Diyarbakır’dan döneli bir kaç gün oldu, ama omuzlarımda asılı olan ağırlığı hala hissediyorum. Diyarbakır'a gitmek bir tatil gezisi olmuş olsaydı, bu tarihi ve bir zamanlar kozmopolit olan kenti dolaşmak, eski dost ve arkadaşlarla görüşmek, çok hoş ve ilginç olurdu. Ama bu ziyaret, bundan önceki iki ziyarette de olduğu gibi, Diyarbakır mahkemelerine İsveç PEN kulübü adına gözlemci olarak duruşmalara katılmak içindi. Bu kez de yazar, avukat ve İsveç PEN onursal üyesi, Muharrem Erbey’in duruşmasına katılmak üzere yazar arkadaşım Maria Modig ile Diyarbakır’a gitmiştik. Maria Modig ile beraber bundan iki yıl önce yazar Mehmet Güler ve yayıncı Ragıp Zarakolu davalarını takip etmek ve duruşmalarına katılmak üzere İstanbul’a gitmiştik.
20 Eylül sabahı, saat dokuzda uçağımız Diyarbakır havaalanı’na yumuşak bir gümbürtüyle iniverdi. Gece boyunca uyumamıştık buna rağmen ikimiz de yorgun değildik. Yağmurlu ve güneşsiz geçirdiğimiz İsveç yazını anımsarken, bizi karşılayan ülkenin sıcacık sabah ışınları mucizeviydi ve içimizi ısıttı. Hem uçakta hem de indikten sonra birkaç tanıdık yüzle karşılaştım. Diyarbakır havaalanındaki tek şerit etrafında valizlerimizi almak üzere beklerken, gözlerim hemen yanı başımızdaki avukat Eren Keskin ile Avrupa eski parlamenteri Feleknas Uca’ya ilişti. Feleknas Uca’yla yıllar önce tanışıyorum. Hal hatır sorduktan sonra, birbirimize gazeteci ve yazar Musa Anter’in bundan yirmi yıl önce, 20 Eylül 1992 tarihinde Diyarbakır’da öldürüldüğünü hatırlattık. Musa Anter’in, Stilîlê (Akarsu) beldesinde, mezarı başında anılacağından haberim vardı, ama aynı zamanda Diyarbakır’da, öldürüldüğü sokakta da anılacağından bihaberdim.
Doksanlı yılların başında, 1990 ve 1994 yılları arasında jitem ve derin devlet tarafından gelişigüzel binlerce Kürt öldürüldü. Gençler, yaşlılar, bürokratlar, işadamları, siyasetçiler, gazeteciler ve yazarlar sokaklarda ve meydanlarda pervasızca öldürüldü. Ben şahsen bu katillerin kurbanı olan bir düzine insanı tanıyordum. Yıllarca görüşemediğim ve çok özlediğim kardeşim Brûsk ile DEP milletvekilli ve bacanağım Mehmet Sincar da onlardan sadece ikisiydi. Tabii otuz yılı aşkın bir süredir tanıdığım apê Musa da... O, Diyarbakır'da canice öldürüldüğünde yetmiş beş yaşındaydı. Bu şehirde, kendi anadiliyle savunma hakkı elinden alınan, neredeyse üç yıldır yargısız bir şekilde cezaevinde yatan bir yazarın ve seçilmiş insanların duruşmasına katılmak için bulunuyorken, aynı zamanda bundan yirmi yıl önce öldürülen ve bir zamanların Türkiye’sinde sadece Kürtçe bir şiir yazdığı için yargılanmadan infazı istenen, ak saçlı bir bilgenin de anma günündeydik.
Valizlerimizi alıp adımızın yazılı olduğu kağıdı elinde tutan rehberimiz Bahar’a doğru yürüdük. Valizlerimizi bagaja yerleştirip otele doğru yol almak üzereyken, önde oturan rehbere otele gitmeden önce Musa Anter’in öldürüldüğü sokağa gitmek istediğimizi rica ettim. Sakin ve az konuşan şoförümüz Musa Anter’in anısına dikilen anıta doğru sürdü. Ben hemen iPadımı çıkarıp, bir söyleşi için 1989 yılında Musa Anter’le çektiğim bir fotoğrafı yanımda oturan Maria’ya gösterirken, kendimi hem hüzünlü hem de gururlu hissettim. Fotoğraf, Suriye sınırındaki antik adı Nisibis olan Nusaybin’de çekilmişti. Maria, ”Ne kadar yakışıklı bir adam” dedi ve içini çekti. Bana daha da dokundu ve gözyaşlarımı tutmak için kendimi zor tuttum. Musa Anter’in bundan yirmi yıl önce kör kurşunlara kurban gittiği Seyrantepe’ye vardığımızda saat onu bulmuştu. Arabadan iner inmez, İsveç’te uzun yıllar kalan ve şimdilerde Batman’a yerleşen Musa Anter’in oğlu Dicle’yle karşılaştık. Hemen İsveççe konuşmaya başladık. Kısa bir süre sonra Dicle’nin kızı ve oğlu da geldi. Her ikisi de hala İsveç’te oturuyorlar, büyükbabalarının yirminci yıl dönümünde bulunmak için birkaç günlüğüne babalarına misafir olarak gelmişlerdi. Maria iki gençle İsveççe konuşmaya başladı, ben de daha önce tanıdığım birkaç kişiyle sohbet etmeye başladım. Kısa bir süre içinde Musa Anter’in öldürüldüğü sokağın başında yüzlerce kişi toplanıverdi. Bunlar hayranları, yakınları, gazeteciler, politikacılar, parlamenterler ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’di. BDP Milletvekilli Gülten Kışanak, Musa Anter’in anıtı önünde politik bir konuşma yaptıktan sonra, kalabalık Musa Anter’in vurulduğu yere doğru yürümeye başladı. Birbirlerini ite kalka ön sıralara geçmek isteyen kalabalık arasında şair Hicri İzgören kolumdan tuttu ve Maria’yla birlikte ön sıraya geçmemizi istedi. Fakat biz yerimizden memnunduk, Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’le beraber yürüyorduk. Rakel hanımla Türkiye’nin mevcut durumu ve geleceği hakkında sohbet edip görüşlerimizi belirtiyorduk. Diyarbakır’da ve diğer Kürt şehirlerinde öldürülen binlerce insanı andık. Şiddeti reddeden, hep diyalog ve barıştan yana tavır takınan Musa Anter hakkında konuştuk. Önümüzde ve arkamızda onlarca kişi ellerinde çerçeveli fotoğraflarla yürüyordu. Bu fotoğraflar Musa Anter’in öldürüldüğü dönemde yaşamlarını yitiren kişilere aitti ve yakınları bu fotoğrafları taşıyordu. Hepsi de gencecik insanlardı. Bir kısmı gazeteciydi ya da gazete satan çocuklardı.
Bundan yirmi yıl önce, Kürtçe konuşan, Musa Anter’e dost olarak yaklaşan bir itirafçı, bu sokakta yürümüş ve sokağın sonunda Anter’i kurşun yağmuruna tutmuştu. Elimizdeki kırmızı karanfilleri Musa Anter’in vurulduğu yere bırakınca, orada bir yığın karanfilin birikmiş olduğunu fark ettik. Ben o karanfil piramidinin önünde dikildim, ellerimi kenetledim, başımı önüme eğdim ve bir süre gözlerimi kapattım. Sanki kapanmış gözlerimde bir ışık yandı, Musa Anter güller arasında canlandı, beyaz bulutlarla sarılmış bir halde usulca göklere uzandı. Muhtemelen sadece benim hayalimdi, ama memlekette, sevdiklerimin mezarlarını ziyaret ettiğimde hep aynı duyguyu yaşıyorum.
Az önce Musa Anter’in öldürüldüğü yere akın eden kalabalık, kısa bir süre içinde dağıldı ve şehrin geriye kalan nüfusu ile karıştı. Biz de yoğun programımıza yetişmek için hemen otele gittik. Diyarbakır’da, ülkede olup bitenler hakkında bir fikir edinmek için önce Sur Belediyesi’ni, sonra da İnsan Hakları Derneği başkanı Raci Bilici’yi ve BDP Diyarbakır başkanı Zubeyda Zümrüt’ü ziyaret ettik. Hepsi de durum hakkında kara bir tablo çizdiler ve örgütlerine, örgüt üyelerine karşı artan baskı konusunda endişelerini dile getirdiler.
Ertesi gün, sabah saat dokuz civarında onursal üyemiz Muharrem Erbey ve arkadaşlarının duruşmasını izlemek üzere mahkemeye gittik. Yabancı delegasyonu içeri alıp almayacaklarına dair hiç bir bilgimiz yoktu. Mahkeme binasına yaklaştığımızda, Maria’nın kulağına eğilip polisle göz göze gelmekten kaçınmasını fısıldadım. Dik ve güvenli adımlarla mahkeme avlusundan içeri girmek üzereyken sivil polisler tarafından durdurulduk. Pasaportlarımızı gösterdikten ve üzerimiz arandıktan sonra içeri girmemize izin verildi. Başka bir polis kontrolünden sonra, duruşma salonuna girdik ve ön sıralarda, ziyaretçiler bölümünde yerimizi aldık. Büyük salonda yaklaşık seksen tutuklunun etrafı polis ve asker tarafından sarılmıştı. Duruşma henüz başlamamıştı ve tüm tutuklular, kadın erkek, asker ve polis eşliğinde, büyük salonun ortasında ayakta duruyorlardı. Tutuklular, mahkeme salonunda yakınlarıyla temas ararken, kimi eşini, kimi dostunu, kimi çocuklarını gördü. Aralarındaki iletişim aracı olarak el sallamaları, bağrışmalar, jest ve mimiklerdi. Bizde Erbey’le aynı biçimde iletişim kurduk. İsveç PEN’in duruşmada hazır bulunduğunu görünce derin şükranlarını ifade etti ve kendisini yalnız bırakmamak için ona İsveç’ten mektup yazan PEN üyelerine içten selamlarını iletmemizi rica etti. Ayrıca yazmakta olduğu romanda epey ilerlediğini ve üç yüz sayfaya geldiğini söyledi. Yorgundu, ama dışarıdan aldığı destekten dolayı mutlu görünüyordu. Onun hemen yanı başında Diyarbakır Yenişehir eski Belediye Başkanı Fırat Anlı duruyordu. O da bize el salladı. Aynı biçimde karşılık verdik. Fırat Anlı ile daha önce tanışıyordum, bizi Stockholm’de ziyaret etmişti, onu Diyarbakır’daki makamında ziyaret etmiştim. O da Muharrem Erbey gibi avukattı. Öğleden önce Muharrem Erbey’in eşiyle bir aradaydık, o öğretmendi ve öğleden sonra öğrencilerine dönmek zorundaydı, öğleden sonra da Fırat Anlı’nın doktor eşiyle bir araya geldik.
Bir ara Fırat Anlı’nın eşine mahkumların bu kez serbest bırakılacağı hakkında ne düşündüğünü sordum. O sadece hayır anlamında başını salladı ve karamsarlık içinde, bakışlarını rehine olarak görevlilerin arasında ayakta duran gruba çevirerek gözyaşlarına hakim olamaya çalıştı.
Tutukluların yakınları adalet sistemine olan güvenlerini yitirmişlerdi artık. Biz de birkaç saat boyunca devam eden ve hiçbir sonuç vermeyen duruşmayı izlerken umutlarımızı kaybetmeye başladık. Bu duruşmanın da daha önce iki kez katıldığım duruşmalardan hiç bir farkı yoktu. Sanıklar kendilerine yöneltilen suçlamalara karşı kendi ana dilleriyle savunmalarını yapmak istiyorlar ancak hakim buna izin vermiyor ve sanıkların mikrofonları hemen kapatılıyordu. Türkiye’de Kürtçe yayın yapan televizyonlar, yayınevleri, üniversitelerde Kürtçe bölümler ve okullarda Kürtçe artık seçmeli ders olduğu halde Türkiye mahkemelerindeki Kürtçe yasağı mantıksızlığı aşıyor.
Duruşma tam bir tiyatroydu, bir kişiden ibaret bir monolog. Sanıklar kendilerini kendi ana dilleriyle savunamadıkları için sus pus olmak zorunda kalıyorlardı. Kocaman salonda, elinde bir demet kağıtla kendi kendine konuşan sahnede bir hakim vardı. Hakimin bu tavrı, Kürtçeye karşı saygısızlığı, bazı savunma avukatlarını çileden çıkardı. Savunma avukatları tarafından ard arda yapılan siyasi ağırlıklı, entelektüel düzeyi yüksek öfkeli konuşmalar salona hakim olurken, kocaman koltuğunda oturan hakim bir yumruk kadar kaldı ve koltuğunda adeta çöktü. Bir sonuç vermeyen anlamsız duruşma akşamın geç saatlerine kadar devam etti ve mahkumlar tanklar eşliğinde cezaevine geri gönderildi. 1 Ekim’e ertelenmiş olan duruşmanın Ekim’in 19’una kadar devam etmesi bekleniyor.*
Biz cezaevinde Muharrem Erbey’i ziyaret etmek için izin alamayacağımızı anlayınca, Nobel Edebiyat ödüllü yazarımız Tomas Tranströmer’in imzalı bir kitabı ile yazar Elisabeth Olin’in Muharrem Erbey’e gönderdiği kartpostalı kendisine vermek üzere avukatına teslim ettik. Diyarbakır’a gitmeden bir gün önce Elisabeth Olin ile beraber Tomas Tranströmer ve eşi Monica’yı ziyarete gitmiştik. Tomas Tranströmer’in Gürhan Uçkan tarafından Türkçeye çevrilmiş olan bir şiir kitabını Muharrem için imzalattık. Selam ve desteklerini götürdük.
Daha sonra uzun, anlamsız, sinir bozucu duruşma sonunda dinlenmek için otele gittik. Otele varır varmaz Muharrem’in eşi Burçin Hanım bizi aradı, çocukların bizimle görüşmek istediklerini söyledi ve akşam yemeğinde bir araya gelmemizi önerdi. Teklifini kabul ettik ve kısa bir süre sonra çocuklarıyla beraber bizi otelden aldı. Şehrin biraz dışında olan, kutsal kitaplarda adı geçen Dicle Nehrinin yanında bir tepenin üzerinde kurulmuş olan, Erdebil Köşküne gittik. Açık teraslı, harika bir restoran. Ağzına kadar doluydu. Sanki bugün Diyarbakır mahkemelerinde yargılanan yüzü aşkın Kürt politikacıların duruşmasından habersiz, az öncü mahkemede yasak olan Kürtçe, canlı müzik eşliğinde sohbete ve muhabbete dalmış Diyarbakır sakinleri. Sağımıza solumuza koşuşturan garson yardımıyla nehir manzaralı bir masaya oturduk. Maria, iphonuyla Muharrem’in çocuklarına kendi torunlarının fotoğraflarını göstererek onları eğlendirmek istiyordu. Van kedilerini anımsatan gözleri iki farklı renkte olan bir kedinin resmini de gösterdi. Çocuklar Maria’yla rahat ve mutlu görünüyorlardı.
Bu iki çocuk son üç yıldır babalarından ayrı yaşamaya zorlanmışlar. Aynı şehirde yaşıyor olmalarına rağmen, babalarıyla görüşemiyorlar. Babaları kendi ana diliyle savunma hakkı elinden alınmış, daha önce insan hakları savunucusu olarak yardım ettiği insanlar gibi zindana atılmıştı. Bundan üç yıl önce, bir şafak vakti, polisler evlerini basıp babalarını alıp götürdüğünde, Rober üç yaşında, ağabeyi Robin de yedi yaşındaydı. O gün bugündür babalarının serbest bırakılacağı umuduyla, ondan ayrı yaşamaktalar. Babasını serbest bırakmak için Diyarbakır’a geldiğimize inanan Rober boynu bükük bir biçimde bana, “Bu sefer babamı serbest bırakacaksınız değil mi?” diye soruyor. Ben de onu biraz olsun teselli etmek için, “Evet Rober, baban kısa bir süre içinde serbest kalacak ve tekrar bir arada olacaksınız” diyorum. Aslında babasının ve KCK adı altında tutuklu bulunan binlerce insanın ne zaman serbest bırakılacağı konusunda ne ben, ne anneleri, ne Maria ne de savunma avukatları biliyor. Neler olup bittiğini, gerçek anlamda, bu oyunu sahneye koyan sadece yüksek düzeydeki siyasi mimarlar biliyor.
Gecikmiş akşam yemeğinden sonra, yorgun çocuklar sandalyelerinde uyuyakalınca, hesap ödeyip otelimize döndük.
Ertesi gün İsveç PEN kulübü adına Gazeteciler Cemiyeti’nde bir basın toplantısı düzenlemeyi kararlaştırmıştık. Ayrıca onur üyemiz Muharrem Erbey’in serbest bırakılması için Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e bir mektup yazmayı ve duruşmayla ilgili bir basın bildirisini kaleme almayı planlıyorduk. Yazar arkadaşım Maria Modig’le birlikte hemen Adalet Bakanı’na İngilizce bir mektup ile bir basın bildirisi yazdık. Basın toplantısına yerel ve ulusal basından bir düzineden fazla gazeteci gelmişti. Maria Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e yazdığımız mektuptan bölümler okudu, ben de konferansı Kürtçe yönetip devam ettim. Bahar Yıldırım da Kürtçeden Türkçeye çeviri yaptı. Türkçe de biliyorum, ama mahkemelerde kendilerini ana dilleriyle savunamayan insanlarla dayanışma göstermek için Kürtçe konuşmayı tercih ettim. Konuşmamı düşünce ve basın özgürlüğüyle sınırlandırıp PEN tüzüğü çerçevesinde yaptım.
Haber aynı akşam internete düşmüştü. Konuşmamdan alıntı alınarak böyle bir başlık atılmıştı: “KCK Ana Davası’na ilişkin gözlemlerini paylaşan İsveç PEN Üyesi Fırat Ceweri, ‘32 yıl önce Türkiye'de Kürtçe konuşamadığım için ayrıldım. 32 yıl sonra da aynı şekilde Kürtçenin konuşulmaması çok üzücü bir durum’ şeklinde haberi vermişlerdi. Haberin başlığı beni çok duygulandırdı. Bir insanın ana dilini yasaklamak kadar aşağılayıcı bir şey yoktur. Kürtlere yapılan bu hakaretten dolayı utandım, yerin dibine girdim.
Pazar günü Maria, Kürt yazar Mehmed Uzun’un mezarını ziyaret edecekti ben de Musa Anter’in mezarını ve kendi adına müzeye dönüştürülmüş olan evini ziyaret etmek için Mardin’in Stilîlê beldesine gittim. Bir yazar evini müzeye dönüştürmek Türkiye’de pek yaygın bir şey değildir. Musa Anter’in bütün ailesi İsveç’te yaşadıkları için bu fikri İsveç’ten almış olabilirler. Şu an müze olan Musa Anter’in evinin eşiğinden adımımı attığımda, bundan otuz dört yıl önceki duyguyu yaşadım. 1978 yılında iki arkadaşımla birlikte Musa Anter’in evini ziyaret ettiğimde gençtik ve dünyayı değiştirebilecek güçte olduğumuzu düşünüyorduk.
Akşam üzeri doktor dostum Azad’ın arabasıyla Mardin’den Diyarbakır’a dönünce Türk askerleri ile PKK gerillaları arasında çıkabilecek bir çatışmanın ortasına düşmemek için çok dikkatli sürdük. Türkiye ile Suriye arasındaki siyasi gerginlik bölgeyi daha da gergin bir duruma sokmuştu. Bir zamanlar Medeniyetin beşiği olan, peygamberlerin karış karış dolaştığı ve vaaz verdiği Mezopotamya, çatışmaların bitmediği, sonsuz savaşların risk alanı haline gelmişti.
Pazartesi günü ülkeyi terk edip İsveç’e dönünce kafamızda bir sürü soru ile döndük.
Şimdi, sonbaharın dökülen titrek yaprakları arasında yürürken, kafamda bir yığın soru dolaşıyor. Öncelikle bana Kafka'nın Josef K’sını anımsatan Diyarbakır mahkemelerinde yargılanan Muharrem Erbey ve arkadaşlarının sürrealist durumunu düşünüyorum. Sonra, Diyarbakır gezisi için ara vermek zorunda kaldığım romanıma dönüyorum. Orada karakterlerimle karşılaşıyorum ve onlarla ansızın yüksek sesle konuşmaya başlıyorum. Bir an olsun gerçek dünyadan uzaklaşıp kendimi edebiyatın hayal dünyasında buluyorum. Ancak kendimi orada rahat ve huzurlu hissedebiliyorum.
Fırat Ceweri
Stockholm
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.