Her etkin ve yetkin insan gibi, Hayrettin Hoca da alanına sadık kaldıkça, bildiklerini yaşayıp paylaştıkça, hakkaniyet ve meşruiyet sınırlarını ihlâl etmedikçe kendisine olan sevgi ve saygı artarak devam edecek, gönüllerde taht kuracak ve ışığı sönmeyecektir. Bu da yetmez, kendisinden ve eserlerinden istifade edildikçe, hazırda da gaipte de, Müslümanların hayır dualarına mazhar olacaktır. Sadaka-i cariyesi itibariyle ona uzanan mecrada sürekli olarak hayır ve hasenatlar akacaktır. Bunun böyle olduğu ve olacağını, kendileri bizden daha iyi biliyorlar. O halde, bu mecranın bulanmaması, hatta kirlenmemesine dikkat etmeleri elzemdir.
Dilek ve temennimiz budur...
Şimdi gelelim ne demek istediğime: Hayrettin Karaman Hocamız, 19.04.2012 tarihli Yeni Şafak gazetesinde, “Bölünmeye Giden Yol Kapatılmalı” serlevhalı yazısında âlimliğine ve aydın kimliğine hiç de yakıştıramadığım sözler sarf ediyor. İşte bu yazı, “Bin bilsen de bir bilene sor/danış” sözündeki irfanîliği hatırlattı. Yani, kendileri ne kadar âlim de olsa, bence bu tür netameli yazıları neşretmezden önce, bir kaç kişiye okutmasında fayda vardır diye düşünüyorum. Ama belli ki sorma ihtiyacı duymamış; “Ben yaptım, oldu”ya getirmiş. Dolayısıyla kendisinin de muhtaç-ı irşad olduğu bu yazısından anlaşılmış oluyor. Kendimi o noktada gördüğüm zehabına kapılmasın, asla, hiç te öyle bir niyetim yok! Ancak, bir müslüman olarak ikaz hakkımın olduğu inancındayım. Zira saygıda kusur etmemek şartıyla, eleştirimizi de, dokunma hakkımızı da kullanabilmeliyiz diye düşünüyorum. Erişilmez, ulaşılmaz, dokunulmaz diye bir itikadın da zaten İslâmî altyapısı yoktur...
Hoca Efendi, söz konusu yazısında, her ne kadar İslâmî-Fıkhî bazı referanslara başvurmuş ise de, muhteva itibariyle İslâmî özden ve hassasiyetten yoksun, tamamen millî-makyavelist histerilerle söylenmiş bir fetvayı referans aldığı için gayet yanlış yapmıştır. Niyet okuduğum zannedilmesin, açıklayacağım. Gerçekten örümcek ağı gibi zayıf bir fetva ve ne yazık ki Hoca Efendi de bu zayıf fetvaya takılıvermiş durumda. Nasıl mı?
Hoca Efendi, yazısına –kaynağı belirsiz– bir “kundakçı” hikâyesiyle başlamış. Hikâyede son derece saf, hatta aptal denilebilecek bir ev sahibinden bahsediyor. Bu adam tam üç kez aynı kundakçının oyununa gelmiş ve nihayette tuzağa düşerek onun eliyle evini yaktırıyor. Hikâye temiz bir niyetle aktarılmış olabilir, ama bir âlim olarak bu hikâyeyi sıçrama tahtası olarak kullanıp varmak istediği sonuç aynı temiz niyete sahip değildir. Delil-medlul ilişkisinden hareket edersek, bahsi geçen hikâye ile varmak istediği sonuç ilişkisini kurmak son derece zor. Çünkü hikâyenin ana konusu saflık ve ferasetsizlik numunesi bir ev sahibi ile onun evini yakmaya kastetmiş entrikacı bir kundakçı... Ancak sonrasında anlatılanlar ise “Irak’ın bölünmemesi gerektiği”ne dair Abdülkerim Zeydan’ın bir fetvası. Şimdi, İslâm ümmetini o budala ev sahibi göstermek, Irak’ın bölünmesine kasteden Iraklı Kürtleri o kundakçı yerine koymak ne kadar mantıklı, ne kadar ilmî, ne kadar insanî ve ne kadar İslamî bir örnekleme şeklidir? Soruyorum.
Hikâyeden hareketle, “Ey Müslümanlar uyanık olun! Oyunlara gelmeyin!...” mesajını verebilirsiniz, ama olmayan bir “ümmet”i ve olmayan bir “vahdet”i nasıl harekete geçirebilirsiniz ki?! Dolayısıyla bu paralelde verilmiş bir fetva ne kadar sağlıklı ve ne kadar doğru bir fetva olabilir? Tek tek şahıslar için belki ders verici ve uyarıcı nitelikte olan söz konusu menkıbe, şirazesi dağılmış ve ulus devletlerin dar sınırları içine hapsolmuş bir Müslümanlar topluluğu için nasıl bir örnek olarak sunulur ki?
Hoca Efendi, asgari eğitim düzeylerini az-çok tahmin ettiği kendi okuyucularının karşısına nasıl olur da böyle saftirikçe bir hikâyeyle çıkıyor? Ve nasıl olur da bu hikâye ile Abdülkerim Zeydan’ın fetvası arasında bir münasebet kuruyor. Hikâyede bahsi geçen ev sahibinin kişiliği ile “Mü’minin ferasetinden korkunuz, zira o Allah’ın nuruyla bakar” hadisindeki mü’minin kişiliği nasıl bir olabilir? “Bir mü’min aynı delikten kendini iki defa yılana ısırtmaz” diyen Peygamber, asgari bir mü’minin ferasetine dikkat çekerken, kendini üç defa, üstelik aynı kundakçının tuzağına düşürten bir budalayla kıyaslamak ne kadar doğru olabilir? Böyleleri için “Kendi rızasıyla zarara girene merhamet edilmez” hadisi ile “Kendi düşen ağlamaz” sözü en güzel tercüman değil mi? Dolayısıyla söz konusu hikâyedeki adamın durumu ile genel anlamda Müslümanların konumu arasında doğrudan bir ilişki kurmak, eskilerin deyimiyle “Kıyas-ı maalfarık”tır. Doru bir örnekleme şekli değildir.
Bununla beraber, Sayın Karaman’ın Abdülkerim Zeydan’dan naklettiği, ancak belli ki kendisinin de iştirak ettiği fetva, tamamen ırkî ve ulusal kaygılarla verilmiş bir fetvayı andırıyor. Zira Kürdistan Federe bölge yönetimini “Kundakçı” göstermek ne kadar netameli bir yaklaşım ise, aynı yönetimi “Tefrikacı” göstermek de bir o kadar netamelidir. Zira Abdülkerim Zeydan’a bu fetvayı verdiren saik, Kerkük’ün statüsüdür. Kerkük’ü önemli kılan ise zengin petrol rezervidir. Şehrin Kürdistan Federe bölge yönetimine bağlanması teşebbüsleri bütün Arap ulusalcıları gibi Sayın İslam Hukukçusu Abdülkerim Zeydan’ı da endişelendirmiş olacak ki böyle bir fetvaya teşebbüs ediyor. Böyle bir girişimin tefrika ve büyük günahlardan olduğunu ve dolayısıyla müteşebbis tarafın cezalandırılması lazım geldiğini öneriyor. Allah aşkına, Kerkük Irak’ın güneyinde iken ümmetin malı mıydı? Kuzeye geçerse ümmetin elinden mi çıkacak? Bu güne kadar Kerkük petrolleriyle İslam dini ve Müslümanlar ihya ediliyordu da, şimdi mi bu ihya ihanete dönüştü? Peki, Kürtler bu ümmetin bir parçası değil mi? Yoksa siz Kürtleri Müslüman kabul etmiyor musunuz? Bu sorular, özellikle Hayrettin Karaman Bey’edir.
Karaman Hoca, çok iyi biliyor ki Kürtler tâ Hz. Ömer’in hilafetinden beri Müslüman’dırlar. Bu gün de Müslüman’dırlar. Yarın da Müslüman kalacaklardır. Bu gün sapıtanların da en büyük müsebbiplerinden biri bu kabil dini referansların insanî hak ve taleplerine karşı menfice kullanılmasından doğmuştur. “Kendi nefsiniz için sevdiğiniz bir şeyi, mü’min kardeşiniz için de istemedikçe iman etmiş olamazsınız!” diyen Peygamber, acaba ne demek istiyor. Peygamberin bu buyruğu anlaşıldı mı? Anlaşıldıysa uygulandı mı? Kürtler söz konusu olduğunda neden “İslâm’ın paylaşımcılığı” unutuluyor? Neden “Ensar-Muhacirîn” ilişkisinden doğan İslâmî mesaj gözardı ediliyor. Neden sahabelerin “Îsar” hasleti unutuluyor. Neden “Mü’minler kardeştir” hükmü rafa kaldırılıyor? Neden “Mü’minler, aralarına kurşun damıtılmış bir binanın taşlarıdır” gerçeği görmezlikten geliniyor? Neden “Hılfu’l-Füdul”un peygamberi boyutu yok sayılıyor? Ve neden, neden, neden?... Yoksa bu hakikatlere iman yerine sırf kitleleri etkilemek için birer edebî argüman olarak mı bakılıyor? Maalesef, Kürtler söz konusu olunca durum aynen öyledir.
Ortadoğu’da Türkler, Kürtler, Araplar ve Farslar 4 önemli Müslüman topluluktur. Ortadoğu’nun sulh ve selameti bu toplulukların birlikte ve kardeşçe yaşamalarına bağlıdır. Kardeşliğe kundak sokanlar kavmiyetçi ve misak-ı millici anlayışlardır. Kerkük’te Kürtler, Türkmenler ve Araplar birlikte ve uyum içerisinde yaşıyorlar. Şu haliyle, petrol gelirlerinden en adil şekilde –Irak tarihinde görülmemiş kadar– yararlanıyorlar. Abdülkerim Zeydan’ın fetvasına göre, Kerkük’ün merkezi yönetimin insiyatifine bırakılması yönündeki fetvası, bilerek ya da bilmeyerek petrol gelirlerinden halkı mahrum etme yönündedir. Şu anda Irak’ın Şiî propagandistleri de Abdülkerim Zeydan paralelinde fetvalar vermektedir. Onlar da Kerkük’ün Irak merkezî yönetimine terkini istiyorlar. Esasta millî ve mezhebi menfaatlerini önceleyen bu kesimler, ne hikmetse her sıkıştıklarına İslamî referanslara başvururlar. Hak bir vesileyle batıl bir maksadı takip ederler. Gökteki güneşi yerdeki cam parçacıklarındaki ışıkçıklara feda ederler. Abdülkerim Zeydan’ın fetvası da bunun bir benzeridir.
Şöyle bir hafıza yenileyelim: 1988’de Irak’ın Kuzeyinde Kürtlere karşı girişilen sözde Enfal operasyonlarıyla 10 binlerce Kürt kimyasal silahlarla katledilirken bu yaman fetvacılarımız neredeydiler? Neden Saddam ve ona destek veren Arap yöneticilerini kınayan fetvalar yayınlamadılar? Tam tersine, petrolperestler, petrol varillerinin yanı başında dolarlarını sayarlarken, kapıkulu ulemaları ise katledilenlerin “baği/asi” olduklarını ve dolayısıyla katledilmelerinin yerinde ve isabetli olduklarına dair batıl fetvalar yayınladılar. Diğer taraftan, bu gün dahi kendi arasında halen kanlı-bıçaklı olan bir Irak’ın ne meşruiyeti var ki, Kerkük’ün statüsünün oraya eklenmesi talep ediliyor. Her gün onlarca insanın boğazlandığı, parçalandığı ve alabildiğince mezhebi taassupların labirentine girmiş emniyetsiz bir ülkede hangi “bütünlük” bahsediliyor? Abdülkerim Zeydan ve onun şahsında nakilcilik yapan Karaman Hocamız, İslâmî hassasiyetlerini varsın önce dökülen bu kanların nameşruluğu üzerinde göstersinler; bu doğrultuda Müslümanları uyarıcı fetvalar yayınlasınlar! Kur’an’ın, "Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur" (Maide Sûresi: 32) ayeti bilinmiyor mu yoksa?
Yukarıdaki açıklamalardan şu sonuca varabiliriz: Aslında en büyük “kundak”, ırkçılık, mezhepçilik, sınırperestliktir. Aynı şekilde en büyük “kundakçı” da, ırkçı, mezhepçi ve misak-ı millicilerdir. Beynelmilel emperyalizmin dayatmasıyla parsellenmiş bir İslâm coğrafyası meşru değildir. İnançta tevhidi öngören İslâm, pratikte Müslümanların vahdetini ve İttihad-ı İslâm’ı şart koşar. Elli eyaleti bir arada tutan gayr-i İslamî ideolojiler göz önünde iken, bütün cihanı kucaklayacak enginlikte ve donanımda olan İslam’ın, İslam coğrafyasını ve ümmetini bir arada tutamaması söz konusu olamaz. Bu gün yaşanılanlar olumsuzluklar, İslam’ın değil, Müslümanların sorunudur. Önce kendimizi düzeltmeliyiz. Milliyetçi-mezhepçi histerilerden sıyrılmış bir arınmayla özümüze dönebilmeliyiz.
Hayrettin Hocamızın yazısı içinde geçen “Bizde bazı ‘insan hak ve hürriyetleri’ havarileri de “federalizm dâhil her şey konuşulabilir’ gibi laflar ediyorlar da, o hikâyeyi ve bu fetvayı bir katkı olur diye naklettim” ifadesi, aslında kendi duruşunu da ele vermektedir. Yani dinî ve fıtrî referanslar yerine, millî hislerle bu yazıyı yazdığını açıkça belirtiyor. Hoca, bu yazısıyla ümmeti değil, hükümeti ve hükümet gibi düşünenleri uyarıyor; kendisince İslâmî argümanlar kullanarak siyasî blokajlar ikame ediyor. Başka bir ifadeyle, Kürt sorununun çözümüne ilişkin geliştirilen yapıcı ve arabulucu teşebbüsleri batıl fetvalarla sabote etmeye çalışıyor. Maalesef, bir kısım milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ederlerken, bir kısmı da halen sentezci bir muhtevaya sahiptirler. Nur ile zulmeti, şirk ile tevhidi, bal ile zehiri birlikte barındırıyorlar. “Muzebzebine beyne zalik” kaziyesince, hem nalına hem mıhına vurmayı tercih ediyorlar. Yani nabza göre şerbet içiriyorlar. Yerine ve kişilere göre bazen Nur, bazen de zulmeti gösteriyorlar...
Sözün özü, sömürü ve Siyonizm’in hizmetine girmiş bilim ne kadar tehlikeli ise, ulusalcılığın-ırkçılığın ve mezhepçiliğin hizmetine giren ilim ve âlimler de bir o kadar tehlikelidir. Tavsiyemiz, âlimlerimiz kalemlerini hiç bir vakit, hiç bir beşerî ideoloji ve felsefenin lehinde ve emrinde kullanmamalıdır, kiralatmamalıdır. Onlar her zaman tarafsız olmalıdırlar; hakkaniyetlerini korumalıdırlar. Hiç bir beşerî klik ve taassubun propagandacısı olmamalıdırlar. Onların derdi ve davası sadece “hak” ve “hakkaniyet” olmalıdır. İslâm’ın kesinkes yasakladığı cahiliye törelerine asla tevessül ve iltifat etmemelidirler. Peygamberin varisi olan ulemamız, peygamberane bir inanç ve amelin sahibi olmalıdır. Zira “veraset”ten kasıt mal değil, ilim ve ameldir.
Abdullah Can
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.