Dicle ve Fırat, yalnızca tarih, sanki coğrafya biçimine bürünmüş bir “tarih felsefesidir” Kurdistan, Dicle ve Fırat ortasında bir ülkedir. Dicle ve Fırat, dağları kar ve buzla kaplı, çelişkisiz, ayrıcalıksız. Soğuğun tekdüzeliği ve bitkilerin eşitsizliği. Burada bir hareket yoktur. Tarihin ilk katılımı böyledir. Bu tek ve ortak kaynaktan iki nehir, Dicle ve Fırat doğar ve güneye doğru akar. İlginçtir ki en büyük savaş sahneleri, büyük olaylar, güçleri, düzenleri, medeniyetleri, tarihimiz ve kültürümüzün en büyük simaları da bu bölgede yer almışlardır.
Burası yalnızca tarihin, felsefenin, zulmün ve tarih yazgısının sembolik bir tasviri değil, gerçekten bir tarih ülkesidir. Kuzeyde Bizans ya da Doğu Rum imparatorluğu, Kayser, keşiş, Dakyanus ve Ashab-ı Kehf, Nuh’un gemisi. Dicle ve Fırat’ın kuzeyinde Asurlular. Merkezde Akad ve Babil medeniyeti. Güneyde Sümer, tanıdığımız büyük medeniyetlerin en eskilerinden biri. Nuh’un, İbrahim’in, Danyal’ın, Zulkareyn’in macerası ve Babil’de Yahudilerin ve Yahya’nın Sabiililerin esareti. Bağdat: Onun tam karşısında, Dicle’nin batı kıyısında İslam hilafetinin başkenti. Her ikisi de aynı safta, bir akım. Dicle ve Fırat’ın diğer tarafında, her şey garip bir uyum içinde. Bu iki nehir, başlangıçta bir kaynaktan doğar ve tarih yatağında ilerler. Daha sonra birbirinden uzaklaşırlar. Fakat Bağdat yakınlarında birbirlerine yaklaşırlar. Daha sonra da birbirlerine karışırlar ve “bir” olurlar. “Büyük bir Şatt” oluştururlar; “Şattu’l-Arap” değil, “Şattu’l-İslam”! Ne ilginç! Coğrafya herkesten daha doğru konuşuyor.
Ne elem verici bir gündü, Yaşamın ukdeleri, acıların ve yaraların ölü arzuların boşa çıkmış umutların, ezilmiş isteklerin, bastırılmış öfkelerin bir birikimi ve hepsi nemelazımcılık istememek, yapamamak, bırakmamak, olmamak, söylememek, gitmemek ve hayır, hayır, hayır!
Halepçe, Kürt halkının yaşamında, başların yasladığı şefkatli dizler ve gözyaşlarının döküldüğü etektir. İnsanlığın bu korkunç trajedisidir. O gün seçim hakkında değil, hissetme hakkına, gözler yalnızca bakma hakkına değil gözyaşı dökme hakkına, gırtlaklar yalnızca haykırma hakkına değil, inleme hakkına sahip edildi.
Yitirdikleri haklarını ağlayıp sızlanmaya muhtaç, kırılmış gururlarını her yıl Mart ayı ile yeniden kazanırlar, fakat utanç duyarlar. Ardından haykırışların gizlendiği dudaklardaki zoraki tebessüm ve isyanları gizleyen yüzlerindeki zoraki huzur, onları yeryüzünde dolaşan birer kahraman kılmıştır.
Mart ayında Kurdistan halkının gittikleri her yer Halepçe’dir, ne elem verici bir gün, Ruh’un yaşamı cismin yaşamına benzemez. Birden bire bir hiç oluvermek ve birden bire her şeyi yitirivermek hayatında birkaç işle meşgul olan ve birkaç alanda yatırım yapmış kişiyi daha az tehdit eder.
Bin Bir çeşit ve bin bir türlü olduğum ve darmadağın kalbim ile beynim arasında yerden göğe kadar mesafe olduğu duygu ve inancım zevkim ve düşüncem her biri bir başka özden başka bir cins ve başka bir parçayla bir bütün olduğu halde, hepsi aynı biçimde aynı türde ve aynı eğilim içerisinde ve bu çeşitlilik içinde bir gizli “milli bilinç”, maddem, manam, aklım, aşkım, dinim, dünyam, bencilliğim, insanlığım, keyif ve ızdırabım, yoksulluk ve zenginliğim, nankörlük ve fedakarlığım, sevgi ve bağlılığım, acı ve tatlılığım, zaferim ve yenilgim ki hiçbiri bir kalıba sığmamış, bir düzene girmemiş ve bir durumda kesinleşmemiş hepsi bir “milli bir bilince” dönüşmüş ve hepsi aynı astronomin, aynı çekimin ve aynı güneşin bir manzumesi olmuştur! İşte bu aynı o ‘söz’ idi gerçek hayatımı verdiğim, dilimin ve kulağımın ondan başka söylemediği, duymadığı bilmediği bir söz ‘‘Ne yapayım başka bir söz öğretmedi Üstadım’’.
Ve ben, ölümümün yasını tutuyorum, gönlümde tüm umutların katledildiği bir tanığı ve geriye bıraktıklarımın esaretinin şahitliğini yapmaktayım ve ne elem verici bir kader!
Hava puslu, gece karanlık, ufuk kapalı ve yeryüzünü bir dehşet sessizliği bürümüş ve karanlık basmış. Bir yıldırım olsaydı, kurt bakışlarındaki bir yıldırım, bir ses olsaydı, bir tilki uluması, yürürlükte suikastler, sıcak ve canlı suçlama ve yalan pazarı, musallat kibirliler, aldatmaca civasına batırılmış kölelik iplerinin sihirbazları, uyanık düşmanlar, cehaletin pişirdiği avam, ilmi satmış havas, hakikat; dostlar! politikanın ayakları altına alınmış, dil kesilmiş ve kalem kırılmış, el kol bağlanmış, ayak yaralanmış, yol tıkanmış, yükümüz ağır, “dört” bir yandan Kürtleri ateşe tutmuş düşman ve dostlar!
Birden bire kenara çekilmiş ya da nifak ile politikayı birleştirmiş veya gizlice karşı safa geçmiş veya tahkiyeye sapmış ve bakalım ne olacak diye güvenlik köşesine çekilmiş veya siyasetin utanç verici fısıltısında “falancayı sahneden uzaklaştırmak, ellerimizle boğazına bıçak saplamak, “onların” ne kadar etkin olurlarsa olsunlar gözleri önünde onu mezara gömmek, onu şehit etmeye çalışanların ayakları dibinde şer’i hükmü yerine getirelim.
İbrahim suresi, 3-4-5.“Hatırlat onlara o elemli günleri” Dikilmiştir ve tüm çabası, sadece düşmemek için!
Tarih geçidinin başında durmuş, geçen her neslin yolunu kesiyor ve onları şöyle korkutuyor,
Ey utancın kara eşekleri üzerinde tarihin “şehadet” meydanlarından kaçan Kurtlar, tilkiler, paraya tapan hırsız fareler, ve siz ey ağızlarını toprağa gömmüş adi koyunlar, ey ortadan kaybolmuşlar, beyinsizler. pislikler! Aranızda insanın yüzünü hatırlayanınız var mı? Onu görebilecek, onu yeniden tanıyabilecek gözler var mı?
Muhakkak ki Allah katında en değerli olanlarınız, takva sahibi olanlarınızdır!
İnsanlığın uzun ve çileli macerası boyunca, tüm acılardan daha ağır, daha korkunç, daha kötü olan trajedi işte budur! İşi gücü nifak ve tek becerisi yalan olan tarih! böylesine aldatıcı bir nifak ve böylesine büyük bir yalanı asla hatırlamaz!
Evet, İslam tufanından sonra, tarih, Adem’den itibaren birbirinden uzaklaşan, birbirine gittikçe artan bir kin ve öfke besleyen iki nehrin birleştiğine tanıklık ediyor. Doğrudur! Birleşmişlerdir. İşte trajedi budur!
Hak ile batıl, adalet ile zulüm, tevhid ile şirk, hizmet ile ihanet, hilafet ile sultanlık, cihad ile cinayet, din ile küfür, iyilik ile kötülük, bir birine öylesine karışmıştır ki tarih bile binlerce yıldır bu iki veraset, iki öz, iki yön ve iki akım ile birlikte süregeldiği ve hepsini de çok iyi tanıdığı halde şimdi bunları birbirinden ayırt edemez, çünkü bunlar birbirine karışmıştır!
Allah’ı şeytandan, celladı şehitten, hatta geceyi gündüzden ayırt edemez. Gözü bile görmez. Muhammed’in evini Ebu Sufyan’ın evi ile karıştırır, Muhammed’in Kur’an’ını, Muaviye’nin mızrağının ucuna takıp savaşa gönderir! Yerleri ve yönleri kaybetmiştir. Kurbanı ise “Kürtler”
Takva sahibi bir müminin boğazından tekbir sesleri yükselir, cihad kılıcı inip Kürtlerin başını yarar! Sonuç, yüzyıllarca yine yenilgi, yine şehadet!
Halepçe, ebedi ölümsüzlerdir, insanlık tarihinde olup biten her şeyin tanığıdırlar, ademoğlunda ölen, solan ve cellada kurban olan her şeyin tanığıdırlar. Kimdir bunlar? Yalnızlığı, gurbeti, yenilgiyi, umutsuzluğu ve derdi simgeleyen bir heykel midir? Köyde kanla kaplı, yalnız ve sessiz dikili bir heykel midir? Tarihte mazlumun, insanın ilk katilinin kurbanı mı Halepçe?
Melekler alemin den, insan için kutsal ateşini yeryüzüne getirip karanlık geceye, dünyanın soğuk kışına, kör insanların yaşamına atan mitolojik Promete mi?
İbrahim ateşte mi? İsmail Mina’da mı? Yahya Herodis’in sarayında mı? Musa çöllerde mi? Firavun Musa’dan korkuyor mu? İsa, Yahudilerin ve Kayser’in cinayet ve zorbalık haçı üzerine “Dört” çiviyle mi çakıldı? Dört çivi?
Kimin heykeli bu? Herkesin mi? Evet herkesin! Yoksa bunların hepsi tek beden mi? Bunların hepsinde tek beden ve hepsi bir ve adları “mazlum insan” mı? Ben değilim diye niye korkayım? Yoksa o, herkeste değil mi, herkeste ondan bir zerre yok mu?
Bende “O”nun bir zerresi bütünüyle “O”dur. Evet, Halepçe, tüm zamanların tanığıdır, tüm sahnelerin şehididir ve tarihin kurbanıdır. Adem’den kıyamete kadar, Habil adıyla gönderilen de, İbrahim adıyla gelip giden de birdir.
Bu dert yığını ve inleyip durduğum bu kader trajedisi ile tarihte meydana gelmiş ve dünyanın da tanık olduğu böyle bir gece arasında ne tür benzerliklerin olduğunu gördüm. Benzerlik? Evet, bir karikatür ile doğru bir gerçek arasındaki benzerlik, Halepçe. Köylülerimin dedikleri gibi, insan ile Allah arasındaki benzerlik.
Tarih bütün mazlum Kürtlerin lehine şehadet edecektir.
Tarih, Kürtlere egemen olan, dört celladın, tarih boyunca genç akılları yediğine tanıklık edecektir.
Tarih, Cinayet kahramanlarının nasıl öldürüldüğüne nasıl devrildiğine tanıklık edecektir, Tarih kendisini adayarak tanık olacaktır.
Tarih, Cinayet rejimlerinde kahramanların nasıl öldürüldüğüne şahitlik edecektir.
Tarih, zulüm ve cinayet rejimlerinde celladın bebeklere bile acımadığına tanıklık edecektir.
Halepçe bütün canlılığıyla tarihin cinayet mahkemesinde mazlum ve savunmasız kimselerin yararına tanıklık edecektir.
Tarih, Kürtlerin tarihinde var olan sermayelerinin en değerlisi şahadetleri olduğuna tanıklık edecektir.
Tarih, tüm sevdiklerini kanlar içinde gören bir kadının, kendisine yardım edecek kimsesi olmadığına da şahitlik edecektir.
Kürtler, tarihin kalbidir.
Tarih, tanıktır, bulunuyor, yaşıyor, gözlüyor, yalnız kendi katında değil, benim yanımda da yaşıyor. Her zaman ve her yerde.
Fakat ilahî takdir Kürtlerin intikamını, “katillerden ve katilerinin varislerinden” almaya yemin etmiştir.
Remzî Pêşeng
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.