Türkiye'de Kürt sorununun ulusal ve uluslararası düzeyde tartışmaya açılması için çok daha uzun bir süre beklemeye niyetli olmayan Türk entelektüellerinin bu konuyu neye mal olursa olsun tartışmaya açmak gerektiğini söylemeleri gelişen dünya standartlarının Türkiye’ye ne şekilde yansıyacağı ortada duran önemli bir soru.
Türkiye’de Demokrat Parti döneminin açtığı nispi liberalleşme, ne de kendisini demokratik soldan Milliyetçi sola kayan Ecevit iktidarı döneminde Kürt sorununun siyasal yönüne hiçbir zaman değinilmemiştir.
Sorun sürekli ekonomik bağlamda 'yerel feodal' güçlerin varlığı olarak değerlendirilmiş, feodalizmin çözülüşü için bölgesel tedbirler almak yerine, ekonomik göç teşvik edilmiştir. Ortaya çıkan sonuç ise tam bir yıkıntıdır: Geride kalan halk daha da yoksullaşarak, “devlet olanaklarına daha çok bağlı hale getirilmiştir”.
Kürt sorununun siyasal boyutlarının hiçbir zaman yüzeysel boyutlarıyla da ele alınmadığı uzun süreci bir yana koyarak, AB ile olan siyasal görüşmelerin ortasında ileri sürülen görüşleri ve çözüm önerilerini şimdi ele alabiliriz. Bu tartışmalar içinde kendilerini “Liberaller” olarak adlandıran kesimlerin Kürt sorununu biraz daha sosyal temelleriyle detaylandırdıklarını görmek mümkündür.
Değişim yanlılarının bu kavramına karşı statukocu davranan çevrelerin I. Cumhuriyet’in en yakın ideolojik dostları oldukları açık bir durumdur. Ziya Gökalp “A.Öcalan” ve Nihal adsız “M. Türköne” tiplemeleri etrafında kümelendiği söylenebilecek olan bu çevrelerin Türkiye’deki demokratik muhalefetin sözcüleri durumunda olmaları, durumlarını daha da ilginç kılmaktadır. Onlar hala Kemalist çözümsüzlükte direnmektedirler.
Sayın Beşikçi’yi Şeytanlaştırma politikaları İster Türkiye resmi devlet politikası olsun, ister A.Öcalan’ın Beşikçi’yi Ziya Gökalp’e benzetmesi olsun, ister Sayın Mümtaz’er Türköne’nin Nihal Adsız benzetmesi olsun aynı minvalde seyrediyor, Sayın Beşikçi üzerinden Kürtleri siyasi hukuki statüden el çektirmek için, Şeytanlaştırma baş kavram kabul edilmiş, konu "mevki spekülasyonu" Kurdistan topraklarından hak talep etmenin en ekonomik yolu.
Sayın Beşikçi’yi veya Kürtleri şeytanlaştırılmasından maksat ne olabilir? Yıllarca Sayın Beşikçi’ye karşı görünmezlik kalkanı geçirilmiş, toplumla tanıştırılmasının önüne geçilmiş, aynı anda Kürtleri inkar ve görünmezlik kalkanı ile İnka ve Mayalarla birlikte zikrettirmek, yani sosyologların hukukçuların siyasetçilerin alanına değil, antropologların alanına itmek ve "doğal müzede" sergilemek… Konuya dönersek.
Gerçekten de Türk entelektüellerinin koalisyonu ve hükümetin üyelerinin Avrupa'da iki ülkeyle yaptıkları sessiz ve sıkı ziyaretler bunun sinyallerini vermekteydi. Liberaller çözüm önerileri açısından Avrupa'da yaşanmış iki örnek üzerinde durulmakta.
1- Fransa’da bölgesel sistem
2- İspanya’da otonom sistem
Büyük Britanya'da İskoçya, Galler ve İrlanda, Belçika’da ve yine İsviçre'de kantonal sistem örnekleri olmasına karşın, Liberallerin, Türkiye'nin İspanya ve Fransa örnekleri üzerinde durmasının sosyal ve tarihsel nedenleri de vardır. Bir kez Belçika'daki ulusal sorun kendisini hiçbir zaman Türkiye'de olduğu biçimde yansıtmamıştır.
Kürt ayaklanmalarıyla katılaştırılan bir sistem içinde Türkiye, yeni yasalar çıkarsa da sistem, demokratik sistemi kendisi için bir yük olarak görmekte gecikmeyecektir. Türkiye sorunun üzerine gidiş ve sonuç açısından bu yükü kaldıramaz. Büyük Britanya'da İrlanda sorununun silahlı yanı dışında bir benzerlik yoktur. İskoçya ve Galler ülkesinde uygulanan sistemin tarihselliğinin Türkiye pratiğiyle benzerliği yoktur.
Belki Yavuz Selim’in boş fermanlarla Kürt beylerini savaşmadan kendi yanına çekmesi, bir karşılaştırma olarak İskoç beylerinin kendi iradeleriyle İngiliz egemenliğini kabul etmelerine benzetilebilir.
Ne var ki İngiliz demokrasisinin kökleri çok derinlerdedir ve İngiltere kendine has demokrasisiyle zaten kıta Avrupa’sından ayrılmaktadır. Türkiye’deki sistem değişikliği tartışmaları sürerken liberal kanatta duran eski Yargıtay başkanı Sami Selçuk’un İngiliz modelini önermesi unutulmamalıdır.
Demirel ise bu öneriye tepkiyle “sistemin kilitlenmesi” olarak karşı çıktı. Çünkü toplumlar gibi devletin de bir alışkanlık huyu vardır ve bundan vazgeçmesi pek kolay değildir. Türkiye'nin ise tarihsel olarak Avrupayla siyasi diyalogu ve etkilenişi Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri devam etmektedir.
Buna iç sorunlarda görülen benzerlikler de eklenince İspanya ve Fransız modelinin ele alınış nedenini bulabiliriz. Dolayısıyla ister A.Öcalan’ın ister M.Türköne’nin İsmail Beşikci’ye olan tepkisinin ardında böylesi bir siyasal zihin haritası vardır.
Bu pragmatizm karşısında Kürt siyasal hareketleri kendilerini göstermek ve tartışmaların en önemli tarafı olduklarını her alanda hissettirmek durumundadırlar. 1920’li yıllarda yapılan tartışmalara hazırlıksız yakalanan ve ulusal çapta bir yapı oluşturamayan Kürt gurupları aynı hatayı devam ettiremezler. Şimdi bilince çıkarılmış bir tarih anlayışı vardır ve bu nedenle "tekerrür" ettirilmek istenen tarihe karşı dayanaklarımız eskisinden daha güçlüdür. Kürt aydınları bu oyuna gelmemelidir.
Türkiye'nin içinde bulunduğu kozmopolit yapısı göz önüne alındığında Liberallerin görüşlerine elbette değer biçmek gerekecektir. Yine de bu görüşlerde Kurdistan'ın tarihten gelen coğrafik tanımını bile zor bulunuyor. Siyasal kimliğinden bahsetmek ise olanaksız. Batı'da yaşayan Kürt nüfusu için geçerli olabilecek olan bu düşüncelerin tüm Kürtler için uygulanması birçok sorunları da beraberinde getirecektir.
Kürtlerin tarihsel olarak yaşadıkları topraklarda "yerel yönetim" adına siyasal kimliksiz yaşamaya zorlanmaları sorunu ilelebet çözümsüzlüğe bırakmak demek olmayacak mıdır? Nihayet ulusal kimliğin dışa vurumu ruhsal bir olaydır ve hiç bir ekonomik gerçekliği tanımaz. Sosyolojik planda doyum noktasına ulaşmayan her ulusun kendisini ifade tarzında bir tarihsellik vardır. Bu tarihsellik, İsmail Beşikçinin de dikkat çektiği her siyasal eğilimi ortak noktalarda birleştiren ulusal devlet gerçekliğidir.
Bu gerçeklik kendisini siyasal planda otonomi, federasyon veya bağımsız devlet biçiminde gösterebilir. Kürt sosyal sınıflarının ulus sorunu karşısında aldıkları tavır ve sorumluluklar göz önüne alındığında Türkiye’de sorunun çözümünün AB’nin taşıdığı demokratik normlar içinde çözümünün pekala mümkün olabileceğini göstermektedir.
Ancak bunun için toplumsal hafızaya yerleştirilen bilgilerle hesaplaşmak ve tarihsel hafızayı yardıma çağırmak gerekmektedir. Buradaki bütün düğüm “Kurdistan” sözcüğüne takılıp kalmıştır. Kürdistan sorununu Kürt sorunu mesabesine indirgenmektedir.
Osmanlılar döneminde çekingesiz olarak kullanılan, cumhuriyetin ilk yıllarında Millet Meclisi’nde de kullanılmakta sakınca görülmeyen “Kürdistan”, “Lazistan” gibi adlandırmaların siyasi formülasyonlarda belirtilmesi, peşin bir ayrılık yükümlülüğü olamaz. Uzun senelerin baskıları sonucu tabu haline getirilen bu kavramların önünün açılması, Türkiye’ye özgü getirilecek çözüm önerilerine siyasal bir form vermesi bakımından da önemlidir. Türkiye'nin artık "Ankara'dan yönetilemediği" siyasi elit tarafından açıkça söylenirken bunun Kürt sorununu nasıl kapsayacağı konusunda bir şey söylenmekten özellikle kaçınılmaktadır. Yaşanan acı olaylar nedeniyle toplum bu tartışmalara hazırdır ama siyasi yapılar bunun yükünü kaldıracak cesarette değildir.
Bu eksikliklerini siyasiler topluma havale etmekte ve “toplum hazır değil” demektedirler. Türk aydınlarının dile getirdiği "Türkiye'de özerklik düşünmüyoruz. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye'de tam bir karışım var. İnsanları ayırmak 'sen orada kal, ben burada kalayım' demek yanlış. Buna mukabil mesela Fransa'daki gibi yerel yönetimlere ağırlık, yetki vermek, yerel demokrasiyi kurmak. Üniter devlet içinde yapılan bu.”
Türkiye'de Kürt sorunu, ulus ve azınlık sorunlarının çağdaş ölçülerle çözüme kavuşturulabilmesi için izlenen yürürlükteki politikalar terk edilmelidir. Eğer çözüm için örnekler ele alınıyorsa, örneklemelerin kendi gerçekliğimize ne kadar uygun olduğu dikkate alınmak zorundadır. Osmanlı döneminden beri izlenen politikaların yarattığı “sosyo” “ekonomik” yapıların günümüzdeki küreselleşme konseptine uygun olarak ele alınması durumunda eskiye dayanan aşırı korkunun gereksizliği ortaya çıkacaktır.
1970’li yılların sol söylemi olarak ortaya çıkan bölgesel, ayrılıkçı şiddet politikaları, şimdilerde bölgesel, ekonomik, otonomist ve yerine göre federalist eğilimler, şahsım adına da “Mutlak bağımsızlık” olarak, artık savunulmaktadır. Mümtaz’er Türköne ve benzeri Türk Liberallerinin bilmesi gereken çağdaş siyaset yelpazesindeki bu değişimi anlayamadan yapılan, günü kurtarmaya yönelik, pragmatik anlayışla yürürlüğe konmak istenen uygulamalar tam tersi sonuçlar verebilir.
Bu tartışmalar ve çözüm arayışları, Türklerin mütevaziliğinden kaynaklı değil, aksine Kürtlerin İktidar ve Bilincinin geliştiğini ve bu gelişimle kendilerini dayatmalarından kaynaklanan bir sonuçtur. Kürtler bunu göz önünde bulundurmalıdır. Kürtler, Liberal Türklerle bir araya gelip tartışmayı devam ettirecekse, bunun adı “Barış” değil “Anlaşma” olmalıdır. Kürdistan da ki Kürt köylüsünün geleceğini ve tavrını, onun onayı olmadan belirleme konusunda hiç kimse söz sahibi değildir.
Dışarıya açılmak, Ortadoğu ve Orta Asya pazarına girmek isteyen ve Türkiye’yi bu çıkmazdan kurtarmak adına hareket eden Liberallerin, Kürt sorununu çözmeden attığı bütün adımlarda, geride yarım bıraktığı şeylerin ağırlığını hissetmesi sürpriz olmamalıdır. Anadolu'nun kapısını Kürdistan'dan açan Türkler, yeniden Orta Asya'ya girmek için ayaklarına doladıkları düğümü çözmek zorundadırlar.
Bir sonraki makalemiz Türk ve Kürt birlikteliği mümkün mü? sorusuna cevap arayacağız...
Remzî Pêşeng
Twitter: remzipeseng
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.