Erdoğan ‘Kürdistan’ dedi, iki tepki kutbu çıktı.
Birincisi, “Aman ne müthiş, ne ezber bozucu bir ifade. Tabu devrildi. Çözüm yolu açıldı. ‘Dağlardakilerin ineceğini, mapustakilerin çıkacağını da göreceğiz’ de dedi ya. Bitmiştir. PKK oyunu bozmasın” minvalinden, başvekilim neylerse doğru eyler makamında güzellemelerle yürüyen alkış ve destek tepkisi.
İkincisi (CHP’li Umut Oran’ın Başbakan’a yönelttiği soru önergesinde parlamenter düzlemde de makesini bulan) kargış ve itiraz tepkisi: “Neresiymiş bu Kürdistan? Nasıl der? Dermiş? İşte biz bölücü diyorduk, haklı çıktık nasıl da gene. Zaten o aşiret reisini de getirip konuşturdu orada. Cumhuriyetin bütün ilerlemeleri bitiyor gidiyor.”
‘Kürdistan’ kelimesi önemli gerçekten. İş kelimelerde bitmiyorsa da. Mapus damları önemli. Dağ önemli. Önemli ama kelimeyi çözüm sürecinden de esirgemediği büyüklüğünün bir ihsanı olarak söylediğini kabul edenlerin de içine sürüklendiği siyasal kötülüklerin bir yeni tezahürü olarak söylediğini vehmedenlerin de düşündüğü nedenlerle değil. Türkiye’nin tarihinde en yaygın adıyla ‘Kürt meselesi’nin yöneticilerin ağzında gelinen yeri gösterdiği için önemli; Türkiye Cumhuriyeti iktidarlarının mustarip olduğu bir sorunu ifşa ettiği için: Senkronizasyon sorunu. Elbette, bizim sorun dediğimiz şey, yöneticiler katında aslında asli bir yöntem bu.
Ortada Kürt yok iken
Son savaşın kısa tarihiyle anlatacak olursak, şöyle:
1984’te devlete karşı silahlar patladığında, Türkiye’de Kürt yoktu. Devletin dediğinin postal ve süngülerin gölgesiyle tek hakiki mürşit sayıldığı yıllardı. ‘Kürt’ sadece ‘Kürt İdris’, ‘Kürt Ahmet’ namlarında telaffuzu serbest bir kelimeydi medyada, malum yeraltı dünyasının karanlık sıfatlarından biri olarak. 12 Eylül’ün dört dörtlük sosyoloğu, etnoloğu, antropoloğu, dil bilimcisi, hukukçusu, tarihçisi ve müfessiri Kenan Evren, bir mitingde uzun uzun izah etmişti durumu: “Kürt, Türk ile aynı şeydir. Bakın, harfler bile aynı, t, ü, r, k. Harflerin yeri değişiyor sadece. Aynı şey işte.” (‘Lider’ olunca her şeyi herkesten dört dörtlük bilmek, eski bir hastalık buralarda.)
Devletin derin bilinciydi bu. Yok edemese de yok etmiş olduğunu propaganda ederek, olmadı hayal ederek ve eğitiminden medyasına, cami hutbesinden kışla öğütlerine her imkânla halkın kalanına da öğreterek hedefi ve ona uygun prosedürleri canlı tutuyordu. Bugün “Kürtler vardır, bazı talepleri de haklıdır” filan minvalinde akıldanelik yapan birçok ünlü gazeteci, sosyolog, dilbilimci filan o günlerde aha da yokluğun kanıtı diye tarihten, dilbilimden, sosyolojiden filan devşirdikleri mallarla devlet kapısında fikri işportacılık yapıyorlardı. Bazıları hâlâ da işbaşında ya, milliyet, etnik siyaset gibi kimi elden, kimi tarihten düşme terminolojilerle, neyse.
‘Kürtçe’nin keşfi
Kürt yokluğu, 1990’lara doğru savunulabilir olmaktan çıktı. O karanlık 90’lara girerken Turgut Özal kendi bilinçli savruk tarzıyla teyzesinin Kürt olduğunu söyleyiverdi. Ağır rakibi Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” sözüyle kulvarından siyasal sprinte kalktı. Gelinen yer, tarlada kaset dinleme, düğünlerde şarkı söyleme özgürlüğü oldu. Kürt varsa, Kürtçe olmalıydı çünkü. Bu yeni varlığın hakkı da işte kasetini alıp tarlasına çekilmekti, bir de düğüne kim karışır canım?
Bütün 90’ları ve 2000’leri Kürtçe etrafındaki tartışmalarla geçirdik. Kaset, gazete, tv yayını, kurs, seçmeli ders, isim iadesi, w, q ve x harflerine özgürlük. Senkronizasyon sorunu burada da açıktı: Kürt ve Kürtçe var tamam da ötesi yok deniliyordu. Ötesi, işte Başbakan Erdoğan’ın cumartesi günü telaffuz ettiği kelime: Kürdistan. Kürt varsa, Kürtçe varsa, Kürdistan diye bir yer de olmalıydı bir yerlerde.
‘Kürdistan’ın telaffuzu
Diyarbakır’daki düğünlü, düetli siyasal sahnede Erdoğan, tek kuşa asla taş atmayan siyasal tarzı çerçevesinde, hem senkronizasyon sorunun farkında olduğunu ortaya koyuyor hem de barışın kıymetini bilen herkesin her kıpırtısını seyrettiği, yavaşlığı yüzünden tedirgin olduğu çözüm sürecinin asıl parametrelerini iyi bildiğini anlatıyordu. Konuğuyla sorunun ‘uluslararası boyut’ta olduğunu bildiğini, ‘cetvelle çizilen sınırlarla’ sözüyle kendi sınırının anlamını bildiğini ve “Cezaevlerinin boşaldığını, dağdakilerin indiğini göreceğiz” sözüyle sürecin bam tellerinin yerini bildiğini anlattığı gibi.
Tıpkı, iktidar olmadan önce AK Parti programında yazıldığı gibi, özetle: “Terörün sebep değil, sonuç olduğunu biliyoruz.” Fakat 11 yıllık AK Parti iktidarı dönemindeki salınımlardan acı biçimde öğrendiğimiz kadarıyla, bu tür ‘bilme’lerin aksi yönüne beklenmedik hızlarla manevra yapabilen bir stile sahip. Bir önceki seçime gitmeden ilan edilen ‘açılım’ın, Uludere katliamına kadar varan ve ardından da hesabını vermeye yanaşmayan katı güvenlikçi bir sapağa girdiğini unutmak mümkün mü?
O sapağa giden yollar da tamamen açıkken?
Sahnenin arkasındakiler
Her şeye rağmen Diyarbakır sahnesi, söylemsel düzlemde 2013 Newrozu’ndan sonra hükümet tarafından sürece yönelik gelen en güçlü irade beyanı niteliğinde. Bu hayra yorulabilecek alametlere rağmen, Diyarbakır’dan bir vaka, ‘irade beyanı ve tatlı söz’ün yetersiz kaldığı noktaları iyi gösteriyordu.
Diyarbakır kuçelerinde Medeni Yıldırım’ın annesi, sahne siyasetinin büyük afişlerinin gizlediği bir başka büyük fotoğrafı gözümüze sokuyordu. Katledilmiş oğlunun afişi altında söyledikleri, ok işareti gibi sahnede söylenenlerdeki eksikliklere yolluyordu: Son açılımdan sonra cezaevini ve dağları boşaltacak, yani savaş hukukundan çıkıp barış hukukuna girilecek yasalar beklenirken girişilen karakol inşaatında alınan canın adalet karşısında hesabının verilmediğini. Bu eksiklik, bir önceki açılımın ulaştığı Roboskî vicdansızlığının aynı adli duyarsızlıkla kaplandığı alana götürür: Açılım, barış, kardeşlik, aşîtî û biratî… adaletin işlemesi, savaşı (yani Kürt yokluğunu) hedefleyen hukukun yerine barışı (yani Kürt’ün varlığının ve devamının garantisini) isteyen hukukun tesisiyle bitmeyecekse, nasıl bitecek? Medeni Yıldırım’ın annesinin ve Roboskî mazlumlarının ailelerinin haykırışlarına verilecek yanıt, adaletin tesisine yönelik adımlar, tüm barış sürecinin yanıtıdır aslında.
Adalet beklentisini sürecin önünü tıkamaya matuf bir şart olarak ya da sürecin göz ardı etmesi gereken ufak tefek işlerden gibi görmek imkânsız: Adalet, sürecin en hızlı, en titiz, en dakik işletilmesi gereken enstrümanı. Ve elbette böyle bir adaletin tesisine yol açabilecek hukuk.
Evet, dağların boşalacağı günü bekliyor herkes, fakat bunun için yapılması gerekenler yapılmadı. Cezaevlerinin boşalmasını bekliyor herkes, fakat bunun için yapılması gerekenler yapılmadı. Dağdan hukukla inilmesi gerekir. Hapisten hukukla çıkılması gerekir. Hukuk oysa hâlâ dağa çıkaran, hapse tıkan bir hukuk. ‘Açılım Paketleri’ dördü buldu ama hâlâ (Kürt hareketinden veya değil) hasta, ağır hasta tutuklu ya da hükümlüleri salıverecek kadar bir hukuk bile oluşturulmadı. ‘Kürt’ deniliyor, ‘Kürtçe’ deniliyor, artık ‘Kürdistan’ da denildi ama eğitim öğretim hâlâ talep edenin hapsi boylayacağı düzeyde bir kırmızı çizgi. Ve sürecin selameti açısından en önemli başlıklardan biri, Öcalan’la görüşmelerin bile bir hukuku oluşturulmaya yönelinmedi. Mevcut hukuktaki avukatla görüşme hakkı, kaba ve kestirmeci bir tarzla yıllardır yok sayılıyor. Mevcut hukukun askıya alınması yoluyla sağlanan heyetlerle görüşmeyse “Kafamı kızdıran gidemez” yazılı bir kişisel babayasa dışında bir hukuka bağlı değil.
Adaletin ve barış hukukunun tesisi ‘Kürdistan’ demekle gelmiyor, en samimi nutukla bile deseniz, sözünüzün bir de hukukunu kurmanız gerekiyor.
Ali Topuz - Radikal
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.