Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Bülen Kahraman, Türkiye'nin demokratikleşme yönünde değiştiğini ve bunu taşıyan toplumsal kesimin de Müslümanlar olduğunu söyledi. Müslümanlarda demokratik bilincin yükseldiğini ifade eden Kahraman, kötü milliyetçiliğe dikkat çekerek; "Bununla sadece İslami kesimin değil, Türkiye'nin yüzleşmesi gerekiyor. Türkiye'nin Kemalist milliyetçiliği bünyesinden çıkartması gerekir" dedi.
Türkiye büyük bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşüm sadece siyasi bir dönüşüm değil. Kültürel, ekonomik ve sosyal bir dönüşüm. Dönüşümün ana motoru ise İslami kesim. Cumhuriyet'ten bugüne Türkiye'nin demokrasi serüveninde kamusal alanda dışlanmış kesimlerinden biri olan Müslümanlar, bugün demokratikleşmenin ana taşıyıcıları. Toplumda küçük bir kesim ise İslam ile demokrasiyi pek bir arada tasavvur edemediğinden olsa gerek, bu değişimi anlamakta ve kabullenmekte zorluk yaşıyor.
Bu hafta Söyleşi-Yorum'da bu değişimin izlerini süren Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Sabah Gazetesi yazarı Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman ile bu değişimi ve süreci konuştuk.
Türkiye'nin demokratikleşmesini Müslümanların demokratikleşmesine bağlayan bir yazı yazdınız. Nasıl bir ilişki var?
Türkiye'nin demokratikleşmesinde Müslümanların demokratikleşmesinin büyük rolü var. Çünkü o kesimden çıkacak bu demokratikleşme. Politik ve demokratik dönüşümü Türkiye'de sağ/muhafazakâr kesim icra etti. Bu gelenek bugün de sürüyor. İkincisi daha önemli. Bugünkü muhafazakâr/Müslüman kadrolar Batı'da burjuva demokratik devrimini gerçekleştiren burjuvazinin karşılığı, bana göre. Bunu açıklayacak bin tane gösterge var. Anadolu sermayesi dediğimiz bu. Kitlelerin büyük kentle tümleşmek istemesi de bu. Üçüncüsü bu kesimin doğrudan bir demokratikleşme gereksinimi var. O tabandan geldi. İşte, laikliğin pozitif, katılımcı laikliğe dönüşmesindeki devam eden çaba bile bunun bir göstergesi. Dolayısıyla azınlık piskolojisini anlayacak bir noktada bulunuyorlar. Kısacası toplumsal dinamik, ekonomik dinamik ve siyasal dinamik onların yanında. Ama bunu belirttikten sonra şunu da vurgulamak gerek: bu yolda devam etmeleri hepimizi zehirleyen o 'kötü milliyetçi' (nasty national) kandan kendilerini arındırmalarına ve bir de çoğunluğu ellerinde bulundurmalarına rağmen/mukabil çoğunlukçu hareket etmemelerine bağlıdır.
28 ŞUBAT SÜRECİ 27 NİSAN'DA BİTTİ
Nasıl başladı bu değişim?
Türkiye'nin değişimi uzun bir macera. Burada 28 Şubat önemli bir dönemeç. 28 Şubat, 28 Şubat'tan çok önce 1991-92'de başlamış ve 2007'de 27 Nisan e-muhtırasına kadar sürmüştür. 28 Şubat post-modern darbesi, 27 Mayıs ve 12 Eylül'den pek çok açıdan farklıdır. Ama bu darbeyi yapanlar istedikleri sonucu elde edemediler. 28 Şubatçıların ilk yenilgisi, kuruluşundan 16 ay sonra AK Parti'nin, 2002 seçimlerinde önemli bir başarı elde ederek siyaset sahnesine çıkmasıdır. AK Parti'nin siyaset sahnesine çıkması bir sonuçtur. 28 Şubat'ın yol açtığı ilk değişim budur, yani siyasal İslam'ın kendi içinde modernleşmesini sağlamasıdır. Bu ilk kırılmadır.
İkincisi?
İkinci büyük değişim 2007 seçimlerinden sonra ortaya çıkıyor. Bu tarihe kadar AK Parti, 28 Şubat'ın yarattığı iklimin sıkıntılarını yaşamıştır. 2007'deki Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim öncesi 28 Şubat anlayışı doruk noktasına ulaştı; şu Cumhuriyet mitingleri, e muhtıralarla falan. AK Parti'nin bu muhtıra karşısındaki duruşu ve ardından yapılan seçimlerde yüzde 47 oy alması Türkiye tarihinin en önemli kırılmasına yol açmıştır. O güne kadar ordu-bürokrasi-aydınlar tarafından biçimlendirilmiş olan iktidar bloğu dağıtıldı. Yani Türkiye 2007'de önemli bir devrim yaşadı. Bizim klasik devrim diye bildiğimiz olgunun dışında kalan bir devrimdi ama demokratikleşme ve sistemin dönüşümü açısından ele alınırsa küçümsenmeyecek bir devrimdir. Hatta Cumhuriyet ile hedeflenen değişimler ve kavramlar ilk defa bu dönem anlamlı hale geldi.
Açabilir misiniz?
2007'de yaşanan demokratik dönüşüm, Cumhuriyet'in getirdiği bazı kavramların da gerçek içeriklerine kavuşmasına yol açmıştır. Mesela halk egemenliği ilk defa gerçekleşiyor. Mesela laiklik gerçek anlamına yeni kavuşuyor. Yani 1990'larden 2012'ye geldiğimizde Türkiye'nin büyük bir değişim yaşadığını, bu değişimin demokratikleşme yönünde olduğunu ve bunu taşıyan toplumsal kesimin de Müslümanlar olduğunu söylemek ve kabul etmek durumundayız.
MUHAFAZAKÂRLAR DEMOKRATİKLEŞİYOR
Bu yirmi yıllık süreçte İslami kesimde nasıl bir dönüşüm var?
Bu zor bir soru. Çünkü yaşanan değişimi resmeden yeterince kantitatif araştırmamız ne yazık ki yok. Ama gözlemlerimiz, sezgilerimiz ve entelektüel birikimimiz var. Muhafazkar kesimin ilk dönüşümü kendi içinde demokratik bilincini güçlendirmesidir. İkincisi muhafazakârların modernleşmesidir. Biz modernleşme kavramını daima dışlayıcı, tepeden inmeci yaklaşımla ele aldık. Hâlbuki aşağıdan yukarıya inşa edilen, herkesin ortak talebi etrafında gelişen bir modernleşme kavramı söz konusu ve bu yaşanıyor. Bu modernleşmenin Batılı değerleri inkâr etmek olmadığı kabul ediliyor. Yani Batı tipi bir modernleşmenin, muhafazakâr kesimde kabul edildiğini söyleyebilirim. Bu bakımdan muhafazakâr kesim kendi geçmişiyle de bağlarını kesiyor. Üçüncü ve bence önemli husus da şudur; popülist bir anlayışın, bir kitle demokrasisinin azınlık haklarını gözeten bir reel demokrasi ile aynı şey olmadığını da artık kabul ediliyor. Buradaki sorun Müslümanların bundan sonra da kendilerini azınlık duyarlılığı içinde mi göreceğidir yoksa çoğunluk iktidarı olarak mı algılayacağıdır. Türkiye bu anlamda giderek Amerikan tarzı topluma daha çok benzemeye başladı.
POZİTİF LAİKLİĞE GEÇECEĞİZ
Ne demek Amerikan tarzı toplum?
Amerikan toplumu, birincisi son derece muhafazakâr bir toplum. İkincisi dinle ilişkisini koparmamış ve bu konuda herhangi bir taviz vermeden uygulamış bir toplum. Din ilk defa toplumsallaşıyor. Bunun doğal sonucu olarak şunu söylemek mümkün; Türkiye'deki dönüşüm, daha özgürlükçü demokrat ve laik bir çerçeve içine oturacak. Dışlayıcı değil, kapsayıcı; negatif değil pozitif laikliğe geçeceğiz. Geçmişiyle daha barışık bir toplum olacağız. Türkiye'nin böyle bir yönde geliştiği kesindir.
Kötü milliyetçilikle nasıl yüzleşilecek?
Bu sadece İslami kesimin değil, Türkiye'nin en genel manada yüzleşmesi gereken bir sorun. Demokratikleşen bir İslami kesimin bunla yüzleşmesi gerekiyor. Türkiye'deki değişimle milliyetçilikle nerde bağdaşır, nerde kopar bence soru bugün budur. Türkiye'nin bu Kemalist milliyetçiliği bu şekilde bünyesinden çıkartması gerekir. Türkiye'nin 12 Eylül öncesinde bulduğu, 12 Eylül sonrasında da hırsla ve devlet eliyle uyguladığı Türk-İslam sentezi anlayışından çıkması gerekiyor. Bugün bizi hâlâ zehirleyen bir kurucu etnik kimlik milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği Türkiye'de mevcuttur. Bunun aşılması bir zarurettir. Hele azınlık kavramının çoğunluk kavramını ikame ettiği, Kürtlük, Alevilik, şimdi Çerkezlik olgusunun bu kertede ses çıkardığı bir dönemde bu daha da önemlidir. Hrant Dink cinayeti bu bakımdan bir turnusol kağıdıdır.
Türkiye din eğitimi ile barışmak zorunda
Bir eğitimci olarak 4+4+4 tartışmasını nasıl okuyorsunuz, hedef nedir?
Bana kalırsa bu tartışmanın arkasında din eğitimi konusu var. Ancak din eğitimi konusu da bir tür tabu sayıldığı için sağlıklı konuşamıyoruz. Oysa Türkiye'nin din eğitimi ile barışması lazım. Ben din eğitiminin resmi devletten çıkararak cemaatlere verilmesi gerektiğinden yanayım. Bunu yıllar önce yazdım diye bana söylenmedik laf kalmadı. Hâlâ o noktadayım ve Türkiye kaçınılmaz olarak o noktaya gidecek. Amerikan örneği böyle. Dünyada bir çok örnek böyle. Hatta o yere göğe koyulmayan Fransa'da da böyle. Yahudi çocukları okuldan çıktıktan sonra oralara giderler, Kateşizm denilen dinsel uygulama eğitimi alırlar. Fransa'da Katolik eğitimi ayrıca verilir. Nerde verilir, efendim? Kilisede. Var mı buna bir mani? Niye olsun, niye olacak? Bunlarda şaşacak korkacak bir şey yok. Devlet bu cemaat eğitimleri demokratik plandaki hassasiyetler bakımından denetler. Buna itiraz olmaz.
Yapılması gereken?
Dünyada uygulanan hiçbir pedagoji modeli 8 yıldan daha aşağıya bir kesintisiz ilk eğitimi öngörmez. Bunu keşke 12 yıl yapsak. İmam Hatip okullarıyla ilgili katsayı tartışmalarında da, başka tartışmalarda da şunu söyledim 10-12 yaşındaki çocukların geleceğine ana-babası karar veriyor. Ailesinin İmam Hatip'e verdiği bir çocuk daha sonra kendisinde matematik ya da müzik kapasitesi görürse, neden o eğitimleri de almasın, kendini geliştirmesin? O çocuğa sen İmam Hatip'e gittin, orada kal demek kimin haddinedir? Tersine, bir çocuk kesintisiz, 8 yıllık eğitime devam eder ama tıpkı müzik yeteneğine sahip çocuğun o eğitimini ayrı bir kanalda veya eğitimine paralel konservatuar bünyesinde sürdürmesi gibi bir yandan da farklı bir kurumda din eğitimini sürdürür. Ben size tersini söyleyeyim: Niye İHL mezunları farklı üniversitelere gitmek istiyor?
Niye?
Çocukların talebi değil o liselere gitmek de onun için. Onlar da farklı mesleklerin insanı olmak istiyor. Ama aileler çocuklarını dinsel eğitime maruz bırakıyor. Hiç itirazım yok. Bu temel bir teorik sorundur ama bir noktada da da aşılamaz bir diriliğe sahiptir. Aile çocuğuna bir evreye kadar kendi dilediği eğitimi verir. Tamam. Ama ondan sonrasında çocuk ne istiyorsa onu yapar. Bu bakımdan da din eğitiminin genel eğitim bünyesinden çıkarılması şarttır. Bunlar bence kısır tartışmalar, Türkiye artık bu tartışmaları aşmalı. İlk ve uzun olması gereken kesintisiz eğitimin kısıtlanması boş bir çaba ve girişimdir. Eğitim meselesi din meselesinden ayrılarak tartışılabilmeli. Hatta din eğitimi konusunda daha ciddi adımlar atarak bu işi halletmesi lazım. Çocuklara din eğitimi vereceğim diye 4+4+4 gibi zorlamalara gidilmesine hiç gerek yok.
MUHALEFET ESKİ TÜRKİYE'DE KALDI
Muhalefet de sadece hayırcı...
Başka ne yapabilir ki? Çünkü bu tartışma eski Türkiye ile yeni Türkiye'nin tartışması. Türkiye artık yeni Türkiye. Ama muhalefet halen eski Türkiye'yi savunuyor. Eski Türkiye bitti, algılamadıkları o. Algılanması da zor bir olgu. Bu bir zihniyet dönüşümü meselesidir. Onu aşabilirlerse ancak katkıda bulunabilirler. Bugünkü Meclis performanslarına bakarak 2015 seçim sonuçlarını öngörmek zor değil. AK Parti, çok büyük hata ve patinaj yapmazsa o seçimi de, sonraki seçimi de alabilir. O yüzden Türkiye'nin demokratikleşmesinin anahtarı İslami kesimde ve muhafazakârlarda diyorum. Çünkü içinde olduğumuz dönüşümü gerçekleştirecek başka kaynak, kapasite yok.
Muhafazkârlık-değişim, İslam-modernlik. Laik kesimden bakan pek çok insan için bunlar bir arada olmayacak şeyler. Onları nasıl ikna edeceğiz?
Bence meseleyi böyle koymak yanlış. Muhafazakârlığın kendisi modern bir kavram. Modernitenin büyük ve devrimci hamleleri olmasaydı muhafazakârlık da olmayacaktı. Ama bugünkü dünyada muhafazakârlık ne anlama geliyor? Bu soruyu iyi irdelemek gerek. Ben yakın Türkiye tarihinin ak-kara mantığıyla irdelenmesine karşıyım. Düne kadar kurucu Cumhuriyet her şeyiyle doğru kabul ediliyordu, şimdi her şeyiyle yanlış kabul ediliyor. Her ikisi de sakıncalı bu önermelerin. Öyle değerlendirince Türkiye'de benim aktif modernleşme dediğim dönüşümü muhafazakârların gerçekleştirmesini nasıl açıklayacağız? Dönüşüm ve muhafazakârlık birbirini dışlayan karşıtlar değil. Aynı şekilde pasif modernleşmenin sahibi olan Cumhuriyetçi kadroların bugünkü muhafazakârlığının izahı nedir? Dolayısıyla buradaki sorun bence muhafazakarların dönüştürümcülüğü değil, Cumhuriyetçilerin muhafazakârlığı, hatta taassubu meselesi. Malum, taassup sözcüğünün Batı dillerindeki karşılığı fanatizmdir. Bunun arkasında da koca bir muhafazakarlık kuramı var.
1920'leri yeniden yaşıyoruz
Türkiye karmaşık bir toplum mu?
Karmaşık değil ama yeni bir kuruluş sürecinde olduğumuz için pek çok kavramı yeniden tartışma ve yerli yerine oturtmak durumundayız. Bir tür yeniden kuruluş döneminden geçiyoruz. Dindarlık meselesi Türkiye'nin önünde duran, çözülmesi gereken ana meselelerden birisidir. Aslında bu konular tartışmamız, üzerinde düşünmemiz gereken temel olgular. Aynı şekilde muhafazakârlığı da konuşmalıyız. Türkiye gibi bir toplumda muhafazakârlık ne demektir bunu tartışmak lazım. Yani muhafazakârların iktidarda olduğu son 10 senede acaba Türkiye muhafazakâr bir dönem mi geçiriyor? Türkiye'nin her şeyi var sadece muhafazakârı yok. Sosyolojik olarak herkesin sınıf atlama, bir üst kategoriye yerleşme tutkusu içinde olduğu toplumda muhafazakârlık olabilir mi? Türkiye aslında hem entelektüel kaynak hem de tartışma çeşitliliği bakımında sosyal bilimler için bir hazine. Ve dünyaya da örnek olacak modeller üretme şansına sahip.
Bu açıdan 1920'lere mi benziyor?
Evet. O dönem her şeyi pozitivizm ve tepeden inmeci modernlik içinde yaptık. Sonuçlarını gördük. Şimdi tam tersine kapmak ve demokrasiyi derinleştirme imkanına sahibiz. Burada en büyük şanssızlık AK Parti'nin tek başına olması.
AK PARTİ'Yİ BEKLEYEN TEHLİKE
Neden şanssızlık?
923 sonrasında CHP tek parti olarak otoriteryen bir model inşa etti. Yeni Türkiye kuruluş döneminde ve bunu AK Parti öncülüğünde yapıyor. AK Parti politik olarak yalnız. Oysa eğer muhalefet bu değişimin farkında olabilse idi, Türkiye'nin demokratikleşmesi daha hızlı ve sağlıklı olabilir. Ama olmuyor. Bu süreçte AK Parti'nin en büyük şansı bir taşıyıcı koalisyon olmasıdır. 1950 ve 83 de böyleydi. Bu tür büyük dönüşüm dönemlerinde akademik çevre, liberal ve sosyal demokratlar, özgürlükçüler iktidarda olan öz olarak katılmadıkları ideolojiye sahip partiyle bir koalisyon kurarlar. Bu başlangıçta AK Parti için de aynen böyleydi. Bence iktidar bu kesimlerle ilişkisini devam ettirmeli. Belki bu kesimlerin siyasal güçleri olmayabilir ama entelektüel güçleri ve etkileri dikkate almaya değer. Bunun son örneğini MİT krizinde gördük.
Nasıl?
MİT krizinde AK Parti'ye ve siyasete en büyük desteği kim verdi? Yukarda saydığım gruptaki yazar, çizerler, akademisyen insanlar. AK Parti'den zor bir şey istediğimi biliyorum ama dışarıdan, kanatlardan gelen bu katkıyı değerlendirmesi gerekir. AK Parti'nin tek parti pozisyonu vardır, bu tehlikeli bir durumdur. Ama bu AK Parti'nin tercihi değil, diğer partilerin siyaseti ve dünyayı okumalarındaki eksikliğin sonucudur. Bugün AK Parti'nin yapması gereken demokratik toplumsal konsensüsü sürdürmesidir. Bu onu bekleyen en önemli meseledir.
Murat Aksoy - Yeni Şafak
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.