Başbakan Erdoğan seçim kampanyasında Kürt asimilasyonunun son bulduğunu ilan etti. Hükümet programında da “İktidarlarımız döneminde ret ve inkar politikasını sona erdirdik; tüm asimilasyon politikalarını bitirmeye kararlıyız” diyerek iddiasını yineledi.
Oysa, Cumhuriyetin kuruluşundan beri devam eden asimilasyonun kimi yüzeysel önlemlerle son bulduğunu söylemek gerçekçi değil. Bu hedefe varmak için köklü rejim değişiklikleri yapmak, çağdaş anlamda ileri bir demokrasiyi kurup işletmek gerekir. Özellikle herkesin Türk olduğu ve Türklerin homojen bir ulus olduğu algısının değişmesi ve yeni bir ulus kültürün oluşması şarttır.
Bugüne kadar alınan kimi yüzeysel önlemlerle asimilasyon son bulmamış aksine, derinleşerek devam etmiştir. Nitekim, bugün bile, anadili Kürtçe olan onbinlerce Kürt aydını Kürtçe okuyup yazmaktan yoksun kalmanın acısını çekiyor. Bundan daha zalimce bir asimilasyon olur mu?
AKP’nin geliştirdiği biçimsel önlemlerle asimilasyonu sonlandırmanın bir aldatmaca olduğunu anlamak için, Kürtlere dayatılan Türkleştirme politikasının toplumda nasıl kök saldığını gözden geçirmek yeterlidir.
Zorlayıcı asimilasyon dönemi
Türkiye Cumhuriyeti bir Müslüman- Türk devlet olarak kuruldu. Kuruluşta başlatılan zorlayıcı asimilasyon 25 yıl sürdü. Oysa, bir imparatorluk mirası üzerinde kurulan yeni Cumhuriyet çeşitli etnik ve dinsel topluluklardan oluşuyordu. Kurucu kadro homojen bir ulus/devlet oluşturmak için toplumu gayrimüslimlerden arındırmakla işe başladı. Bunun için, bir süreç içinde, mübadele, pogrom, psikolojik ve ekonomik baskılar, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi radikal araçlar kullanıldı. Eşzamanlı olarak da Türk olmayan Müslüman unsurların Türkleştirilmesine girişildi. Sayısal çokluk, tarihsel, kültürel ve coğrafi nedenlerle Müslüman Kürtlerin Türkleştirilmesi mümkün olmuyordu. Çözüm zorbalıkta bulundu. Kurulan ‘tek devlet, tek parti, tek şefli’ otoriter sistem buna elverişliydi. Kürtlerin reformlara gösterdiği tepkiler neden gösterilerek toplu kıyımlar yapıldı. Hayatta kalan seçkin kadrolar Şark Islahat Planı ve Mecburi İskan Kanunu uyarınca Batıya sürüldü. Sürgün yaşamı 1947’ye kadar sürdü. Bu süreçte Şarkta fiili bir sıkıyönetim uygulandı. Fırat’ın doğusu yasak bölgeydi. Kürtçe konuşmak yasaktı. Eğitim olanakları yoktu. Eski Başbakan Ferit Melen o dönemi şöyle tanımlıyor: “Devletin söylenmeyen politikası (Kürtler) zenginleşmesinler. Devlet dairelerinde belli bir düzeyin üstüne katiyen çıkmasınlar... Zira devlet korkardı. Yabancılarla isyan etmeleri cumhuriyeti tehlikeye atmaları herkesi korkutmuştu” (...) İsyanlar çok kanlı bastırıldı. Ardından da 1950’lere kadar büyük bir baskı dönemi yaşandı. Jandarma kimseye gözünü açtırmazdı. Oraların her şeyi jandarma onbaşısı idi. Zaten güneydoğu Anadolu ‘memnu bölge’ durumuna getirilmişti. Kimseler gitmez, kimseler geçmezdi.“
Kürtleri zorla asimle etmenin amacı İsmet İnönü tarafından şu sözlerle açıklanıyordu: “Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Çok partili dönemde asimilasyon
Çok partili döneme geçince mecburi iskan son buldu; Kürtçe yasağı kalktı. DP’nin izlediği liberal ekonomiye koşut Kürt bölgesinde kapitalizm gelişti. Yeni Kürt burjuvazisi Ulusal Pazarla bütünleşmeyi seçti. Kürt seçkinleri parti örgütlerinde önemli görevlere seçildiler. Yeni burjuvazinin devletle kurduğu örtülü ittifak çerçevesinde, zorlayıcı asimilasyon yumuşatıldı. Ama Kürtlerin ayrı bir halk olduğunu söylemek ve Kürtçe yayın yapmak yasaktı. Bu edimlerin suç sayılması devam ediyordu. Ne ki, yeni yetişen Kürt aydınları baskılardan, Kürt dilinin ve kültürünün yasaklanmasından rahatsızlık duyuyor, tepki gösteriyordu. Buna tahammül göstermeyen DP hükümeti Kürt gençlerine karşı toplu bir tutuklamaya girişti. (49’lar Olayı). Böylece, Devlet, ret ve inkâra dayanan asimilasyonun devam ettiğini, aksine davranışların ezileceğini hatırlatıyordu.
Bu evrede devlet terörü sistematik olmamakla birlikte, Kürtleri yok sayan uygulamalar devam etti. Artık sürgünlerin yerine ret ve inkâr politikası uygulanacaktı.
Askeri yönetimlerde asimilasyon
Cumhuriyet tarihi boyunca sıkıyönetimlerle askerî darbe yıllarında en çok baskı görenler Kürtlerdir. Ordu, Kürtleri baskı altına tutmayı her zaman bir beka sorunu olarak görmüştür. Askerî yönetimlerde Kürtlerin tutuklanması, sürülmesi veya enterne edilmeleri bir teamüldür.
27 Mayıs’da kurulan Milli Birlik Hükümeti’nin ilk icraatı 550 Kürt seçkinini Sivas’ta enterne etmek ve 55’ini de Batı’ya sürmek oldu. Daha sonra asimilasyon amacıyla ‘Şark Islahat Planı’nın kopyası olan bir kanun tasarısı hazırlandı; Birinci İnönü Hükümeti’ne kalınca kadük oldu.
12 Mart darbesi yıllarında binlerce Kürt aydını ve halk önderi, salt “Kürdüm” dedikleri için tutuklandı, işkence gördü ve ağır cezalara çarptırıldı.
12 Eylül darbesi ise Kürtler için bir felaket oldu. Kürd’üm diyen onbinlerce aydın ve halk önderi Diyarbakır cezaevinde ağır işkenceden geçirildi, katledildi, intihara sürüklendi. Bir bölümü de vatandaşlıktan çıkarıldı, sürgün yaşamaya mecbur edildi. 1982 Anayasası’na Kürtçe eğitimi engelleyen hüküm kondu, Kürtçeyi yasaklayan kanun çıkarıldı.
Bütün bunlar, Kürtleri terörize ederek asimilasyonu sürdürmek amacıyla yapılıyordu. Ayrıca Kürtlerin korkutularak kimliklerini yadsıyacakları ve Türkleşecekleri varsayılıyordu.
Devlet terörüne karşı şiddet yıllarında asimilasyon
Askerî yönetimlerin onur kırıcı ezme ve sindirme politikası Kürt gençlerinde tepki yarattı. Ve şiddete karşı şiddet politikası gelişti. 30 yıldır süren karşılıklı şiddet politikasına bağlı olarak en az 60 bin yurttaşımız yaşamını yitirdi, onbinlercesi de sakat kaldı. Devlet, yaşanan bunca acıdan sonra, Kürt sorununu eşit haklı vatandaşlık temelinde çözecek yerde, olaya bir güvenlik meselesi olarak yaklaşmakta direniyor. Bittiği söylenen asimilasyon artarak devam ediyor.
Bu süreçte Kürtlerin varlığını ima eden ya da açıkça dile getiren kimi sözel açılımlar yapıldı. Örneğin, Turgut Özal, Kürt sorununun tartışılabileceğinden söz ederken Kürtlerin varlığını ima ediyordu. Ama asimilasyona karşı önlem almaya yanaşmıyordu. 1991’de Demirel “Kürt realitesini tanıyoruz” diyerek Kürtlerin varlığını resmen kabul etti. Ne ki, bu soyut beyan bir daha tekrarlanmadı ve unutulmaya bırakıldı. 1993’te başbakan Çiller “Kürt sorununda Bask modeli tartışılabilir” açıklamasını yaptı. Ama karşılaştığı tepki üzerine sözünü inkâr etti. Üstelik, Kürt sözcüğünü bir daha kullanmadığı gibi ‘faili meçhul cinayetler’ dönemini başlatarak devlet terörünü tırmandırdı.
Mesut Yılmaz “Avrupa Birliği’nin Yolu Diyarbakır’dan geçer” sözleriyle ferahlatıcı bir açıklama yaptı. Daha sonra “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur, terör vardır” söylemini yineleyerek asimilasyonu sürdürdü.
Ecevit, Kürt sözcüğünü kullanmaktan özenle kaçındı; Türkiye’de Kürt sorunu olmadığını, Güneydoğu’da feodalizmden kaynaklanan sorunlar olduğunu savundu. Seçime giderken, “Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanununu” çıkardı. Ne ki, Kürtçe dil kurallarına ve Kürt yazınına egemen okuma-yazma öğretecek öğretmen yokluğundan kanun ilgi görmedi. Ret ve inkarcı asimilasyon sürdürüldü.
AK Parti’nin asimilasyon politikası
Başbakan Erdoğan 2005’te Kürt sorununun varlığını kabul ederek çözeceğini vaat etti. Geliştirdiği kimi önlemlere dayanarak asimilasyonu bitirdiklerini ilan etti. Ama bunu “tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak” belgisi eşliğinde açıklamaya özen gösterdi. Sonra da “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” söylemiyle planladıkları asimilasyon politikasını açığa vurdu. Ve Kürtlerin istedikleri resmi kimlik, dil, kültür, anadilde eğitim ve özerk yerinden yönetim haklarını tanımayı düşünmediğini açıkladı.
Başbakan, öncülleri gibi, yaptığı kimi düzenlemelerle asimilasyonun bittiğini söylerken Kürtleri ve demokratik kamuoyunu kandırabileceğini sanıyor. Oysa, övündüğü düzenlemelerin hiçbiri asimilasyonu bitirecek nitelikte değildir:
OHAL’in kaldırılması AB’nin talebi ve artan tepkiler karşısında partilerin ortak isteğiyle gerçekleşti. Buna karşılık Terörle Mücadele Yasası ağırlaştırıldı ve Özel Yetkili Mahkemeler kurularak OHAL’i aratacak bir sıkı-düzen düzen kuruldu. Kürtçe yayın yasağı AKP’den çok önce kaldırılmıştı. Buna karşın, içinde w, q, x bulunan Kürtçe alfabeyi kullanma yasağı devam ediyor. RTÜK’ün kontrolünde TRT-ŞEŞ’e ve yerel TV’lere izin verilmesi rejimin propagandasını yapmak ve yurtdışı yayınları önlemek amacıyla gerçekleştirildi. Kimi üniversitelerde yerel dillerin okutulması girişimi kurumsallaşmamıştır. Yasal dayanaktan yoksundur. Kürt dili ve edebiyatını öğretecek eleman yetiştirmede ne ölçüde başarılı olacakları bilinmiyor, kalıcı oldukları kuşkuludur.
Başbakanın asimilasyonu bitirdik söylemine dayanak olan girişimlerin tümü Kürt siyasal mücadelesinin önünü kesme ve asimilasyonu sinsice sürdürme amaçlıdır. 1991’dan başlayarak devam eden bu önlemlerin hiçbiri işlevsel değildir. Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini karşılamaktan uzaktır. Her an geri alınabilirler. Nitekim bütün siyasal partilerin değişmezliğini benimsedikleri anayasanın 3/1 maddesinde ‘Türk milleti’ bölünmez bir bütün olarak tanımlamaktadır. 14.maddesi de bu bütünü bozmayı amaçlayan eylem ve edimleri suç saymaktadır. Bu hükümler karşısında Kürtlerden söz etmek ağır bir suçtur.
Kürtlerden söz edilmesine ve Kürtçe yayın yapılmasına şimdilik müsamaha gösterilmesi Türkiye ve dünya kamuoyunda psikolojik üstünlük sağlayarak Kürt siyasal hareketini tasfiye etmeyi amaçlayan bir politikadır. Başbakan Erdoğan “Kürtlerin tüm talepleri karşılanmış ve asimilasyon bitmiştir” derken, göz yumduğu bugünkü fiili durumla demokratik kamuoyunun desteğini sağladığı inancındadır. Bu inançla Terörle Mücadele Kanunu’nu en sert biçimde işleterek Kürt siyasal hareketini topyekûn tasfiye etmeye başlamıştır. Bu süreç tamamlanınca Anayasanın değiştirilmesi istenmeyen 2. maddesindeki ‘Atatürk milliyetçiliğinin’ bir gereği olarak ret ve inkâr politikasının yeniden uygulanabileceğini düşünüyor. Oysa bu bir düştür, artık 1925 koşulları dönülemez.
Tarih tekerrür etmez
Tarih bir kere yaşanır. Eskinin tekrarlanabileceği, Kürtleri yok sayan ırkçı bir ‘devri saadetin’ geri geleceği düşüncesi bir hayaldir. Dünya değişmiş, Türkiye değişmiş, en önemlisi Kürt toplumu değişmiştir. Artık, hiçbir politik oyun, hiçbir sinsi manevra Kürtleri temel demokratik haklarını kullanmaktan alıkoyamaz. Kaldı ki, Kürt sorununun çözümü, Türkiye’de demokratikleşmenin olmazsa olmaz koşuludur. Türkiye, Kürtlerin kimliğini ve eşit vatandaşlık haklarını tanımadan ileri bir demokrasiyi kuramaz. Ekonomik ve sosyal kalkınmasını sağlayarak uluslararası saygınlığa kavuşamaz. Artık sorun, Kürt sorunu olmaktan çıkmış, Türkiye’nin bir beka sorunu haline gelmiştir. Ya Türkiye ileri bir demokrasi içinde Kürt sorununu çözecek ve kalkınıp ilerleyecek ya da statükoyu koruyarak totaliter bir düzene geçecektir.
30 yıldır devam eden ‘düşük yoğunluklu savaş’ sürecinde gelip giden tüm siyasal iktidarlar gibi AKP iktidarı da Kürt sorununun bir sonucu olan şiddeti bitirmeye kilitlenmiştir. Kürt siyaseti karşısında psikolojik üstünlük sağlayarak bu amaca ulaşma peşindedir. Oysa Kürt sorunu ve şiddet hareketi siyasal sorunlardır, güvenlik önlemleriyle değil, siyasetle çözülür.
Başbakan ya toplumun beklentisine uyarak çözüme dönük radikal demokratik kararlar alarak tarihe geçecek ya da şiddet politikasına bağlı kalarak öncüllerinin yazgısını paylaşacaktır. Onun, demokrasiyi ilerleterek Kürt sorununu çözen ve barış içinde şiddeti bitiren bir lider olarak tarihe geçmesini görmek en büyük dileğimizdir. (Taraf)
Tarık Ziya Ekinci
13. Dönem TİP Diyarbakır Milletvekili
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.