Sayısı giderek artan Türkiyeli Kürt, kendi seçtikleri Kürtlerin kendilerini yönetmesini, Kürt kimliğinin resmi alanda tanınmasını, Türkiye yurttaşı ama Kürt olarak ticaret, siyaset, kültürel faaliyet ve eğitim yapmak istiyor. Bunun bir milliyetçilik tezahürü olduğunu düşünebiliriz. İnsani özgürlük planında Kürdün Kürdü yönetmesinin münhasıran bir özgürleşme getirmeyeceğini hatırlatabiliriz. Bu ve benzeri tespit ve hatırlatmalar, büyük ölçüde doğru olmakla beraber, Kürt coğrafyasında yaşanan toplumsal-siyasal dinamiğin yönünü değiştirebilecek güce sahip değiller. Ayrıca sadece Irak ’ta, yakın tarihte Suriye’de değil, Türkiye ’de de Kürtler büyük bir sosyolojik ve siyasal dönüşüm yaşıyor. Birkaç yıldan beri değil, giderek artan bir ivme ile artık on yıllarla ifade edilen uzun bir dönemden beri, Türkiye toplumunun ortalamasında yaşananla paralel ama ondan görece daha büyük bir dönüşüm bu.
Toplumsal dönüşüm
Türkiye ’de Türk-Sünni çoğunluğun askeri-bürokratik vesayeti yıkıp doğrudan kendi temsilcilerinin iktidarı rejimini kurmaya başlaması, bu toplumsal dönüşümün önemli bir boyutu idi. Ama bu gelişme, toplumda Türk ve Kürt ayrışmasını da, sadece akan kanlar, maruz kalınan zulümler nedeniyle değil, belki bunlardan daha fazla hızlandırdı. Çünkü eski dönemde, yapılan haksızlıkların, işlenen ağır hak ihlallerinin, eziyet ve işkencelerin, saçma sapan yasakların sorumlusu olarak gözüken ve -büyük ölçüde gerçekten de sorumlu olan- bir devlet içi iktidar odağı vardı. Askeri-bürokratik güç merkezli bu iktidar odağı, siyaseti ve genel olarak toplumu yönlendirme kapasitesine sahipti. Dolayısıyla toplumsal muhalefetin tepkisi de, başta Kürt muhalefeti olmak üzere, bu güç odağına karşı yoğunlaşmıştı. İşkence yapan, yargısız infazları örgütleyen, “iç düşman” korkularını besleyerek olağanüstü rejimi ayakta tutan bu “derin devlet” yapılanması, aynı zamanda Kürtlerin asgari taleplerine hep “hayır” denmesinin de sorumlusu idi.
Son dört-beş yılda yaşananlar, bu devlet içi güç odağının büyük ölçüde tasfiyesine ve yerini Türk-Sünni çoğunluğun seçmen desteğini alanlara ve onların kadrolarına bırakmasına yol açtı. Toplumun ağırlıklı ortalamasını “onlar” değil, “bizimkiler” olarak gördüğü ve gücü artık gerçekten kendi elinde tutan bir iktidar ortaya çıktı. Kürt kimliğinin somut olarak tanınması yönünde birkaç adım attı. Ne var ki bunlar Türkler için çok büyük gözüken ama Kürtler için çok küçük adımlardı. Kürt sorununda çözücü etkileri hemen hiç olmadı. Çünkü artık sorunun asıl merkezini oluşturan kimlik tanınma eşitliği ve kendi kendini yönetme arzusunun önündeki engel, Kürt kimliği ağırlıklı siyasallaşan Kürtlerin gözünde devlet içi bir güç odağı değil, sandığa gidenlerin yarısının oyunu almış bir parti olmuştu. Dolayısıyla Türkiye ’deki Kürtlerin arasında giderek artan biçimde, sadece devletin değil, “Türklerin Kürtlerle eşitliği kesinlikle istemediği” algısı güçlenmeye başladı. Bu ise toplumsal ayrışmanın telafisi çok zor biçimde derinleşmesine yol açacak bir algıdır.
Daha ne istiyorlar?
Bu algının simetrik benzeri Türk çoğunluğun zihniyet dünyasında karşımıza çıkıyor. “Kürtçe televizyon, Kürtçe seçmeli ders, üniversitede Kürt dili ve edebiyatı bölümü… Daha ne istiyorlar? Biz verdikçe onlar daha fazla istiyor!” cümlesi günlük hayatta artık çok daha fazla ve en beklenmedik çevrelerde karşımıza çıkıyor. Kürt sorununun Türkiye ’de siyasal alanda ve müzakere yoluyla çözümünün önündeki en büyük engellerden biri, belki en derin engel olduğu için en önemlisi, “biz verdikçe daha fazlasını talep ediyorlar, Türkiye ’yi bölmek istiyorlar” algısı.
PKK ’nın Kürt kimliğinin tanınma taleplerini silahlı mücadele ve terör yöntemlerini de benimseyen bir şiddet politikası eksenine oturtmuş olması, Türk tarafında Kürt sorununun çok daha travmatik biçimde algılanmasını pekiştirdi. Diğer taraftan, Kürtlerin çok büyük bir kesimini de, gönülden benimsemese de, bu silahlı isyan hareketinin meşruiyetini sorgulama konusunda dilsiz bıraktı. PKK , oyun kurucu aktör olarak bu siyasal alanda hakimiyet kurdu. PKK ’nın şiddet ve siyasal tahakküm politikasıyla devletin şiddet ve tahakküm politikası birbirlerini karşılıklı besledi. Bugün geriye dönüp bu konuda ilk günahı kimin işlediğini aramanın sorunu çözme açısından faydası yok.
80-90’lılar
Türkiye ’de Kürt sorununda şiddetin kurucu simgesi olmasında sorumluluğun hangi tarafta olduğunu belirlemeye çalışmak, yumurta-tavuk sorununa yanıt aramaya benziyor.
Ortaya çıkış nedenleri ne ve bunların sorumluları kim olursa olsun, artık son otuz yılda yaşananların izinin silinmesi mümkün değil. Kırk sene önceye göre bugün Türkiyeli Kürtlerin tanınma talebinin vardığı seviye ve bunun yaygınlığı dikkate alınırsa, 1980-1990 doğumlu kuşakların giderek daha fazla önplanda olacağı önümüzdeki onyıllarda Türkiye ’de Kürt olarak yaşama ve çalışma talebinin çok daha güçleneceğini tahmin etmek zor olmaz.
Sorunun giderek derinleşerek bugünkü mecrasında yoluna devam etmesinin asıl sorumlusu, sonuçta kendilerini “Türk” olarak tanımlayanların, -bunların bir kısmı etnik köken itibarıyla Türk olmasalar da-, oluşturduğu çoğunluğun bugün iktidar üzerinde Kürtlerin eşit haklı yurttaşlık tanınması yolunda bir baskı unsuru olmaması. AKP ’nin bu konuda takındığı çözüm erteleyici tavrın arkasında, velev ki bu tavır Erdoğan’ın başkanlık seçimi hesaplarıyla ilgili olsun, “Türkiye Türklerindir” bayrağı altında heyecanla yer alan büyük kitlenin “çözümsüzlük en iyi çözümdür” yaklaşımı ve “hele dur bakalım” refleksi var.
Bugün Türkiye ’de güç tamamen bir kişi ve bir mercii elinde toplandığı için, eskisinden daha güçlü ve etkili biçimde devam eden merkeziyetçiliğin önemli bir nedeni de, toplumun önemli bir kesiminde hakim olan “Kürt kendini yönetmesin!” arzusudur. Engellemeleri, yasaklamaları alkışlayan, bunlar yeterli olmadığı zaman “buradan gitsinler” diyerek sokağa dökülen bu geniş kitle, böyle yaparak ancak egemenliğinin, iktidarının tadına varıyor. Ama bu tadı sorunları çözmekte bulmuyor. Yasaklamakta, kısıtlamakta, “istediği kadarını ve istediği zaman verme”de buluyor. İktidardan böyle haz alıyor. Bu nedenle, Türkiye ’de Kürtlerin arasında giderek güçlenen, Türkiye Kürdistanı kurmanın yaşamsal bir gereklilik olduğu kanaatinin en güçlü kaynağı, bugün ortalama Türk vatandaşını temsil eden Türk Müslüman-muhafazakâr demokratların iktidarında da eşitlik içinde çözümün mümkün olmadığına inanmaya başlamalarıdır.
Ahmet İnsel - Radikal
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.