Cumhurbaşkanlığı seçim süreci, bir buçuk yılı deviren Çözüm Süreci’nde önemli bir noktaya gelinmesi, dünyanın 3. büyük havaalanının temelinin İstanbul’da atılması gibi majör başlıkların yanı sıra, ara ara alevlenen, sonra sessizce sönümlenen mühim bir gündem maddesi daha var aslında: Hükümet ile ekonomi bürokrasisi arasındaki gerginlik. Görünür görünmez sebeplerini ve nasıl aşılacağını, AK Parti ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş ile konuştuk.
Uzun yıllar İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde hocalık yapan, Fazilet Partisi’nin ardından kurduğu Halkın Sesi Partisi'yle birlikte 2012’de AK Parti’ye geçen Prof. Kurtulmuş’un adı yeni dönemin etkin pozisyonları için de sıkça geçiyor.
Başbakan Erdoğan ile ekonomi bürokrasisi arasındaki gerilimden başlamak isterim ama ekonomiden pek anlamadığımı da baştan ifade edeyim. Anladığım kadarıyla hükümet üretime yatırıma dayalı bir ekonomi modeline geçmek istiyor, Merkez Bankası, İMKB gibi bürokratik kurumlar ise finans merkezli modelde ısrarlı tutum alıyor. Doğru mudur, gerilimin sebebi bu mudur?
Sorunun kaynağı şu: 1980 sonrası neo-liberal dalga bütün dünyada hızla gelişti. Özü de şuydu: sanayi kapitalizmi üretim üzerinden refah oluşturdu. Fabrikalar, fabrikada çalışan insanlar, üretim üzeriden gelişen bir ekonomi vardı. Ama 1970’lerdeki petrol krizleriyle birlikte sanayi kapitalizmi büyük bir krize girince bir çıkış yolu olarak, küreselleşme, ileri teknolojiler ve bunların gelişebilmesi için de neo-liberal tezlerin yani piyasasının hakim olduğu bir dünyanın oluşması fikri gelişti. 1980’lerde hem Batıdaki uygulamalar, hem de doğu Avrupa’daki eski Sovyet sistemi ülkelerinin liberalleşme süreçleri de buna katkıda bulundu. Buna hızlı bir şekilde geçildi. 90’larda ise neo-liberal sistem bir faz daha ileri gitti. O da finans kapitalizmi dediğimiz şey. Dünya ölçeğinde finans kuruluşları, parayı kontrol edenlerin yönettiği bir dünya sistemi ve mal-hizmet üretiminden ziyade finansal sektörler üzerinden gelişmiş olan bir dünya ekonomisi. Böyle bir ekonomi ortaya çıktı. Ama bu geldi 2008 krizine kadar. 2008 krizi dünya kapitalizminin önemli krizlerinden biriydi. Krizde görüldü ki sadece finansal piyasaları kontrol etmek, makro dengeler üzerinde hareket ederek para-faiz politikalarını kontrol ederek uluslararası rekabette başarılı olunması mümkün değil. Daha çok üretime dayalı bir sistemin olması lazım. Bu sistem böyle devam ederse dünyada çok büyük yeni krizler ortaya çıkacak. Gıda krizleri gibi, su krizleri gibi, enerji krizleri gibi.
EKONOMİ YENİ BİR FAZA GEÇMELİ
Türkiye’ye gelirsek?
Geçtiğimiz 12 yılda Türkiye makro ekonomik dengelerini sağladı. Yine dünyadaki krizi de mümkün olduğunca rahat atlattık. Bu da Türkiye ekonomisi için bir başarıdır. Sonuçta şu oldu: 12 yıl içinde dünya ekonomisinde var olan bol miktardaki likidite, bol para, nispeten yüksek faiz dolayısıyla Türkiye’ye geldi. Ve bu para büyük oranda tüketim üzerinden Türkiye ekonomisinde bir kalkınma oluşturdu. Şimdi Türkiye ekonomisi yeni bir faza geçmek zorunda. Dünya ekonomisinde bizim gibi kalkınmakta olan ülkeler başta olmak üzere bunu zaten tartışıyorlar. Amerikan ekonomisinde de bunlar tartışılıyor. Biz daha çok üretim, istihdam ve ihracat eksenli bir politikaya dönmek zorundayız.
HER YIL 700 BİN YENİ İSTİHDAM GEREK
AK Parti, ekonomi bürokratlarına bunu şimdi söylüyor ama aynı şey AK Parti’ye de epeyce zamandır söyleniyor aslında. Ama bir şekilde o paranın Türkiye’ye gelmesi isteniyordu önemseniyordu. Bu, bilinerek başka öncelikler nedeniyle uygulanan bir ekonomik politikaydı öyle mi?
Türkiye de, dünya ekonomisi de buna müsait bir yapıdaydı. Türkiye’nin bir tasarruf açığı var. 2023 hedeflerini tutturabilmesi için Türkiye’nin her yıl yüzde 5 büyümesi lazım. 700 bin ilave istihdam gerekiyor. Bütün bunlar için de Türkiye’nin bütün kaynaklarını ve yurt dışından gelecek kaynakları doğrudan yatırıma yönlendirmemiz lazım.
KÜRESEL FİNANSIN VESAYETİNE KARŞIYIZ
Peki Hükümet ile Merkez Bankası arasındaki tartışmanın sebebi nedir?
Türkiye’de diyelim hükümet ekonomi alanında yüzlerce karar alıyor. Merkez Bankası ise iki hususta aktif kararlar alıyor; para politikaları ve faiz politikaları. Yani Türk parasının değeri ne olacak, döviz ne kadar olacak, faiz oranları ne olacak. Buralardaki yetki bütünüyle MB’nin elinde. Sayın Başbakanımızın davul bende, tokmak başkasının elinde dediği şey budur. MB bu gücünü tabii ki yasasından alıyor, bu yasaların gözden geçirilmesi gerekir. Kişiler üzerinden bir tartışma yapmıyoruz. MB’nin bağımsızlığını tartışmıyoruz ama MB’ler üzerinden uluslararası finans çevrelerinin kurmaya çalıştığı vesayet düzenine karşı çıkıyoruz.
Bir ekonomi profesörü olarak ne öneriyorsunuz? Nasıl bir yasal düzenleme yapılırsa MB’nin hem özerkliği korunsun hem küresel vesayetin aracı olmaktan çıkabilsin?
Şu andaki yasaya göre de MB’nin sadece araçsal bağımsızlığı vardır. MB’ye Türkiye’deki fiyat istikrarı hedefi verilmiştir. MB enflasyonu düşük tutacak, eyvallah. Ama mezarlıklarda enflasyon sıfır. Üretmezseniz, ekonomik aktivite içinde olmazsanız, üretim yapısı yeterince güçlü olmayan bir ekonomiye sahip olursanız enflasyonunuzun düşük olmasının fazla anlamı yok. Ama enflasyonu belli bir kalkınma hızıyla birlikte makul bir seviyede tutabilmelisiniz.
MB HÜKÜMETLE UYUMLU OLMALI
Ülkenin ekonomik hedeflerine paralellik sağlamak için MB Hükümetle ortak çalışabilmeli diyorsunuz?
Tabi. Hükümet sadece enflasyonu düşük tutmak amacı gütmüyor. Bir kere MB’nin hükümetin makro hedefleriyle uyumlu olması lazım. MB sadece kendi perspektifinden bakarak uluslararası piyasaları tatmin edecek kararlar alamaz. Karşı çıktığımız budur. Dünyanın hiçbir yerinde de bu kabul edilemez. Sayın Başbakanımızın MB faizleri 4,5 artırdı şimdi yarım puan indiriyor, dalga mı geçiyorsunuz demecini verdi. Ama tam iki saat sonra MB başkanından yurtdışından tam tersi bir açıklanma geldi: “Biz dünya piyasalarına göre nispeten yüksek faiz vermek zorundayız ki Türkiye’ye para gelsin”. Böyle şey olmaz. MB böyle bir görüşü var idiyse gelecek, bunu Sayın Başbakan’a anlatacak, ikna etmeye çalışacak.
PARA POLİTİKASINI SEÇİLMİŞLER BELİRLEMELİ
Bu bir tür muhtıra gibi, eski Türkiye’de askerin Hükümete laf yetiştirmesi, arkadan iş çevirmesi gibi?
Aslında vesayet dediğimiz şey budur. Vesayet gücünü milletten almayan kişi ve kurumların millet adına karar vermesidir zaten. Üniformalı biri bunu yaptığında vesayet de, yüksek yargı ya da Merkez Bankası yaptığında bu vesayet değil mi? Bunları söylediğimiz zaman MB’nin bağımsızlığını ortadan kaldıralım demiyoruz. Eyvallah MB araçsal bağımsızlığını korusun. Ama kusura bakmasın kimse, MB’nin bağımsızlığı önemli de Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı önemli değil mi? Bu mesele kişilerle ilgili değildir. Son derece kategorik, sadece bizde değil pek çok gelişmekte olan ülkede tartışılmakta olan bir konudur bu. Türkiye gibi bu kadar çok vesayetin boyunduruğu altında kalmış bir ülke için ise bu vesayet görünmez vesayetlerden birini oluşturmuştur.
Örnek olsun diye söyleyeyim, Merkez Bankası eski Başkanımız Yılmaz 2013 yazında bir uluslar arası gazeteye bir demeç verdi ve dedi ki: “2005-2006 yıllarında IMF MB’nın faiz artırması için üzerimize çok baskı yaptı. Biz de faizleri 4 puan artırdık. Bunun Türkiye ekonomisine maliyeti 10 küsur milyar dolar oldu”. İşte buna kimsenin hakkı olamaz. Bizim itirazımız bunadır. Türkiye bağımsız bir ülkeyse nasıl bir para politikası izleyeceğine Türkiye cumhuriyetinin seçilmişleri karar verir, vermelidir.
MARTTA OLMAYAN AĞUSTOSTA NİYE OLSUN?
Seçim gündemine gelmek isterim. Çatı aday arayışındaki muhalefet partileri Yalova ve Ağrı’da AK Parti’nin seçim kaybetmesini çok büyük başarı olarak değerlendirdi. Bunu Çankaya seçimlerinin simülasyonu olarak görenler de var. Katılır mısınız?
Katılmam çünkü şimdiye kadar yapılabilecek en büyük ittifak 30 Mart seçimlerinde yapıldı ve sonuç ortada. Hem siyasi partiler düzeyinde, hem de yurt içi ve yurt dışındaki bir takım kanaat üretenler düzeyinde çok ciddi bir AK Parti karşıtı ittifak oluştu. O ittifaka rağmen milletimiz AK Parti’yi açık ara farkla birinci parti olarak çıkardı. Dolayısıyla 30 Mart’ta kurulan ittifakın üzerinde bir ittifakın oluşmayacağını, Ağrı ve Yalova’da başka yerel dinamiklerin harekete geçtiğini ve sonuçların geneli yansıtmadığını düşünüyorum.
ÇATI ADAY MUHALEFETİN ZAAFİYETİ
30 Mart’taki ittifakın sonuç vermediğini görmelerine rağmen muhalefetin çatı aday arayışını neye yoruyorsunuz peki?
Bu arayış Türkiye’deki muhalefetin durumunu da ortaya koyuyor. Muhalefet partileri “biz tek başımıza adayımızı halkın arasından çıkaramayız” demiş de oluyorlar. Ancak bir araya gelirsek, bütün oyları toparlayabilirsek belki sonuç alabiliriz diye çabalıyorlar. Zaten çatı arayışına girmek dahi muhalefetin bu konudaki zafiyetinin ilanıdır. Bu zafiyet de Türkiye’de muhalefetin muhalefet yapma tarzından kaynaklanıyor. Yapıcı bir muhalefet dili kurulamadığı için bu, cumhurbaşkanlığı seçimlerine de yansıyor. Madem biz bir iktidar alternatifi olamıyoruz o zaman elmaları armutları bir araya toplayalım da alternatif olmaya çalışalım diye uğraşıyorlar.
KATEGORİK MUHALEFET YANLIŞTIR
Muhalefet tecrübesi olan bir siyasetçisiniz. Söyler misiniz size göre muhalefet partileri neyi yanlış ya da eksik yapıyorlar?
Şimdiye kadar muhalefet kategorik olarak iktidar ne söylüyorsa reddeden, her türlü meseleyi de acaba AK Parti’yi nasıl aşağıya indiririz diyen negatif üslupla sonuç almaya çalıştı. Hiçbir hükümet yaptığı işlerin tamamını doğru yapmaz, hükümetin eksik hatalı yanlış yaptığı şeyler olabilir ama şimdiye kadar “bakın şunu doğru yaptınız ama şu iş hatalıdır, doğrusu budur, bunu böyle yaparsanız Türkiye’ye faydanız olur” diyebilen olumlu bir muhalefet dili kuramadılar. Projeci, Türkiye’nin sorunlarına bilimsel yöntemlerle cevap aramaya çalışan bir muhalefet olmadı. Muhalefet Türkiye’de Sokak olaylarından bile medet umar hale geldi. Zaman zaman, gezi olaylarında gördük ki muhalif genç kitlelerin hatta illegal muhalefetin arkasına sığınmaya çalıştılar.
Çünkü şunu gördüler. Türkiye’de bugünkü şartlarda parlamentodan bir iktidar alternatifi çıkmayacağına inanan genç unsurlar daha radikal tarzda sokağa çıktılar. Ve ana muhalefet partisi sokaktan medet umdu. Bu Türkiye muhalefetinin bir başka hazin tablosudur. Muhalefet olmak demek kategorik olarak hükümetin yaptığı her şeye karşı çıkmak değildir. Karşı çıktığı konularda da doğrusunu gösterebilmek sanatıdır.
MUHALEFET TARZIMIZI HERKES GÖRDÜ
AK Parti’nin içinden baktığınızda partinin neyi yanlış ya da eksik yaptığını düşünürsünüz?
Özellikle, Yeni Türkiye’nin inşası konusunda çok önemli mesafeler alındı. Ak partinin 12 yıldaki başarısı ekonomik ve siyasi reformları eş zamanlı olarak yapmasından kaynaklanıyor. Türkiye’deki vesayet odaklarının üzerine kararlılıkla gitmesinden, özgüven inşası sürecini başarabilmesinden, reform dinamiklerini çalıştırabilmesinden kaynaklanıyor. Biz o zaman da bunların hepsine destek vermiştik. Şimdi de bunlarda hiç taviz vermeden hiç duraksamadan Türkiye’nin reform ve dönüşüm süreçlerindeki iradesini daha da hızlandırarak yolumuza devam etmemiz lazım. Bazı gelişmeler hızımızı yavaşlatmış olabilir ama hem AK Parti’nin, hem Türkiye’nin geleceği bu reform dinamiklerinin çok süratli bir şekilde harekete geçirilmesi iradesinden geçiyor.
KARŞIMIZDA YENİ VESAYETLER VAR
Türkiye daha önce de vesayetle mücadele etti, bugün de bir vesayet yapısından arınmaya çalışıyor. Durum size nasıl görünüyor?
Daha önce Türkiye’de görünür, açık vesayetler vardı, askeri vesayet gibi. Şimdi örtülü vesayetler var, yargı vesayeti gibi, uluslararası bir takım kurum ve kuruluşların vesayeti gibi. Hepsinden önemlisi devletin zihniyet dünyasını kapatan paradigmatik vesayetler gibi. Şimdi bunları kırma zamandır. Burada da büyük bir iradeyle, kararlılıkla, cesaretle üzerine gitmemiz gerekiyor.
DEVLET MİLLET UYUŞMAZLIĞINI GİDERİYORUZ
Zihniyet değişimleri olurken, vesayetlerin yerini siyaset alırken bir dirençle de karşılaşılıyor ve bu karşılaşmalar nedeniyle toplum kutuplaşıyor. Kutuplaştıkça da duygusal karşıtlık derinleşiyor. Duygu durumlarının yönetilmesiyle ilgili bir tespitiniz olabilir mi?
Buradaki temel mesele AK Parti’nin bu süreci yönetmekteki eksikliğinden daha ziyade eski Türkiye’nin alışkanlıklarında direnmesinden kaynaklanıyor. Kolay bir şey değil. Türkiye’de çok uzun yıllar içinde kurulmuş bir yapı var, bu yapının zihniyet dünyası farklı, bu yapının içinde millet oy veren ama belirleyici olmayan bir unsurdu. Devlet millet uyuşmazlığını esas alan bir yönetim şekli vardı. Cumhuriyetin elitleri başka telden, milletin seçtikleri başka telden çalıyorlardı. Bunu da isteyerek yapıyorlardı ki, ahaliyle elitler birbirine yakınlaşmasın. Şimdi, AK Parti çok zor bir adımı gerçekleştiriyor. Bu mücadele son 12 yıllık bir şey değil. 64 yıllık çok partili siyasi hayatın özeti budur. Hatta 150 yıllık siyasi tarihimizin özeti budur. Bir tarafta Batıda ne varsa getirelim ve bu milleti adam edelim diye milleti değiştirilmesi gereken bir güruh olarak gören seçkinler var. Bu ülkenin değerleriyle, geçmişiyle, birikimiyle neredeyse hiç irtibatı olmayan bir düşüncenin siyasete yansıması var. Bunlar devletin bütün imkânlarıyla milleti zoraki değiştirmeyi prensip kabul etmişler.
CEBERRUT DEVLETTEN KERİM DEVLETE
Eski Türkiye’yi anlatıyorsunuz?
Zaten eski Türkiye dediğimiz şey bunun üzerine bina edilmiş. Bir de bunun karşısında da ta Tanzimat’tan gelen bir çizgide kendi değerlerimizi esas alan, bu milletin birikimlerine sahip çıkan, bu milletin adam edilmesi gereken değil iradesine saygı duyulması gerektiğine inanan bir siyasi düşünce var. Bu mücadele Jön Türklerden, İttihat Terakkiden bu yana devam ediyor, fikri alanda da devam ediyor, siyasi alanda da. Ta Demokrat Parti’den beri bu mücadele devam ediyor. Bu süreçte de esas sahip çıkılması gereken millet, millet iradesi. Fanuslar içinde özel olarak yetiştirilmiş olanlar, şalvarlıların poturluların elleri nasırlıların bidon kafalıların söz sahibi olmalarından rahatsızlık duyuyorlar. Dolayısıyla bunun vermiş olduğu rahatsızlık her alanda görülüyor. Siz demokratikleşme alanında hangi adımı atmış olursanız olun, gerçekten eski Türkiye’nin bu dirençleri karşınıza çıkıyor. En zoru budur. Binalar, yollar yaparsınız, şehirleri abâd edersiniz ama en zor şey devlet zihniyetinin değişmesidir. 12 yıldır AK Parti’nin verdiği mücadele o eski ceberut devleti kerim devlete dönüştürme mücadelesidir. Eh tabi, sistemi elinde bulunduranlar, güç bende diyenler de bundan fevkalade rahatsızlık duyuyor.
MUHALİFLERİMİZE DE DİNLERİZ
Bahsettiğiniz değişim sürecinin son kertesinde kitleler rahatsızlıklarını dile getirmek için çok kez meydanlara çıktı. Geçen yılki Gezi olaylarının bir nedeni de bu insanların temsil edilemiyor, talepleri siyasete tercüme edilemiyor oluşuydu. Başka badireler de atlatıldı ama ne Gezi ne 17-25 Mart, 30 Mart seçim sonuçlarını değiştiremedi. Halihazırda muhalefet bu ihtiyacı karşılayabilecek gibi de görünmüyor. Velhasıl Türkiye’nin “temsil edilemeyen, iktidar olamayan, umutsuz ve hoşnutsuz bir kültürel sınıf sorunu” var. Neticede bu toplumun parçası bu insanlar. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı olarak söyler misiniz, iktidar partisi bu sorunu sağaltmakla yükümlü görür mü kendisini? Yoksa ne yapalım canım, muhalefet de yapsın üzerine düşeni mi der?
Elbette. AK Parti olarak büyük bir siyasi harekete dönüşmüş iktidar partisi olarak Türkiye’deki vatandaşlarımızın her birisinin –ki bunlar bize en muhalif kesimler olabilir- ne söylediğini anlamak, makul ve meşru ölçülerdeki taleplerini istediği platformlarda dile getirmelerini sağlamak, önlerini açmak, özgürlük alanlarını korumak ve geliştirmekle yükümlü olduğumuzun bilincindeyiz. Bunu yapmaya gayret ediyoruz. Herkesin gösteri yapma hakkı vardır. Ama bunu yaparken de kimsenin huzurunu, Türkiye’nin gelişme trendini bir takım yasa dışı yollarla, Vandalizm örnekleriyle baltalama hakkı olmamalıdır. Türkiye’nin 2023 hedefini, 2071 hedefini yerine getirmek, büyük medeniyetimizi yeniden inşa etmek için çalışan büyük bir siyasi hareket olarak AK Parti zaten bu toplumun 77 milyonunun tamamının partisidir.
DUYGUSAL BÖLÜNME OLDUĞU DOĞRU DEĞİL
Tartışmaların yoğunlaştığı yer üzerinden sormak isterim: Kutuplaşmış, duygusal olarak bölünmüş bir Türkiye fotoğrafı, 2023-2071 Türkiye’sini kurma hedefi olan AK Parti için tehlike alarmı sayılır mı?
Duygusal olarak bölünmüş bir Türkiye olduğu görüşüne katılmıyorum. 30 Mart belki kamplaşmanın en yoğun olduğu seçimlerden biriydi. Seçim sürecinin vermiş olduğu bir atmosfer olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de keşke muhalefet yapıcı bir dil inşa edebilse ve projeci bir mantıkla hareket etse zaten bu, sokağa da bu şekilde yansımaz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra bu hissedilen gerginlik de ortadan kalkacaktır. Aslında Türkiye’yi sürekli dolaşıyoruz, insanların arasındayız, halk arasında böyle bir kutuplaşma yok, belli çevrelerde, siyaset mahfillerinde var. Bunları genellememek lazım.
SİYASETTEN ZERRE MİKTAR ANLAMIYORLAR
Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili bir gazete yazarı muhalefete seçimleri boykot edin önerisi getirdi. Boykot edin ki Erdoğan seçilse bile Mısır’ın darbeci generali Sisi gibi gayri meşru duruma düşsün dedi. Nasılsa sizin adayınız seçilemeyecek bari cumhurbaşkanlığı Erdoğan’a zehir zıkkım olsun manasında. Bu öneriyi değerlendirmeye değer bulur musunuz?
Son derece yanlış bir öneri. Hiçbir bakımdan Sisi ile Türkiye’deki meşru hükümetin ve Sayın Başbakanımızın en ufak bir benzerliği yoktur. Sisi ile Başbakanımızı ya da Mısır’daki gelişmelerle Türkiye’yi kıyaslamak siyasetten zerre miktar anlamamak demektir. Dünyayı zerre miktar okuyamamak demektir. Bu toplumu da zerre miktar tanımamak demektir. Böyle bir teklif nasıl yapılır anlamak mümkün değil. Bunlar çok yanlış şeyler.
SANDIĞIN SÜZGEÇLERİ VARDI
Türkiye’de hiçbir cumhurbaşkanı sancısız seçilmedi aslında ama bu defa ilk kez halkın seçecek olmasından da hareketle ne olacak?
Ta 1961’de rahmetli Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanı adayı olduğu zamanı hatırlayın. Apoletliler silah zoruyla çok değerli bir hukuk profesörünün aday olmasının önüne geçtiler. Eğer 1961’de Başgil cumhurbaşkanı adayı olmayı başarabilseydi ve birkaç oy olsa dahi alabilseydi biz bugün geldiğimiz noktaya belki 20 sene evvel gelebilirdik. Dolayısıyla eski sistemin ipini elinde tutanlar ve milleti adam edilecek bir güruh olarak görenler buna müsaade etmediler. Ve bütün cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ali- cengiz oyunları oynandı. Eski Türkiye’de ortada bir sandık vardı ama sonrasında bir takım süzgeçler de vardı, AYM gibi, HSYK gibi, MGK gibi. 1960’dan bu yana 68 tane parti kapatılmış Türkiye’de. Cumhurbaşkanlığı makamı da bir emniyet sübabı olarak kullanıldı. O makamı halkın makamı olarak kullananlara da rahmetli Özal gibi yapmadıkları eziyet kalmadı. Ak Parti’nin 12 yıllık icraatlarının en önemlilerinden birisi de, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlamış olmasıdır. Bundan böyle Türkiye’nin seçkinlerinin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde artık rolü olmayacak demektir. Bu milletin geçmişiyle değerleriyle, çarşısıyla pazarıyla, türküsüyle şarkısıyla, camisiyle mescidiyle ilgisi olmayan kimse artık bu ülkede cumhurbaşkanı olmayacak. O yüzden bu kadar telaş içerisindeler.
Geçen yılın başından beri Türkiye’de olmadık olaylar oldu ve hemen hepsi aslında cumhurbaşkanlığı seçimleriyle irtibatlandırıldı. Seçimlere iki ay var. Bir şeyler daha olur mu ne dersiniz?
Olmamasını ümid ederim. Halk nasıl seviniyorsa kendi cumhurbaşkanını seçecek olmaktan, eski muktedirler de endişe duyuyorlar, ipler ellerinden kaçıyor diye.
YENİ ANAYASAYI YAPACAĞIZ
Mevcut parlamentoda grubu bulanan partilerin hepsi seçmene yeni anayasa sözü vererek oy aldı. Meclis’te bir anayasa komisyonu kuruldu, çalışıldı, çalışıldı zar zor 60 maddede ancak mutabık kalındı ama bu 60 madde yasalaşmadığı gibi, düğüm noktalarında da herhangi bir gevşeme olmadı. Görünen o ki 2015 genel seçimlerinde yeni Meclis oluştuğunda da durum değişmeyecek. AK Parti olarak Türkiye’nin yapısal değişikliğe ihtiyacı var diyor ve buna hazırlanıyorsunuz. Şunu diyebiliyor musunuz: Biz 2015’te kendi anayasa teklifimizi getiririz ve bunu geçiririz.
AK Parti başından itibaren yeni anayasanın yapılması için çaba gösterdi. Eşit katılımlı bir anayasa uzlaşma komisyonu kuruldu, uzlaşılan maddelerle ilgili olarak da son anda CHP’nin oyunbozanlığıyla anayasal değişikliğe dönüşemedi. Bu zaten toplumsal bir sorumluluktur. Siyaset yeni bir anayasa yapmayacaksa hiçbir şey yapmayacak demektir. Bu kadar net söylüyorum. Türkiye siyaseti yeni bir anayasa yapmakla yükümlüdür. Hep anayasaların metinleri üzerine konuşuyoruz. Asıl olan anayasaların metinleri değil ruhudur. 1961 ve 1982 anayasaları ayrımcı anayasalardır. Seçkincidir. Bunlar artık eski Türkiye’nin eskimiş çağdışı kalmış düşünceleri. Özgürlükçü, katılımcı, 77 milyonun tamamını eşit gören, Hazreti İnsan olarak gören bir perspektife sahip olmadıkça Türkiye yeni anayasasında başarılı olamaz. İnşallah 2015 seçimlerinde anayasayı yapacak çoğunluğa sahip olacağız ve milletin beklediği anayasayı gerçekleştirmek için gayret edeceğiz.
MİLLETİN ANAYASASINI MİLLETE GÖTÜRÜRÜZ
Bu şu demek mi peki: Muhalefetle birlikte uzlaşarak bir anayasa yapmak mümkün görünmüyor ama Türkiye bir anayasa bekliyor, iş başa düştü deyip AK Parti kendi anayasasını mı halka götürecek?
Milletin anayasasını millete götürecek. Partilerin anayasaları olmaz. Milletin talebini biliyoruz, millet bunları söylüyor. Aslında bunu diğer partiler de biliyor. Halkın taleplerini dinleriz. O zamanki parlamento aritmetiğini şimdiden bilmiyoruz ama anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olsak bile muhalefet partilerinin milletvekillerine de bu açılır, destekleyenlerin destekleri alınır ve sonuca böyle ulaşabilir. Türkiye bu çapta bir anayasal reformu yapamazsa kronikleşmiş olan sorunlarıyla daha çok boğuşmak zorunda kalır. Türkiye’ye bunu reva görmemek lazım.
KİŞİLER DEĞİL MEFKURE ÖNEMLİ
AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayının Başbakan Erdoğan olması halinde AK Parti’nin ve yeni hükümetin nasıl şekilleneceğiyle ilgili tartışmalar son açıklamalarla birlikte alevlendi malum. Belirginleşen nedir partide?
Bundan sonraki süreci kişiler üzerinden değerlendirmemek lazım. 30 Mart seçimlerinde Türkiye’de AK Parti seçimin birinci partisi olması dışında bir başka konum daha kazandı. O da şudur: AK Parti sıradan bir parti olmaktan siyasi hareket olmaya terfi etti. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar, Erdoğan sonrasının ne olacağını tartışmanın milletin iradesine saygısızlık olacağını düşünüyorum.
Ne sayede terfi etti?
Çok ciddi ve farklı bir siyasi mücadeleye girdi. Ve bunu, bir medeniyet mefkuresi, bir gelecek Türkiye’si tasarımı üzerinden gerçekleştirdi.
30 MARTLA BİRLİKTE PARTİ OLMANIN ÖTESİNE GEÇTİK
Ama daha önce de askeri vesayet gibi çok sert, çok çatışmalı siyasi mücadeleler içinden çıkmıştı AK Parti?
Bu defa başka bir şey. Siyaset sahnesinde görünen görünmeyen, daha önce bir araya gelmesi mümkün olmayan, hayat tarzları, siyaset anlayışları taban tabana zıt olan gruplar bir ittifak içerisine girdi ve bu siyasi mücadele olarak seçimlere yansıdı. İlk kez sahada böylesi bir siyasi mücadeleye girip seçim kazandı AK Parti. 2007 öyle değildi. Orada bürokratlarla, asker ve bürokratlarla hükümetin bir mücadelesi vardı. Burada ise sahada, birebir siyasi kimlikler içersinde görünen bir muhalefetle mücadele vardı. Bu durum AK Parti’ye çok şey kazandırdı. Bu süreçte paralel yapıdan, partilere kadar bu ittifakı kuranlara da teşekkür ederiz, her şerden bir hayır doğar. 367’den Cumhurbaşkanını halkın seçmesi gibi bir hayır çıkmıştı, buradan da AK Parti’yi gerçekten büyük bir siyasi harekete dönüştürmek gibi hayırlı bir sonuç çıktı. Başbakanınızın seçim akşamı yaptığı balkon konuşmasının en önemli cümlesi şuydu: “Dün yoktuk. Yarın da olmayacağız. Bizim vazifemiz dava taşını gediğine koymaktır”. Hiçbirimiz kıyamete kadar yaşayacak değiliz. Belki hiçbirimiz 2023-2071 hedeflerini kişisel olarak görmeyeceğiz. Burada mesele kişisel değil. Dava taşını gediğine koymaktır.”
YENİ TÜRKİYE MEDENİYETİ
Dava nedir?
Dava taşını gediğine koymak anlayışı omuzlarımıza iki sorumluluk yüklüyor: Bir omzumuza yeni Türkiye’nin inşası sürecini tamamlamak, diğer omzumuza da büyük medeniyetimizi ihya ve inşa etmek perspektifi. Dava budur. Ak Parti’nin geleceği budur. AK Parti bunu gerçekleştirecek perspektifi ve dinamizmi kaybederse geleceğini kaybeder. Bu istikamette yürüyeceğimize inanıyorum.
Konuşma başka bir yere kayacak ama madem konu medeniyet ihyasına inşasına geldi, şunu sormadan edemem: Daha çok İslamcılık üzerinden yürüyen bir tartışma olmakla birlikte, AK Parti’nin de içinden doğduğu kültürel düşünsel havzanın bu manada beklenen mahsulü vermediği söyleniyor. Bir tür hayal kırıklığı dile getirilen: “Evet siyasi başarılar kazandı, ekonomik sosyal verileri yukarı çekti, yollar yaptı, gökdelenler dikti ama kültürel değer üretemedi, ürün veremedi, bilgide kültürde sanatta söz sahibi olmadı, çok dünyevileşti”. Ne dersiniz?
Bizim seçim kampanyasındaki ana sloganımız “”büyük medeniyet yolunda insan, şehir, demokrasi” idi. Bütün bu eleştirilerin hepsinden yararlanarak, buradan yeni bir şehir, yeni bir medeniyet, yeni bir demokrasi inşası üzerine yoğunlaştık. Ama paraleli, yamuğu vs gibi başka meseleler yüzünden bunları konuşamadık. Bizim meselemiz sadece iktisadi zenginliği sağlamak, abad olmuş şehirler kurmak değil. Tabii ki bunları yapacağız. Bunların ötesinde bir büyük medeniyet mücadelesinden bahsediyorsak bizim yeni Itrileri, Mevlanaları, Mimar Sinanları, Aşık Veyselleri, Mehmed Akifleri, Kemal Tahirleri, Necip Fazılları yetiştirecek bir medeniyet perspektifine de sahip olmamız lazım. Siyaset elbette bunu kendisi yapmayacak ama böylesi bir medeniyet hamlesinin önünün açacak adımları atacak. Destekleyecek, teşvik edecek.
HAZRETİ İNSAN İÇİN ÇALIŞIYORUZ
Bu konuda gecikildiği düşünülüyor mu, iktidar olunan günden bu yana 12 yıl geçti sonuçta?
O belki bir öncelik, zorunluluk meselesiydi. Türkiye’nin her şehrinde üniversite, havaalanı, ulaşım, sağlık, eğitim hizmetleri gibi 30 sene evvel yapılması gerekenleri bugün yapmak hakikaten az iş değildir. Bu hizmetler daha da artırılacak. Ama bütün iktisadi zenginliği kullanacak olan insandır. Bizim esas sorumluluğumuz, insanı yüceltmektir. Bizim medeniyetimizin yönetim bakımından bize öğrettiği iki temel ilke vardır: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ve “adalet mülkün temelidir”. Bu konulardaki perspektifimizi sürekli yeniliyoruz, bunları inşa etmek boynumuzun borcudur.
NEO-LİBERAL TEZLER ÇÖKTÜ
AK Parti’nin devlete karşı bireyi önceleyen bir hedefle yola çıkıp giderek devlete dönüştüğü bireyi unuttuğu; adalet kavramını isminin bir parçası kılmasına rağmen yeni adaletsizlikler ürettiği; Soma kazasında acı şekilde görüldüğü üzere işçi haklarının patronun insafına bırakıldığı bir kalkınma modeliyle yol almayı göze aldığı yönünde algılar, eleştiriler var malumunuz. Devletleşme, adalet ve kalkınma kavramlarıyla eleştirilere nasıl bakıyorsunuz, AK Parti buraya eğilip bakıyor mu ne oldu diye?
Bu dedikleriniz ve demediğiniz, samimiyetle yapılan ve Türkiye’nin önünü açmak için yapılan her eleştiriyi dinliyor, tartışmayı dikkatle takip ediyor ve o tartışmayı kendi içimizde de yapıyoruz. Mesela işçi haklarıyla ilgili olarak bu ve benzeri konular Sayın Başbakanımızın başkanlığında yapılan toplantılarda da samimiyetle dile getirildi, tartışıldı ve adımlar atılmaya başlandı. Mesela madenlerdeki çalışma saatlerinin 36 saate indirilmesi gibi son derece insani olan hususlar tartışıldı. Maalesef 1980 sonrasında dünyadaki o neo-liberal tezlerin hızlı şekilde yükselmesiyle emeğin değersizleştiği bir süreç ortaya çıktı. Ama bütün dünyada görüldü ki sendikasızlaşmadan, taşeronlaşmaya kadar emeği değersizleştirdiğinizde siz de küresel rekabette çok başarılı oluyorsunuz anlamına gelmiyor. Emeğin değerini koruyarak nasıl rekabet edebiliriz bunların üzerine konuşmamız lazım. Büyük kitle emeğiyle geçiniyor. Bu büyük kitleyi ayağa kaldırabilmenin yolu da emeğin hayat standartlarının yükseltilmesiyle mümkün.
ÜNİFORMASIZ PARALEL VESAYET
Paralel yapıya geçelim. Bu kadar derinlere inmiş bir sızma hareketi, bu kadar kötücül bir eylem planı vesaire, bugün ortaya çıktıkça durumun boyutları görülüyor. Lakin neden bu kadar geç fark edildi, neden daha önce anlaşılmadı, önlem alınmadı da ülke açısından böylesi bir risk alındı?
Vesayetin üniformalısı kolay görülüyor da üniformasız olan görünmüyor. 2007’ye kadar Türkiye’de ciddi bir darbe teşebbüsü gerçeği vardı ve bu teşebbüslere karşı ülkenin demokratlarının yaptığı bir ittifak vardı. Bu ittifakın parçalarından birisi de bu camianın içindeki insanlardı. Bu insanlar hükümetin kanatları altına girerek bürokraside yerleştiler. Bunların evet vakti zamanında görülmesi gerekirdi. Ama ortak bir mücadelenin paydaşı olarak görüldükleri için bunlardan zarar gelmeyeceği düşünüldü. Ama aslolan kadroları değiştirmek değil sistemi değiştirmekti. 7 Şubat krizinde paralel yapı içindeki bazı unsurların MİT’i kurumsal olarak hedef alması paralel yapı tehdidini açık hale getirdi. Bunun ardındaki temel neden de, siz nasıl olur da çözüm sürecini yaparsınız. Nasıl olur da siz dünyadaki başka güçlere sormadan Kürt meselesini çözersiniz telaşıyla ortaya konulmuş bir operasyondu. Dolayısıyla o gün aslında somut şekilde maske düşmüştü
PARALEL SALDIRDI, HEDEFİNE ULAŞAMADI
Paralel yapının size yönelik son derece çirkin bir saldırısı olmuştu. Neden hedef olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Bunu yapanlar bunu neden yaptıklarını kendilerince biliyorlar. Çok şükür söz konusu iftira kısa bir sürede ortaya çıkarıldı. Bu yalanları ve iftiralarıyla umduklarını bulamadılar, bilakis tam tersi oldu.
PARALELİN İLGİSİ SPEKÜLASYON
Paralel yapının Has Parti’ye bir ilgisi olduğu biliniyor. Hatta size ilk seçimlerde parlamentoda 40-50 koltuk garanti dedikleri, bir sonraki seçimlerde de iktidar yapacaklarına dair bir vaatleri olduğu yazılıp çizilmişti. Gerçekliği neydi?
Tamamen yalandan, bir siyasi dedikodudan ibarettir. Ciddiye bile almıyorum böyle dedikoduları. Çünkü bu konuda ne düşündüğüm çok eskiden beri bilinir. Hatta o zamanlar “Hoca efendinin yerinde olsam Türkiye’ye gelirim, elimde bir güç olsa, Türkiye’ye gelmesi ile ilgili gayret sarf ederim” demiştim. Ayrıca, “Hoca Efendinin çevresi biz siyasete gireceğiz diyorlarsa buyursunlar partilerini kursunlar” şeklindeki görüşümü de 2009 yılında verdiğim bir röportajda ifade etmiştim. Dolayısıyla görüşlerim çok net olduğu için bu söylenenlerin tamamı spekülasyon.
Röportaj: Fadime Özkan- Star
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.