. Başaracağını zannetti fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü biz Hz. Üstadın şeceresine ilave edilen on bir babanın hesabını soruyoruz. Acaba şecerede dokuz babanın haricinde var mı?
4- Benim kanaat-ı kalbiyem, o şecereye her ne kadar eski bir evrak havası verilmiş ise de, yeni yapılmıştır. Ama ona rağmen Ahmet Akgündüz Hoca, Diyarbakır’da dedi ki: “Şecere 1935 tarihinde yapılmıştır.” İsterseniz ben bu meselenin hakikatını size izah edeyim:
Bakın kardeşlerim:
Ahmet Akgündüz Hocamıza şecereyi getiren Mahmut adındaki zat önce Diyarbakır’da benim yanıma geldi ve bütün evrakları bana verdi. Ben de okumaya başladım. Baktım ki, çok eski bir evrak havası verilmiş. Buna binaen ben sordum: ‘Sanki yüz senelik bir evraktır.’ dedim O da dedi: ‘Evet yüz seneden fazladır’. Ben de buna binaen dedim ki: ‘Bediüzzaman Said-i Nursi’den bahsederken Risale-i Nur Müellifi ünvanıyla zikrediliyor. Halbuki o tarihte Risale-i Nur telif edilmemiştir.
Bu itirazdan sonra Mahmut kardeş bana dedi ki: ‘Şecereyi bana verenler her ne kadar o tarihi göstermiş iseler de, bence 1990’da yapılmıştır’. Yine itiraz ettim ve dedim ki: ’20 senelik bir şecere kağıdı bu kadar eski gözükmemesi gerekir’. Demek Ahmet Hocanın iddia ettiği şecerenin tanzim tarihi olan 1935 senesi Mahmut tarafından bile tasdik edilmemiştir. Evet o tarihte çendan büyük bir miktar Risale-i Nur eserleri telif edilmiş ise de, Üstad hapiste ve sürgünde olduğu ve Risale-i Nur’un telifi devam ettiği için, Risale-i Nur’dan fazla bir haber yoktur. İşte bu da çok düşündürücüdür.
5- Irak’tan getirilen sözde şecere sadece Üstada ait olduğu ve annesi Nuriye’ye ait bir şecere olmadığı halde, Nuriye dahi Hüseyni gösterildi ve çift siyadet Üstada isnad edildi. İşte buyurun; Hani Nuriye hanımın şeceresi? Nur camiası acilen talep ediyor, ibraz edilsin.
6- İddia edilen şecere, sadece Şeyh Abdülkadir adında bir zatın bir veledine kadar gittiği halde, İmam Ali’ye kadar gösterilmiş ve başka şemalar çizilmiş ve Ahmet Hoca tarafından tamamlanmıştır.
7- Şecereyi hazırlayan kişi mevcud hale bakarak tanzim etmiş. Zira Üstadın pederi “Mirza” olduğu halde, Üstada hürmeten “Sofi Mirza” ismini zikretmiş ve Üstadın isimini de hem Said-i Nursi hem Said-i Kürdi olarak beyan etmiştir.
8- İddia edilen şecerede üstada yakın mesafede olan “Ali”, “Hızır”, “Mirza Halıd” ve “Mirza Reşan”ın sadece isimlerini zikretmekle iktifa etmişken Şeyh Abdülkadir’den sonra gelen o uzak babalara geniş yer verilmiş. Demek onlar internet ortamında varmış. Üstadın yakın ecdadları ise yokmuş. Evet evet, nişane-i ved’ ve sun’i müdahale güneş gibi görünüyor.
9- Irak’tan getirilen ve Üstad’a şecere olarak isnad edilen sayfanın yazısı eski zamanın yazı şekli olmayıp yeni neslin yazı türü olduğunu bütün Iraklılar şehadet etmektedirler. Ayrıca Arapça yazısı, Arap edebiyatına uygun olmamakla beraber lisan-ı mahalli lehçesiyle yapılmış. Nahiv-sarf kaidelerine de ters düşmüştür.
10- İddia edilen şecere, istersen şimdi, istersen Ahmet Hoca’nın da kabul ettiği gibi 1935’te yapılmış olsun. Bizim için çok fark etmez. Çünkü 1400 sene uzakta olan bir babaya bir kişi tarafından tanzim edilecek bir şecerenin ne kadar sağlam olduğunu ehl-i ferasetin takdirine havale ederim.
11- Şunu da üzülerek ifade edeyim ki, Ahmet Akgündüz Hoca 20.12.2012 tarihinde mühim Nur Talebelerinin huzurunda iddia edilen şecereyi basın yoluyla ilan ederken dakik, hakîm ve mütefekkir Nur Talebelerinden hiçbirisi başını kaldırıp demedi ki; “Sayın Ahmet Hoca! Irak’tan getirdiğin şecerenin bir fotokopisini bize de verir misiniz? Ta bu hususta hakikat bin olalım. Çünkü biz Kuran şakirdleri delil ve burhanlara tabiyiz. Hırıstiyanlar gibi kıssisin ve ruhbanları taklid etmiyoruz. İnşaallah bu ikazat ve izahatlarımdan sonra Bediüzzaman’ın izzet ve şerefini ve Risale-i Nurun gayret ve namusunu muhafaza etmeyi kudsi bir vazife telakki eden bazı kahraman ve hakikatbin Nur Talebeleri ayağa kalkıp getirilen şecereyi mercek altına alacaklar ve bu hazin tabloyu tetkik edip bakacaklar. Ta herkes bilsin ki gerçekten bu hakiki bir şecere mi? Yoksa bütün Nur Talebeleri töhmet altında kalacaklar ve sadakat ve uhuvvet duygusu çok zarar görecektir. Evet hakkın hatır alidir hiçbir şeye feda edilemez. İşte ben mezkûr 11 maddelik hakikatleri zeki, fetanetli, emin, ferasetli nur talebelerinin nazar-ı dikkatlerine takdim ediyorum ve onunla bana düşen vazifeyi yerine getirmiş oluyorum.
Kardeşim bak bana taalluk eden mühim bir meseleyi de söylemek isterim ta su-i zanna medar olmasın. Şöyle ki: Ben şahsen bütün ruh-u canımla Hz. Üstadın hem maddi hem manevi siyadetini dergah-ı ilahiyeden temenni ve niyaz ederim ve hiçbir zaman Hz. Üstadın adem-i siyadetini isbat etmeye çalışmamışım ve çalışmıyorum. Halbuki eğer ben Hz. Üstadın Risale-i Nurdaki akvalını adem-i siyadetine delil ve hüccet olarak göstersem, elimdeki delil ve senet , yüz defa daha ziyade siyadetini isbat etmeye çalışanların ellerinde bulunan delillerden daha kuvvetli olur. Fakat buna rağmen gayem Üstadın edem-i siyadetini ispat etmek değil, belki siyadetine dair ortaya atılan iddianın ilmen ne kadar doğru olup olmadığını ve Risale-i Nur’un cerh edilmez kat’i hüccetlerinin karşısında ne mahiyette olduklarını tahlil etmektir.
Not: Kıymetli Kardeşlerim, Üstadın siyadeti hakkında geniş, izahatlı bir kitabım yakında yayınlanacaktır. Bilgilerinize sunmak isterim.
مُرادِ مَا نَصِيحَتْ بُودْ وَ گُفْتَمْ * حَوالَتْ بَا خُدا كَرْدَمْ وَ رَفْتَمْ
Yani: Muradım nasihattı söyledim, Allah’a havale ettim ve gittim.
Molla Feyzi Güzelsoy
Diyarbakır
Molla Feyzi'den Prof. Ahmet Akgündüz'ün ‘Şecere’sine müskit cevap (2)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.