• BIST 9428.44
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 11 °C
  • Diyarbakır 10 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 18 °C
  • Berlin 2 °C

Meral Camcı: Savunma yapmadık, asıl biz yargıladık

Meral Camcı: Savunma yapmadık, asıl biz yargıladık
22 Nisan’da İstanbul Adliyesi'nde davası görülen ve tahliye edilen 4 akademisyenden biri olan Yrd. Doç. Dr Meral Camcı, tahliyeden bir gün sonra açıklamalarda bulundu.

Yrd. Doç. Dr Meral Camcı​ ile yapılan söyleşi şöyle:

Soruşturmaların, işten atmaların ardından sizin de içinde olduğunuz 4 akademisyene dönük tutuklama kararı geldi. Tutuklu akademisyenlerin özgürlüğü için mücadele, barış için mücadele ile kaynaştı, davanız toplumsal bir davaya dönüştü. 11 Ocak ile 22 Nisan Adalet Şöleni arasındaki zaman dilimine kuş bakışı baktığınızda ne görüyorsunuz?

İşten atılma sürecinde bir röportaj yapmıştık Sendika.Org ile. Güvencesizliği ve mevcut üniversiteyi konuşmuştuk. Bu 4 aylık sürecin her aşamasında oldum.

11 Ocak imza metni, batıdan söylenmiş, etkisi olan bir sözdü. Barış sözü çokça dile getirilmişti aslında. Çözüm süreci bitirilmiş, 7 Haziran ve öncesinde Diyarbakır mitinginde patlayan bomba ile bir karşı saldırı başlamıştı. Savaş, tüm şiddeti ile sürüyordu. Sokağa çıkma yasakları, ölümler, ablukalar tanıklık ettiğimiz tüm bu meseleler artık bu talebin, barış sözünün ne kadar hayati olduğunu da gösteriyordu. Barış için Akademisyenler’in çıkışı böyle bir anda gerçekleşti.

İmza metninin sözünün etkisi ve ulaştığı alan iktidarın en tepesindeki kişi tarafından, Erdoğan tarafından büyütüldü. Bir anlamda bizim için aracılık gerçekleştirmiş oldu. “Bu suça ortak olmayacağız” metninde söz, etkiyi içinde barındırıyordu. “Bu suça ortak olmayacağız” demek, toplumsal barışın tesisi bakımından yapılacaklara dair önermede bulunma ve bunda görev almayı talep etme meselesiydi.

Üniversiteden bu sözün söylenmiş olması ise üniversitenin varoluş tanımı, eleştirel düşünceyi üretme kapasitesi ve dönüştürücü etkisi bakımından önemliydi. Ancak üniversiteyi de toplumda yaşanan yozlaşma, çürüme, güvencesizleştirme, baskı ve piyasalaşmadan bağımsız değerlendirmek mümkün değil. Yaşadığımız süreç de bunu gösterdi. Açılan soruşturmalarla, kamu hizmetinden men ve işten atma kararları ile mevcut üniversitelerin iktidara ne kadar bağımlı yapılar olduğunu, iktidar söyleminin nasıl yeniden üretildiğini, iktidar eliyle atanan idari kadroların tutumunu hep birlikte görmüş olduk. Üniversitenin varoluş koşullarını ortadan kaldırmaya, sizi ise sözünüzü söyleyemez hale getirmek için üniversitenin dışına itmeye, susturmaya yönelik saldırılardı bunlar.

Bu saldırılar başladığında artık üniversitelerdeki hak ihlallerine karşı mücadele ile barış mücadelesi iç içe geçerek ilerledi.

10 Mart’taki ikinci basın açıklaması bu süreçte doğdu. Hem üniversitedeki hak ihlalleri ve buna karşı dayanışma ağlarının kurulup örgütlenmesinin gündemleştirilmesi hem de barış sözünün arkasında olduğumuzun tekrar dile getirilmesi için. Tam o dönemde bodrumlardan cesetler çıkıyordu Cizre’de.

10 Mart bildirisi bir hattın açıklanması idi. Toplumsal barışın ivedilikle tesis edilmesi talebinin ve ‘Bu suça ortak olmayacağız’ sözünün arkasında durulması idi. Tanıklığınızı hakikatinizi yüksek sesle dile getirme meselesi. Savunmamda da dile getirdim. İzole, steril bir tanıklık değil bu tanıklık, hakikatin tanımlanması ve öylece bırakılması değil. Değiştirmeye, dönüştürmeye yönelik bir tanıklık. Çünkü siz de değişiyorsunuz. Mümkün değil bunları gözleyen olarak değişmemeniz.

10 Mart perşembe günü 4 gönüllü olarak bildiriyi okuduk. Ben cuma günü çocuğumu görmeye yurt dışına çıktım. Daha önceden ayarlanmış bir geziydi. Ve pazartesi evlere yakalama ve gözaltı emri ile birlikte gelindi. Salı günü de arkadaşlarımız tutuklandı.

22 Nisan’da Adliye önünde temel söylemlerden biri “Biz 4’ten fazlayız” oldu. Peki neden 2000’i aşkın imza arasından bu 4 akademisyen tutuklandı?

İlk anda yakalama ve sonrasındaki tutuklama kararları 10 Mart bildirisine ilişkin bir tutum gibi değerlendirildi. Ancak anladık ki arkadaşlarımızın savcılık soruşturması ve nöbetçi mahkemeye sevki ile birlikte ilk metin temel alınıyor. Savcılık dosyasına, iddianameye bakıp metni çözümlediğinizde suçlamaların tamamen mesnetsiz olduğunu görüyorsunuz. Tam bir hukuk garabeti. Daha sonra 10 Mart’ı da eklediler ama iliştirerek. İlk metne yönelik 14 soru hazırlanmıştı “suç üretme” çabası ile iddianame de o sorular etrafında hazırlandı.

Sonuçta şu açığa çıktı 4 kişi üzerinden diğer 2212 akademisyene, barış için herkes süreci ile birlikte bu sürecin bir parçası olan binlerce insana mesaj verilmek istendi. Gözdağı verilmek istendi.

Siz, Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy tutuklandığında yurt dışındaydınız ve 30 Mart’ta “O duvarları kaldıracağız, özgürleşeceğiz” diyerek geri döndünüz. Kaçma şüphesi gerekçesini de boşa çıkararak. İktidarın tutuklayarak akademiyi terbiye etme ve tüm topluma mesaj vermeyi hedeflediği bir anda sizin dönüşünüz ise direnme ve kararlılık mesajı olarak algılandı. Dönüş ve tutuklanma sürecinizden bahseder misiniz?    

Diğer 3 arkadaşım ve ben o bildiriyi tutuklanır mıyız, tutuklanmaz mıyız gibi bir kaygıyla okumadık. O sırada yapmanız gereken bir şey vardır onu yaparsınız. Arkadaşlarımın evine polis gittiğinde ben de yurt dışında olmasam evde olacaktım işsiz bir akademisyen olarak. O noktada ilk reaksiyonun şu olduğunu ben dışarıda olmuş olmama rağmen hissettim. Bir kere sözünüzün arkasında duracaksınız. Çünkü bu mücadele. Geçmişi ve geleceği olan bir noktadan bakıyorsunuz, o an, mücadelenin bir anı sadece.  Yani sözünüzü sahiplenmektir mücadele artık. Diğer üç arkadaşım için söylüyorum onlar da böyle davrandılar. Yani çok net,  çok kararlılıkla bunu ifade ettiler. Savcılıkta da nöbetçi mahkemede de.

Benim açımdan şöyle düşünebiliriz. Artık benim için kişisel bir tutum olarak geri dönmek olmazsa olmazdı. Ama bunun yanı sıra bir politik tutumdu.

Dedik ya en başından beri birbirini doğuran süreçler yaşandı. Daha önce planlamasan da saldırıya karşı direnişin yeni hamlelerini geliştiriyorsun. İşten attılar, devam ediyoruz. Haklarımızı geri almak için mücadele ediyoruz. Kendi içimizde dayanışma kanalları oluşturuyoruz. Aslında alternatif bir üniversiteyi konuşuyoruz hem de üniversitedeki kazanılmış haklarımızı geri almak için mücadele ediyoruz ve diğer üniversite bileşenleriyle de birleşe birleşe gidiyoruz. Ardından tutuklamalar geldi. O anda da yapılacak şey barış talebinin kararlılıkla arkasında durulan bir talep olduğunu göstermekti.  “Biz buradayız,  bu sözün arkasındayız ve hala talep ediyoruz, buyurun bedeli sizce hapse atmaksa bundan da korkmuyoruz” demekti.  Dönüşümün amacı o an gelişen saldırıya karşı tutum ve söz üretmekti. Politik ve ideolojik bir tutum.

“Savcılıkta duvara konuşuyormuş gibiydim”

Dönüşte o gün hava alanında bir gözaltı bekledim. Çünkü gözaltı ve yakalama emri vardı. Bunu Cumhuriyet Savcılığı o gün kaldırmış. Hava alanında nahoş görüntüler olmasın diye. Ertesi gün kendimiz ifade vermeye gittik. Kaçış şüphesi tutukluluk gerekçesi haline getirildiği için benim dönüşümün bu gerekçeyi de ortadan kaldıracağını ve arkadaşlarımın da belki serbest kalabileceğini de düşündüm ama öyle olmadı. Savcılığa gittiğimde şunu gördüm dinliyor, not alıyor. Ancak sanki gerçekten bir boşluğa ya da bir duvara konuşuyormuşsunuz gibi. Yazılı olan, normatif süreçlerin de işlemediğini görüyorsunuz zaten. Her şey böyle büyük bir oyun gibi, kurmaca bir oyun. Bu oyunun içinde aslında siz aslında akılcı hamleler yapıyorsunuz, olması gerektiği gibi. Karşıdaki bunu zaten bunu görmüyor, bilmiyor gibi hareket ediyor. Sonuç olarak kaçma şüphesinin hala benim için de geçerli olduğunu söyleyerek tutuklama kararı verildi.

Aslında alınmış bir kararın deklarasyonu…

Aslında bu kararın onlar tarafından da alınmadığını düşünüyorum. Şu da soruldu kendilerine avukatlar tarafından “Kararı verecek kişi siz misiniz” , “Tabi ki benim” dedi. Ama sonuç olarak daha önce üç arkadaşa verilmiş olan karar metni kopyala yapıştır yöntemi ile hatta “çoğul” ekleri korunarak karşıma geldi. Yani karar orada alınmıyor.

“Okul, hastane ve cezaevi birbirine benziyor” demiştiniz söyleşiye başlamadan hemen önce cezaevlerinin toplumu yönetmenin, terbiye etmenin kurumları olduğunu biliyoruz. Arkadaşlarınız 40 siz ise 23 gün tutuklu kaldınız. Mücadelenin hapishane boyutunda ne deneyimlediniz? İktidarın baskı politikalarının hapishane içine yansıması nasıl? Orada kalmaya devam eden tutsaklar neler yaşıyor?

Okul-hapishane-hastane üçlüsü yapı olarak birbirine çok benzer. Gerek mimari açıdan gerek işleyiş açısından çok benzer mekanizmalar olduğunu düşünüyorum. Siz o büyük demir kapılardan içeri girdiğinizde aslında şunu görüyorsunuz, bir kere kendi iradi sürecinizin elinizden alındığını. Bütün mücadele o iradeyi geri kazanmak üzerine değil mi? Ülke aslında koskoca bir hapishaneye dönmüşken dışarıda da aslında duvarın hangi yanında olduğunuz, yaşamı nereden kurguladığınızla çok bağlantılı. Kimsenin zihni kapatmaya, zihnin özgürlüğüne ket vurmaya yönelik bir aracı yok. Hapishane de bunun bir aracı değil. Mekansal olarak şu var tabi üzerinize demir kapılar kapanıyor ve kilitleniyor. Yani yaşadığınız şey, kapatılma. Ben şunu düşündüm dışarıda da kapıları kapatıyoruz ve içeriden kilitleri takıyoruz ve hatta kilitlerin sayısını artırıyoruz. Orada fark şu: Bir başkası kapatıyor.

Şunu gördüm, koğuşta beraber olduğum arkadaşlarla, oradaki kadınların o dört duvar arasında yaşamı tekrar üretmek adına çok çetin bir mücadele veriyorlar. Bu ülkede tutsaklığın da tarihini biz biliyoruz. Darbelerden sonra işkence tezgahlarında insanların neler yaşadıklarını biliyoruz. Diyarbakır cezaevinde olanları biliyoruz, hapishane operasyonlarını biliyoruz. Şiddet hep bildiğimiz şekillerde karşımıza çıkmıyor.

“Buzdolabında çocuk cesetlerine tanıklı etmiştik, orada da buzdolabında saklanan çiçeklere tanık olduk”

Kapatılmanın insanlık dışı noktası, bir kere görülmemek, duyulmamak ve karşılığında da bir söz alamamak yani iletişim kuramamak. Faşizmin çeşitli yüzlerini gördük. Buzdolabında saklanan çocuk cesetlerine tanıklık etmiştik, orada da buzdolabında saklanan çiçeklere tanık olduk. İçinde yaşadık. Son dönemde Adalet Bakanlığı genelgesinin uygulanmaya başlaması ile tutsakların bin bir emek ve mücadele ile kazandıkları hakları geri almaya çalışıyorlar. Havalandırmadaki beton, demir soğukluğunu bir nebze kıracak kurutulmuş çayların içinde yetiştirilen gül fidanlarının, fesleğenlerin, içlerine yumurta yapmış yuva kurmuş kumruların yuvalarını dağıtmak pahasına toplandığını gördük. “Kuş yasak” denildiğini duyduk.  Örneğin 10 kişinin kolektif bir biçimde temizlik yaparak temiz tutmaya çalıştığı bir koğuştaki çek bas sayısını ikiye indiriyorlar, böyle söylenince önemsiz gibi görünebilir ancak aslında 24 kişilik koğuşa 2 çek bas, temizlik yapma hakkınızın, yaşama sevincinizin elinizden alınması demek.  Kitap kısıtlamaları da gündemde.

Faşizme karşı dışarıda bir mücadele var içeride de bir mücadele var. Cezaevi süreci çok kısa bir süre bile olsa o kadar yoğun ki çünkü orada zaman uzuyor. Dışarıda algıladığımız çok hızlı geçen zaman orada aslında her bir dakika tüm içkinliğiyle yaşadığınız için belki çok uzun ve daha dolu dolu. İlk gittiğim geceyi de unutmuyorum. Tecritte okunacak bir şey yok, yazacak bir malzeme yok, saat yok. Yaşamı tekrar üretebileceğiniz hi bir araç yok işte bundan tamamıyla mahrum bırakmak bu kapatılmanın özünde olan şey belki biraz işte bir prototip olarak  o anları düşünebiliriz.

Hapishanelerdeki tutsakların sesini duyurmak çok önemli. Buna, aracı olmak ve o sözü de çoğaltmak, o mücadeleye dahil olmak, müdahil olmak lazım.

Siz hapishanedeyken kapının önünde Özgürlük Nöbeti tutuldu. Bakırköy ve Silivri’de mücadelenin bir boyutu da bu nöbetlerdi. Sizlerden gelen her mesaj, mektup heyecanla beklendi. İçeriden nasıl görünüyor, içeriyi nasıl etkiliyordu dayanışma?

Dışarının içeriye sızan kısmı. İçeriye beli süzgeçlerden geçerek geliyor bilgi. Biz tabi ki günlük gazetelerden bir gün sekmeyle aslında bir gün önce özgürlük nöbetinde kimler vardı onu öğreniyorduk. İletişim kanalları olarak avukatlar aracılığıyla ya da dışarıdan içeriye gelen mesajlar, defterlere yazılmış mesajlardan alıyorduk bilgileri. Çok büyük güç veriyordu. Posta yoluyla gelen kartlar ve mektuplar dış dünyayla bağımızdı. Çok büyük mutluluk onları okumak ve gerçekten motive oluyorsunuz pek çok açıdan. Asla yalnız hissetmiyorsunuz kendinizi, mücadelenin içindeyiz, buradayız şu anda yani bu ayağını yürütüyoruz mücadelenin diye hissediyorsunuz, hiç atıl hissetmiyorsunuz kendiniz onu söyleyeyim yani yalıtılmış, mücadelenin dışına çıkmış, atılmış gibi de hissetmiyorsunuz, o mesajlar sayesinde dışarıdan gelen…Fakat iletişimde mesajı yollarsınız geri bildirim gelir. Koşullar nedeniyle bunu iyi işletemedik. Ama yanıt vermemiş olmak benim için eksiklik, mutlaka tamamlayacağım, bir görev olarak görüyorum.

Ve 22 Nisan’da Çağlayan Adliyesi’nin içerisinde siz barışı, akademiyi, özgürlükleri savunurken Adliye’nin dışında da öğrencisi, çalışanı, bilim insanları ile akademi, toplumsal muhalefet özgürlüğü, barışı ve adaleti Adalet Şöleni ile savunuyordu. Sizlerin savunmalarınıza dair bilgiler geldikçe dışarının coşkusu büyüdü. Savunmalarınızda savcıyı suç üretmeye çalışmakla “suçladınız”. İddianame hakkında ne düşündünüz, savunmalara ortak hazırlanma şansınız oldu mu? Siz savunmanızı hangi temelde hazırladınız?

Kavramlar, dil üretmek, gerçekliğin dilde üretilmesi ilgimi çekiyor. İddianameye bir metin olarak baktım belki de mesleki deformasyon. Başka bir gerçeklik üreten ve bağdaşıklığı olmayan bir metin oradaki. Siz bir mücadele hattı belirliyorsunuz sizi bu hattan çıkaracak bir şey. Bu nedenle metnin siyasi içeriğinden çok dil ve metin düzleminde üniversitenin yapısı ile ilgili bir savunma verdim. Elitist bakışla değil. Üniversiteyi emekçi halkların öz kaynağı ve birikimi olarak görüp oradan tekrar halklara ve topluma bir yarar üretme sorumluluğu üzerinden. Barış içinde, eşit, özgürlükçü, emeğe değer veren bir ülkede bilim yapmak, söz söylemek üzerinden savunma ürettim. İddianamede üretilen başka bir gerçeklik demiştim o gerçeklik bir hakikati yansıtmıyor. Oyun, kurmaca. O oyun ve kurmacayı açığa çıkartmak istedik.

Kimsenin susmaya hakkı yok diye düşünüyorum. Konuşacağız. Barış talebinin bu yaşadığımız konjonktürde toplumsal muhalefetin tüm kesimleri, sınıf mücadelesi, kimlikler için mücadele, toplumsal cinsiyet mücadelesi, üniversite yapısının dönüşümü için mücadelelerinin ortak eksenlerinden biri olması gerektiğini düşünüyorum. Bu eksende konuşmayı ertelemeye hakkımız yok.

Savunmayı iletişim olanaklarımız olmadığı için birlikte hazırlayamadık. İş bölümü de yapamadık. Esra ile aynı mekanda olmamızdan kaynaklı üzerine konuştuk ancak kendi savunmalarımızı ayrı ayrı hazırladık. Ama sonuçta ortaya birbirini tamamlayan 4 savunma çıktı. 4 insanın net duruşu ve devam etme yönündeki kararlılığın etkili olduğunu düşünüyorum. Mahkemedeki konuşmalarımızı birer savunma gibi görmemek lazım biz orada iddiaları çürüterek ve kendi önermelerimiz sunarak asıl biz yargıladık.

 

Mahkemede savcının önce 301’den yargılanmanızı ve tutukluluğun devamını istedi ancak hemen ardından hızla Adalet Bakanlığı’na başvuru yapılacağı, sürenin uzayacağı gerekçesi ile adli kontrol şartı dahi aramaksızın tahliye istemi geldi. Bu pek görülen bir durum değil.O aralıkta ne yaşandı? Hem o salonda yargılanan biri hem bir akademisyen olarak mahkemede ne gördünüz?

Yargı mekanizması içindeki herkesin kendi durumunu sorgulamasını gerektirecek acıklı bir tablo vardı orada. Karar merci olan yargıçların karar yetkisinin ellerinde olmadığını görüyorsunuz. Karar veremeyecek bir karar merci olmak, onlar adına üzüldüm diyebilirim. 7/2 terör örgütü propagandası yapma suçundan beraat vermeleri gerekiyordu. Hukukçu dahi olmayan 4 akademisyen iddianameyi boşa düşürdü. Tek tek sözcüklerinden içeriğine, söz diziminden anlamına kadar her aşamada açığa bir şey çıkarttık.  Yani bir savcı açısından çok acıklı bir durum. Ellerinden binlerce dosya geçmiş Ağır Ceza hakimleri en ince, içinde suç delili olarak iki bildiri olan bir dosyada kendi koydukları kuralları bile iyi kurgulamadıklarını gösterdiler.

Karar verme yetkisini kendilerinde görmediler,  sorumluluk alamadılar ve devam mı tamam mı sormak için asıl karar vericiye dosyayı paslamış oldular. Adalet Bakanlığı kanalı ile.

Sizinle ilk röportajı yaparken bu süreç akademinin çeşitli bileşenlerini yan yana gelmeye, barış talebi etrafında farklı toplumsal kesimlerin bir aradalığını da zorladı demiştik. Bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz? 

Yol açmak önemli. Zaten şu ana kadar birikmiş olan toplumsal mücadeleleri düşünürsen hem üniversite anlamında hem de bugün adına barış mücadelesi diyoruz ama emek, demokrasi, toplumsal barış mücadelesi bakımından bu ülkenin çok uzun yıllardır süregelen bir mücadele geleneği var. Ha tıkandığı dönemler var, belki oradan yol açmak anlam ifade edebilir ama. Burada dediğim şey biraz daha özgün koşulunu yaratıyor. Daha önce belki tek tek haklar ve halklar mücadelesini biraz iç içe geçirememekle ilgili sorunlar vardı. Şimdi birleştirici bir eksen ortaya çıkıyor.

Emek meselesi ile de birbiriyle çok iç içe geçtiğini düşünüyorum. Barış talep etmek ile güvencesiz akademiye karşı mücadele etmenin, iş cinayetlerine,  kadın cinayetlerine karşı çıkmanın, emeğin örgütlenmesinin.

Biz hapishaneden çıkarken önde kumrular arkada 13 kadın erkenden 1 Mayıs marşını söyledik. Bizi getiren o havalandırmaya getiren süreç, hangi taleplerle geldiğimiz, iş kaybımız,  hak ihlalleri, tutuklanmamız… Barış ve yaşam talebi ile emek mücadelesinin bağını da gösteriyor. Geri adım atmadan bu suç ortaklığına karşı mücadele etmek, elini taşın altına koymak gerekiyor. (Sendika.org)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89