“Duygularını saklayan bir sanatçının samimiyeti şüphelidir.”
Söyleşi: Mehmet Poyraz-Fehim Işık
İlkehaber bir dönemdir sanatçılarımızla, yazarlarımızla, siyaset dünyamızın önde gelenleri ile özel söyleşiler yapmayı ve bunları sizlerle paylaşmayı tasarlıyordu. İlk söyleşimizi Kürt müzik dünyasının genç yeteneği, Kürt pop müziğinin sevilen ismi Mehmet Atlı ile yaptık. Atlı ile yaptığımız uzun söyleşimizi iki bölüm olarak yayınlayacağız. Söyleşimizin ilk bölümünde onun yaşam hikayesini dinledik, müzik ile tanışmasını ve Kürt müziği ile politika arasındaki ilişkileri konuştuk.
- İlkehaber ile söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Doğrusu Hilal hanımın sizinle ilgili yazılarını okuduktan sonra biraz zor söyleşi yaparız gibi geldi bana. Ama Fehim hocanın size ulaşması çok kolay oldu.
- Rica ederim. Buralardayım ben. Yeter ki denk getirebilelim. Hafta içi İstanbul’dayım, İstanbul’da yaşıyorum yani.
- İsterseniz önce sizin ağzınızdan, biraz da süzerek, yaşam hikâyenizin anlatımıyla başlayalım. Mesela sizin bir Diyarbakır, bir Bağlar çocuğu olduğunuzu biliyoruz. Aile içinde Zazaca ve Kurmanca konuştuğunuzu da biliyoruz.
- Çocukluk yıllarımla ilgili en belirgin hatıra, o yıllardaki atmosfere dair genel olarak söyleyebileceğim şey, bizim darbe sonrası bir çocukluk yaşadığımızdır. Bunun etkileri üzerinde bence düşünmek gerekir. 1975 doğumluyum. Darbe olduğunda ben 5 yaşındayım. O günleri hayal gibi hatırlıyorum. Doğrudan ailemizi etkileyen bir yönü olmadı ama havayı etkiledi, havayı zehirledi. Bu zaten başlı başına yeterli bir şey. Şunu çok net hatırlıyorum; darbeyle beraber insanların artık fısıltıyla konuşmaya başladığı bugün gibi aklımda. Evde Kürtçe kasetlerin yakıldığını hatırlıyorum. Kürtçe kasetlerin, Kürtçeye ve Kürtlere dair şeylerin istenmediği, bunların fısıltıyla konuşulduğunu hatırlıyorum. Bu bir çocuğun dünyasında, zaten başlı başına merak uyandıran bir şey. Bu kasetler niye yakılıyor, niye saklanıyor? Sırf bu merak beni Kürt müziğine yöneltmiştir diyebilirim. Çünkü daha önce vardı, evde çalınıyordu. İnsanlar çok heyecanla dinliyordu. Çünkü kendi dilinden bir şey. Sonra bir gün bu yok oluyor ya da yok ediliyor. Bir de çocuklar arasında hapishane ile ilgili, Diyarbakır cezaevinde neler olup bittiğine dair şeyler anlatılırdı. Bir korku iklimi! Sonra ilkokul yıllarıyla beraber, benim bildiğim, evde konuştuğum dilleri konuşmamam gerektiği bilgisi; bu bilginin yerleşmeye başlaması... Bütün bunlar siz farkında olun olmayın, bir travma yaratıyor. Yani travmayı yaşamak için ailenizin doğrudan etkilenmiş olması gerekmiyor. 12 Eylül’le beraber siz zaten travmatik bir iklimin içinde yetişmeye başlıyorsunuz. Bu travmatik durum bende Kürtçeye ve Kürtçe müziğe dönük bir ilgi uyandırdı. Sonra, ilk orta ve lise yıllarım; bu yıllarım Diyarbakır’da geçti. Diyarbakır’da Halk Kültür Derneği’nde bir amatör müzik topluluğunda başladım müziğe. Lise yıllarımda amatör gruplarda müzik yaptım. Elbet lise yıllarının öncesi var. Bağlarda bir göçmen mahallesiydi bizim mahalle. Alevi ve Bulgar göçmeni komşularımız vardı ve onların neredeyse hepsi saza meraklı insanlardı. Evlerde saz vardı. Benim ağabeyim de çalardı. Kürtçe müziğe ilgide bu ortamın da etkisi var. Üniversite yıllarında ise zaten profesyonel müzik hayatına atıldım.
- Söyleşi öncesinde Diyarbakır’dan bir arkadaşla konuştuk, “Mehmet Atlı ile röportaj yapacağız,” dedik. Hemen hanımı devreye girdi dedi ki “o bizim komşumuzdu. Bir tane bakkal vardı. O bakkalın önünde hep elinde sazla görürdüm, hep saz çalardı.”
Doğrudur... O bakkal bir göçmen arkadaşımındı. Bakkal dükkânları vardı. Lise yılları aşağı yukarı. Şimdi lise yıllarında şöyle bir şey oldu; 80’lerin sonuydu. Kürt kimliği ile ilgili taleplerin bir toplumsallık kazandığı, darbe sonrası koşullarda bir uyanışın söz konusu olduğu 80’lı yılların sonlarında, kendi kişisel hevesimiz, merakımız bir toplumsal hareketlilikle buluştu. Tabi Diyarbakır’daki genel havayı değiştiren bir diğer gelişmeden de bahsetmek lazım. Halepçe katliamından sonra şehirde hava epeyi bir döndü, değişti. Konuyla ilgisiz gençleri de içine alan bir hareketlilik oldu. Ben de o yıllarda ortaokul, lisedeydim. Doğrudur, bakkal köşelerinde, şurada burada bir şeyler çalma gibi bir hevesimiz vardı... Zaten Diyarbakır’da hatırlıyorum sadece bir dükkân vardı müzik aletleri satan. Dağkapı’da. Sanırım rahmetli oldu. Sadık Ziypak’ın Diyarbakır’ın Sesi diye müzik aletleri, enstrümanları satan bir dükkanı vardı. Bağlardan kalkıyorduk; o zamanlar minibüse, otobüse binmek falan da yoktu, yaya olarak Dağkapı’ya gidiyoruz. Tam Dörtyol’da, Emek sinemasının oralarda bir pasajın içinde bir dükkânı var. Rahmetli biraz huysuz ama iyi yanları da olan biri. Bana sorarsanız şehirdeki en çizgi dışı, en aykırı insanlardan biri. Bir şehirde bir şeyi yapan tek adam olmak kolay değil. Enstrümanlar bir tek orda satılıyor. Bir saz teli almak için kalkıyorsunuz Bağlar’dan, Seyrantepe’den ona gidiyorsunuz, ona muhtaçsınız yani. Ben gitarı, kavalı ilk onun vitrininde gördüm. Vitrinden bakardık böyle. Aslında şunu söylemeye çalışıyorum. Diyarbakır’da müziğe hevesli bir insanın, bir çocuğun, bir gencin yetişebileceği koşullar çokta öyle matah koşullar değil. Sadece mahalle düğünleri var canlı müzik dinleyebileceğiniz.
- Sizinle röportaj yapmadan önce küçük bir saha araştırması da yaptık. Bu vesileyle sizinle röportaj yapacağımızı bilen iki Diyarbakırlı arkadaşa bir toplulukta, “Mehmet Atlı’yı nasıl bilirsiniz?” diye sordum. Herkes efendi kişiliğinizden, mütevaziliğinizden söz etti.
- Sağ olsunlar.
- Daha sonra, Zaza olan bir arkadaş, yüzde 75 Zazaca, yüzde 25 Kurmanci kullanır dedi. Yanındaki arkadaş Kurmancdı. O da, yüzde 75 Kurmanci, yüzde 25 Zazaca kullanır dedi. Nübihar dergisinin genel yayın yönetmeni Süleyman Çevik’de oradaydı. O da, “Anlaşıldı Mehmet, sen onu elli elli yap” dedi. Belki biraz espritüel bir durum bizimki ama yine de herkes Mehmet Atlı’yı kendinden yapmanın uğraşı içindeydi. Tabi bu merak konusu. Sanıyorum sizin yaşadığınız şehirde Zazaca da yoğun olarak kullanılıyordu?
- Ergani’de var. Kurmanc köylerine nazaran az sayıda olmakla beraber, bir Dicle’deki kadar, bir Hani’deki kadar yoğun olmamakla beraber, Ergani’de Zaza da var. Özellikle Elazığ’a, Maden’e yakın köylerinde... Bizimkilerin hikâyesi ilginç. Dedem çocukken yetim kaldıktan sonra bir Zaza köyüne gidiyor. O köyde üvey babası onu büyütüyor ve o köyden evleniyor. Zaza bir kadınla evleniyor. Yani babamın annesi Zaza. Annem o köye gelin gidince annem de Zazaca öğreniyor. Ben annemle hala Zazaca konuşuyorum ki annemin ana dili Zazaca da değil.
- Hatta bir söyleşinizde, “Zaza bir komşuya gittiği zaman...” diye
- Tabi tabi... İşin bir de o boyutu var. Mesela Diyarbakır merkeze gidiyor bu insanlar, kabul edelim etmeyelim Diyarbakır merkezde de bir Zaza-Kurmanc çekişmesi, fıkralara da konu olan tatlı-sert bir gerilim vardır. Bizim evde ise durum çok farklı yaşanıyor. Şöyle; bir cümleye Zazaca başlıyorsunuz, devamı Kurmanci geliyor ve bakıyorsunuz o cümle Türkçe noktalanmış. Biri Kurmanci bir soru soruyor diğeri Zazaca cevap veriyor. Yani biz bu ayrımı aile içinde çok belirgin bir şekilde hissetmedik. Çocukluk yıllarımda bana göre Zazaca ile Kurmanci aynı şeydi. Aynı şey olmadığını daha sonra fark ettim. Hani balık denizin içindeyken nasıl bir ortamda yaşadığını çok bilmez. Biz de aslında evden çıktıktan sonra kimliğimizdeki farklılıkları görmeye, tanımaya başladık. Dediğiniz gibi, doğrudur, annem Zaza komşulara gidermiş, Kurmanclar hakkında olumsuz konuşulunca gücüne gidermiş. Kurmanclara gidince de Zazalar hakkında dedikodu yapılırmış. Her ikisi de annemin gücüne giderdi. Bu durum anneme dokunduğu gibi bana da dokunuyor. Bulunduğum ortamda Zazalarla ilgili olumsuz bir görüş belirtildiğinde bozulurum. Yine Zazaların içinde Kurmanclar hakkında olumsuz konuşulunca da bozulurum. Ben, ikisini de beraber yaşıyorum.
- Benim dikkatimi çeken bir şey var sizde. Çok düzgün bir Türkçe konuşuyorsunuz. Eminim, Zazacayı da, Kurmanciyi de böyle konuşuyorsunuzdur...
- Şöyle söyleyeyim; bizim Kurmanci ile ilişkimiz biraz daha kitabi. Aslında kimliğin farkına varmak için onun dışına çıkma meselesine, yeniden dönmek istiyorum. Nasıl bir evden çıkıp sokağa, o sokaktan şehrin merkezine ve o şehirden de daha büyük bir şehre halka halka gelişen bir göç hikâyesi içinde, siz kendinizin farkına varıyorsunuz, kimliğinizin farkına varıyorsunuz. Ben de aslında Kürt kimliğimin farkına büsbütün İstanbul’da vardım. Bu da paradoksal gibi görünebilir ama bu doğru, böyle… Hani, “insan kendisini başkasında tanır” diye bir laf vardır ya, biz de büyük şehirlere geldikten sonra biraz kendi kimliğimizin farkına vardık, öneminin farkına vardık. Benim Kurmanci ile daha yoğun bir ilişki kurmam, aslında İstanbul’da oldu. Dolayısıyla Kurmanciyi biraz kitabi biliyorum. Zazacayı ise günlük kullanımıyla biliyorum. Zazacayı, hani insan annesi ile nasıl konuşursa öyle konuşuyorum. Ama Kurmanci öyle değil; onu daha çok okuyarak geliştirdim. Türkçeye gelince, zaten ilkokuldan üniversiteye eğitim dilimiz Türkçe; üstelik sokağa, günlük hayata hâkim olan bir dil... Sanırım biraz da Kürtçenin Türkiye’deki trajik serüveninden kaynaklı olacak, doğru Türkçe öğrendik.
- Hayran kitleniz, daha doğrusu Mehmet Atlı’yı dinleyen müzikseverler, diğer Kürt sanatçılara o kadar sıcak değil. Yani Mehmet Atlı bir yerde duruyor, diğer sanatçılar başka bir yerde duruyor. Mehmet Atlı’nın entelektüel bir müzik dili var gibi. Bu, kitabi Kürtçenin getirmiş olduğu bir şey mi? Yoksa oralarda yaşanan Kürt öykülerinin bir hüznü mü?
- Böyle bir tespit varsa bile, bunu benim söylemem doğru olmaz. Eğer böyleyse teşekkür ederim. Ama şöyle söyleyeyim: Nispeten özel bir dinleyici kitlesi var. Daha doğrusu şarkılarımla özel bir ilişki kuran bir dinleyici kitlesi var. Muhtemelen bunlar diğer Kürt müzisyenleri de dinliyorlardır. Hiç kuşkusuz her gencin, her dinleyicinin dünyasında, daha özel yer biçtiği birileri mutlaka vardır. Muhtemeldir ki biraz daha okuyan, yazan gençlik nezdinde özel bir yerim var. Bu özel yerin, kullandığım dilin kitabi oluşuyla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Aksine ben şarkılarımda mümkün olduğunca sade bir Kurmanci kullanmaya, sade bir Kurmanci ile konuşmaya, yazmaya çalışıyorum. Şarkı sözlerinde çok üst perdeden didaktik bir şeyler vermeye, bir mesajı aşılamaya çalışan ya da öğretici olmaya çalışan bir dili kullanmamaya gayret ediyorum. Daha çok insanların günlük hayatta kullandığı Kurmanciyi kullanmaya gayret ediyorum. Yani bildikleri, aile arasında konuştukları deyimlere ve atasözlerine başvuruyorum. Çünkü böylesi daha sıcak. Sizin dediklerinizin, belki daha kaliteli bir müzik yapmaya gayret etmemim, fark edilmiş olmasıyla ilgisi olabilir.
- Olabilir. Şöyle bir şey; mesela bir Beytocan’ın “min helandin” demesi ile Mehmet Atlı’nın “min helandin” demesi arasında fark var. En azından benim için. Yani belki ikisi aynı kelimeyi aynı kavramı şarkıların, türkülerin içine koyuyor ama algılanış biçimi farklı.
- Şöyle bir ilgi olduğunu düşünüyorum. Koma Dengê Azadî’de müzik yaptığım sıralarda şunun farkına vardım biraz. Şehirli bir gençlik kitlesinin yetişmekte olduğunu, metropollerde yığılan milyonlarca insanın farklı bir müzik ihtiyacı içine gireceğini fark ettim. Bu ihtiyacı, başta kendimde olmak üzere hissettim. Bu insanların, müzikle, gelenekle kurduğu ilişki ile köyünde bu dili en saf biçimde yaşayan insanın hissediş biçimi farklıdır, diye bir mantık yürüttüm. Şimdi bir İstanbul gibi, Ankara gibi, Avrupa’nın metropolleri gibi şehirlerde acaba bu geleneği nasıl yaşıyoruz, nasıl yaşatıyoruz? Mardin’deki, Diyarbakır’daki köylerimizdeki gibi mi? Böylesi bir durum her halde eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Biz şunu yapıyoruz aslında, modernleşen bireyler, modernleşen bir toplumun mensupları olarak, bir yanıyla gelenekle bağ kurmaya çalışıyoruz, bir yanıyla da o geleneğe asla dönemeyeceğimizi biliyoruz. Bana sorarsanız bu çelişkilerden beslenen bir sanat atmosferi var bizde. Yalnız bizde değil, modernleşen her toplum bu tip çelişkilerden beslenerek yürüyor. Belki bunu fark etmiş olmam Kürtçe üzerinde daha titizlikle durmamı getirdi. Beytocan’ın ya da onun kuşağı olan müzisyenlerin şöyle bir şansı var; onlar bir geleneğin içinde doğmuş insanlar. Kürtçeyi o kadar doğal düşünüp hissedip söylüyor ki, hani ben bu dilde nasıl bir çalışma yapayım gibi bir derdi yok. Mesela Aram Tigran öldüğü güne kadar çok sade bir Kurmanci ile konuştu. Çok doğal bir biçimde yaşıyordu bunu. Benim gibi insanlar içinse durum böyle değil. İlkokuldan üniversiteye kadar bir başka dille eğitim görmüş, bir başka metropol gerçeğini yaşayan insanların dille kuracağı ilişkide daha dikkatli olmak gibi bir sorunu var. Dil meselesi üzerine durdum ama durmamız lazım, çünkü bizim müziğimizi de besleyen şey aslında biraz bu. Belki şunu kaydedip öyle geçmek lazım bu konuyu, iyi bir şarkıda sözle ses birbirini besler, birbirini kurar, birbirini inşa eder. Ben bunu gözetmeye çalıştım. Sözle ses arasında organik bir ilişki olsun diye hep çabaladım, çabalıyorum.
- Bir de şöyle bir şey var; siz İstanbul’a geldiniz ve artık gruplarla iç içe geçmeye başladınız. Daha sonra tek başınıza müzik yapmaya başladınız. Birazda bu süreçten bahseder misiniz? Gruplarla ayrışmanız müzik noktasında mı, yoksa başka şeyler nedeniyle mi oldu?
- Ben 90’ların başında üniversite eğitimi almak üzere İstanbul’a gelmeden önce, zaten Koma Dengê Azadî ile yolum daha önce Diyarbakır’da kesişmişti. Koma Dengê Azadî’deki arkadaşlar Diyarbakır’da amatör müzik yaptığım HKD’ye gelip gitmişlerdi. Aramızda bir iletişim oluşmuştu. İstanbul’a geldiğim zaman grup bir kadro değişimi yaşıyordu. Bana “Burada müzik yapar mısın?” diye bir öneri geldi. O zaman grup çalışmasını Stran Kültür Merkezinde yürütüyordu. Benim de Kürtçe müzikle ilişkimi sürdüreceğim, o bağı geliştireceğim bir ortama ihtiyacım vardı. Stran Kültür Merkezinde müzisyen arkadaşlarımla çalışmaya başladım. Yine Kürtçe’nin Türkiye’deki talihsiz serüveninden kaynaklı olarak Kürtçe müzik, ya da modern Kürt müziği diyelim, daha başlangıç koşulları itibarıyla dahi politikleşmiş, politize olmuş bir müzik. Hatta bunun da ötesinde politika bizatihi müzik aracılığıyla yapılan bir şeye dönüşmüş. Yani Kürt müziğinde sanırım politikanın belirgin etkisinden söz etmek yetmez. Şunu söylemek lazım politika bizzat müzik yoluyla yapılan bir şey. Çünkü Kürtçe için hayati bir önemi var, müziğin. Kürt dilinin yaşaması için, bu halkın en temel insanî haklarının, taleplerinin dillendirilmesi için, müzik bir tür iletişim mecrası olmuş. Böyle olunca bunun dışında kalamıyorsunuz. Kuşkusuz, biz Norveç’te ya da İngiltere’de doğup büyümüş olsaydık bambaşka bir müzik maceramız olacaktı. Koma Dengê Azadî’de tabi ki politik mesajlar, politik endişeler kalın çizgilerle ön plandaydı, belirgindi. Ama grubun müzik anlayışı sadece bundan ibaret değildi. Stran Kültür Merkezi’nde müziğin kendisini de önemseyen bir yaklaşım vardı. Ayrıca grup, kalitesiyle, Türkiye’de bu işi ilk kez yapan gruplardan biri oluşuyla zaten bir fark ortaya koymuştu. O açıdan, böyle bir grup içinde olmaktan dolayı ben kendimi şanslı görüyorum. Tüm iyi yönlerine rağmen grup en nihayetinde dağıldı. Zaten tüm grupların dağılmak diye bir kaderi var. Bu işin bir yönü. Bir diğer yönü de şu; belki grup içinde politik mesajlara ne kadar ağırlık vereceğimiz konusunda aramızda bir takım görüş ayrılıkları olmuş olabilir. Bu tabloda ben biraz daha fazla müziğin içinde kalmak istedim. Biraz daha müzikle haşir neşir olmak istedim ve grup dışında arayışlara yöneldim.
- Az önce “Norveç’te, İngiltere’de doğup büyümüş olsaydık farklı bir müzik tarzımız olabilirdi” dediniz. Yine görüştüğümüz bir arkadaşın şöyle bir tespiti var, son kasette, tabi bunu iyi anlamda kullanıyor, “Fransız sokak şarkı tarzı var” diyor. Arkadaş Paris’te uzun süre kaldı. Arkadaş, bu bilinçli bir şey mi diyor, yoksa bu tarz örtüşmüş mü? Bana da çok ilginç geldi.
- Benzeri şeyleri daha önce de söylediler ama ben Fransa’da bulunmadım, çok merak ettiğim halde Paris’i de görmedim; ama şöyle bir şey söyleyebiliriz belki. Yaptığımız müzik sonuçta pop müzik, popüler müzik. Bu kavramı dar anlamda kullanmıyorum. Popüler müzikten kastımız 19. ve 20. yüz yılla birlikte müziğin artık aristokrasinin ya da beylerin ya da bir avuç imtiyazlı, elit grubun bir lüksü olmaktan çıkıp, geniş halk kitlelerinin kendilerini ifade ettiği bir mecra olarak popülerlik kazanması ise, evet bizim yaptığımız müzik popüler müzik, pop müzik. Tabi bunun kayıt teknolojileriyle de ilgisi var. Teknolojideki gelişmeler müziği kamuya mal etmiştir. Bu müzik artık bazı evrensel standartlar yakalamış durumda. Gözümüzü açtığımız dünyada televizyon diye bir gerçek var. Bunun getirdiği uluslar arası bir standartlaşma var. En önemlisi bizim müziğimize gitar bir şekilde girmiş. Bunun getirdiği bir standartlaşma var. Belki de bu küreselleşme denen şeyin en iyi izlenebildiği alanlardan biri müziktir. Bunlarla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bizim kulağımızda, bilinçaltımızda, dünyamızda ne kadar gelenek varsa bir o kadar da dünyanın müzik birikimi var. Bunun, insanın kendisinde bir senteze ulaşmış olması çok doğal bir şey. İlla bilinçli bir tercihin sonucu olarak, yani “ben, doğu batı sentezi yapacağım” gibi iddialı laflarla açıklamıyorum bunu. Bu, kendiliğinden gelişen bir sentez zaten.
- Şarkılarınızın çoğunda hüzün var. İyi anlamda kullanayım, melankoli tarzı bir şey var, tutku var, bağlılık var. Bu, bilinçli bir tercih midir? Kürtlerin yaşamış olduğu acıların üstüne, bu acıları en iyi ifade edebilecek bir müzik tarzı mıdır? Yani bunun örtüşmesi, bu hüznün, bu melankolinin kullanılması, Kürtlere has bir müzik tarzı mıdır? Yoksa gerçekten böyle bir tarzı baştan itibaren hedeflediniz mi?
Yok. Bunu bir tercih olarak düşünmemek lazım. Bunu bir samimiyet ifadesi olarak düşünmek gerekir bence. Bana sorarsanız bir sanatçının ölçüleceği yer, ne kadar samimi olduğu ile ilgilidir. Bence bir sanatçı ne kadar kendi dünyasının, kendi kalbinin, kendi bilinçaltının derinliklerine inebiliyor, ne kadar kendi mahremiyetini ortaya serebiliyorsa açık yüreklilikle, bence o kadar başarılı olur. Duygularını saklayan bir sanatçının samimiyeti şüphelidir. Hem de çok hesap kitap yapılabilecek bir alan değil bu. Ben böyleydim, böyle hissettim. Bu kederin, bu hüznün mutlaka çok nedeni vardır. Ama zaten bana sorarsanız acı insanın temel duygularından biridir. Mutluluk bana o kadar da temel bir duygu gibi gelmiyor. Mutsuzluk, daha temel ve daha belirleyici. Bunu varoluşsal anlamda söylüyorum. Mutsuz olmak için gayret sarf etmek gerekmez ama mutlu olmak için gayret sarf etmek gerekir. Burada samimi bir ortam bulmuşken şunu da söylemek istiyorum; mutlu olmanın şartları vardır. İnsan mutlu olmak isterse mutlu olur. Bu şartları yaratabilirse, elde edebilirse mutlu olur. Ama mutsuz olmanın hiçbir şartı yok. Doğuyorsunuz zaten bir uyum problemi içinde doğuyorsunuz. Bana sorarsanız acı bütün insanlar için daha temel bir şey, yalnızca Kürtler için değil. Kürtler söz konusu olunca işin içine ekstra travmalar girmiş. Ben bütün sinemacıları, bütün edebiyatçıları aslında dil yasağının travmatik etkileri üzerine düşünmeye, bu konuda çalışmaya davet ediyorum. Bunu daha önceki söyleşilerimde de söyledim. Dil yasağının travmatik etkilerine yeterince ilgi gösterildiğini düşünmüyorum. Kürtler yaşadıkları her şeyi politikanın konusu haline getiriyorlar. Bana sorarsanız politika çok kısır bir alan. Bir sürü uluslar arası dengeyi gözetmek zorunda kalabileceğiniz bir sürü iktidar denklemi kurup, sınırlı alanlarda sınırlı manevra kabiliyetleriyle iş görebileceğiniz bir alan. Kürtler kendilerini politikaya biraz fazla hapsettiler. Kürt sanatçısı da kendini bu dar alanın içine soktu. Bence biraz buradan çıkıp, edebiyatın sanatın imkânları içinde Kürtlerin durumuna bakarsak, konuşulacak yapılacak daha çok şey olduğunu görürüz. Mesela dil yasağı. Aslında hepimizin müziğine sinen kederin kaynağında, dil yasağının getirdiği şizofrenik ruh hali var. Yani bunu tercih etmediğimiz halde bu iki dilli yaşamak durumunda olmak, bunu bir zenginlik olarak değil de bir travma olarak yaşamak zorunda olmamız müziğimizde de, edebiyatımızda da melankolik bir durum yaratmış. Bence sinemacılar bunun üstüne gitsin. Bu, dünyanın her yerinde anlaşılabilecek, Kürtlerin neyi yaşamakta olduğuna dair net ve vurucu mesajlar verebilecek bir konu. Yalnız bu durum değil. Bugün politikanın konusu haline getirdiğimiz her gelişme, her mesele aslında çok daha zengin ifade olanaklarıyla sanatın konusu edilebilecek şeyler. Ama o kadar mesaj verme, politize etmek kaygısı var ki bizde ve o kadar siyasete angaje bir sanat dünyamız var ki, bu esneklikte, bu zenginlikte düşünemiyoruz. Şimdi kendi müziğime geleceğim, tabi kendi müziğim diye bir şey varsa. Ben, açıkçası samimi olmaya çalıştım. Yaşadığım travma her ne ise bunu açıklıkla ortaya koymaya çalıştım. İnsanlarda da bu var ki, bir kabul gördü. Sanatta, sanatçıyla onun alıcısı arasında bir özdeşlik ilişkisinin kurulması çok önemli. Okuyanın, dinleyenin orda biraz kendini görmesi çok önemli bir şey. Bu öyle masa üstünde hesaplanarak olacak bir şey değil. Ben bir hikâye anlatırım, bu hikâye sizin hikâyenize benziyordur. Artık o noktadan itibaren o şarkı, o şiir, o roman her ne ise benim olmaktan çıkıp sizin olmaya başlıyordur. “Sanat alıcıda tamamlanır” diye bir klişe vardır ya bunu sonuna kadar paylaşıyorum.
- Hüzünlü müzikle ilgili kendimden örnek vereyim. Tam telaffuz edemeyebilirim. Mesela bir şarkı; “Sêvê gundê min, werin sêva,” öbür tarafta da “dotmam” diye bir parça… Ben bu ikisini ne kadar sıklıkla dinlerim, diye düşündüğümde, “dotmam” öne çıkıyor. Doğrusu bana hüzün verdiği için “dotmam”ı seviyor um, yoksa gerçekten Kürtlerin hüzne bir yatkınlığı mı var? “Dotmam” daha dokunaklı geliyor. Ama “Sêvê gundê min, werin sêva,” daha oynak, daha hareketli ve belki de daha fazla ilgi çekmesi lazım. Oysa hüzün bizi çekiyor. Tabi bu, Kürtlerin öznel durumu ile ilgili olabilir.
- Bence de öyle. Bizim geleneksel müziğimiz çok çeşitli. Geçen bir dosya konusu vesilesiyle bu konu yine gündemimize geldi. Ben şu soruyu attım ortaya; tanımı ve sınırları üzerinde hepimizin anlaşabileceği bir Kürt müziği var mıdır? Bana sorarsanız bu, bile bile bir zenginliği kısırlaştırmak, daraltmaktır. Tanımı ve sınırları üzerinde hepimizin anlaşabileceği bir Kürt müziği olmadığını savunuyorum. Birçok Kürt müziği var. Diyelim ki, Dersim’deki Alevi geleneğinden beslenen müzikle, Hakkari’deki Kürtlerin müziği arasında, dil dışında ortak bir şey bulmak çok zor. Hatta dilleri de farklıdır. Geleneksel dünyada diller bir “milli eğitim” politikasından geçmediği için, diller de çok çeşitlidir, renklidir. Köyden köye, şehirden şehre bile farklılık gösterebilmektedir. Bazen Kürtçeyi aşağılamak için, köyden köye şehirden şehre fark ediyor diye bir şeyler söylüyorlar. Bana sorarsanız bu bir aşağılama konusu değil. Aksine bir övünç konusu olmalı. Geleneksel dünyada, evet bu hep böyledir. Köyden köye fark eder. Ağız diye bir şey vardır. Şunu söylemeye getiriyorum; geleneksel dünyadaki bu çeşitliliğin önce bir farkına varalım. Kürt müziği gibi koca bir başlık altında toplayabileceğimiz tek bir müzik yok. Bu tek tipleştirme, bu homojenleştirme çabasından önce bir vazgeçelim. Bizim müziğimize bu melankolik havanın, bu ağır havanın girişi bence yaşadığımız trajik tarihle yakından ilgili. Yoksa Kürtler çok coşkulu bir toplum; oyunlarına, folkloruna baktığınız zaman bunu görebiliriz. Bu belki biz genç kuşak müzisyenlerin müziğine çok sirayet etmedi. Bizde, biraz da şehir romantizmi diyebileceğimiz bir melankoli var. Bunu da kabul edelim. Belki de tüm bu faktörlerin toplamından ötürü, böyle kederli bir müzik çıktı ortaya.
- Devam edecek -
Biyografi / Mehmet Atlı
1975 yılında Diyarbakır’da doğan Mehmet Atlı ilk ve orta öğrenimini Diyarbakır ve Ankara’da tamamladı. Ergani kökenli ve on çocuklu bir ailenin altıncı çocuğudur.
Çocukluk yıllarından itibaren müziğe, enstrümanlara, mahalle düğünlerine ilgi duydu. Ağabeylerinin yardımıyla değişik müzik türleriyle tanıştı; bağlama, mandolin ve org çalmaya başladı.
1994-1999 yılları arasında pek çok programda ve konserde bulundu. Koma Dengé Azadi’nin 1995 tarihli “Welaté min” ve 1998 tarihli “Fedi” adlı albümlerinin kayıtlarında yer aldı. Grubun, sevilen “No Çi Halo” “Fedi” “Mihemedo” “Megri”” Dile Xemgin” “Ez te baş nas dikim” “Bejné” gibi pek çok şarkısına besteci ve söz yazarı olarak imza attı.
Koma Dengé Azadi’nin 1999’daki dağılışının ardından üniversite eğitimini tamamlayarak Diyarbakır’a yerleşti ve mimarlık ofislerinde mimar olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde müzik çalışmalarını solo olarak sürdüren sanatçı album hazırlıklarına da Diyarbakır’da başladı. Diyarbakır’da yaklaşık iki yıl süreyle kaval sanatçısı İrşad İpekle birlikte Kebikeç Kültür Merkezi’nde düzenli olarak akustik dinletiler verdi.
Halen İstanbul’da mimar olarak yaşamını sürdüren müzisyen, bir süredir pek çok sanatçı arkadaşı ile birlikte Kürt müzisyenlerinin kurumsal bir yapı içinde dayanışması ve Kürtçe sözlü müziklerin daha özgür ve profesyonel koşullarda icra edilebilmesi için uğraş veriyor. Mehmet Atlı şu sıralar, şarkılarından ve enstrümantal çalışmalarından oluşan iki ayrı albüm projesi üzerinde çalışıyor.
Ayrıca Atlı’nın, www.mehmetatli.com uzantılı bir internet sitesi bulunmaktadır.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.