• BIST 9367.77
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 6 °C
  • Diyarbakır 6 °C
  • Ankara 12 °C
  • İzmir 16 °C
  • Berlin 2 °C

İnsanın direndiği noktada şiir de insan adına direnmek zorunda…

İnsanın direndiği noktada şiir de insan adına direnmek zorunda…
Şair-yazar Yılmaz Odabaşı ile ilkehaber adına ilgiyle okuyacağınıza inandığımız bir söyleşi yaptık.

Söyleşi: Fehim Işık – Mehmet Poyraz

Uzan zaman önce şair-yazar Yılmaz Odabaşı ile ilkehaber adına söyleşi yapmak için sözleşmiştik. Odabaşı’nın Amerika’ya gitmesi, yeni kitap çalışmaları randevumuzu geciktirdi. Bu arada Odabaşı’nın basınla görüşmeme yaklaşımını da biliyorduk. İlkehaber’e özel bir önem atfeden Odabaşı, bizi kırmadı, sözünü yerine getirdi.

Odabaşı ile evinde konuştuk. İyi bir konukseverlikle başlayan söyleşimiz, gün boyu sürdü. Uzun söyleşiyi çözmek, en zor olanı ise kısaltmak, o kadar kolay olmadı. Uzun söyleşinin neresini özetleyeceğimizi veya çıkaracağımızı bilemedik. Çünkü her bir sözcüğün ayrı bir önemi vardı. Her bir sözcük, yaşanan döneme, şiire, edebiyata ışık tutuyordu.

Odabaşı ile konuştuklarımız, yazarımızın bundan sonraki çalışmalarına da ışık tutuyor. Söyleşiyi ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz. 

Yılmaz Odabaşı’na şair kimliği ile sormak istiyoruz. Şiirin, daha geniş biçimiyle kitapların dijital dünyada erezyona uğradığı bilinen bir şey. Başka bir röportajınızda Fransa’dan örnek veriyordunuz. Orada şairlere çok önem verildiğini ancak kitaplarının satmadığını söylüyordunuz. Türkiye'deki durum tam olarak nasıl?

Modern dünya, beraberinde bir yaşam üslubu da getirdi. Modern dünyada insanın kendine daha boyutlu yabancılaşması da söz konusu... Turgut Uyar yıllar önce şöyle bir şey demişti; “Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır.” Ben şunu kabul etmek istemiyorum; şiir bitmiştir çünkü, insan bitmiştir. Ama bunu söylememize ramak kaldı, diye düşünüyorum. Gördüğüm şu ki, modern dünyanın, medyanın, büyük endüstri şirketlerinin bütün kuşatmasına, hayatımızın her yerine çökmüş reklâm panolarına, marka, imge sunumlarına rağmen, her şeyin alış ve verişten, nakit ödemeden ibaret ilişkilere dönüştüğü bu dünyada, insan hala insan kalmakta direniyor. Dünyada da böyle... İnsanın direndiği noktada şiir de insan adına direnmek zorunda. Haberlerin sadece spotlarının okunduğu, her şeyin hızla gelip geçtiği, sözün düştüğü ve sadece görsel imgelerin hafızalarda kalabildiği, reklâm spotlarının insanların belleklerine nakşedildiği bir dünyada, insan unsuru bu ezberlerin, bu paradigmanın dışında kalabilmek için kendi kalbindeki ve hayatındaki zarafeti korumak adına yine de şiire sarılıyor. Çünkü şiir, bizim en insan yanımızdır. Çünkü şiir, bizi unuttuğumuz içtenliklerle yüzleştirir.

Aynı soruyla iç içe geçmiş diğer soru bence ayrı bir soru, ayrı bir yanıt olarak değerlendirilmeli. Dijital dünyada... Ben kendi adıma çok zor var olabildim. Kuşak olarak da biz öyleydik. Şimdi adam İstanbul'da aristokrat bir ailenin çocuğu, bir yayınevine gönderiyor dosyasını ve bir ödül alıyor, kitap çıkarıyor. Fakat bizim öyle değildi. Benim ilk kitabımın basımına el konuldu. Kırk beş gün ağır işkenceler gördüm. Bir yıl sonra yeniden bir kitap çıkarma girişimim oldu. 1985 yılında o kitap Diyarbakır'a geldiği zaman, emniyet mensuplarının önümü kesip, kitabı taşıyan aracı tarayacağını düşünüyordum. O kadar baskı altındaydık. Yıl ’85, Türk polisinin bu sorusuna gel de cevap ver: “Senin Yugoslavya'da Orhan Veli ile şiirlerin yayınlanmış. Kim lan bu Orhan Veli? Bu da mı örgütten? Veli isimdir lan, bu ne biçim soyadı? Orhan Veli'nin adresini bu gece verecen. Yoksa seni mahvederiz.” Benden Orhan Veli’nin adresini almak için iki defa Filistin askısına gerdiler. Orhan Veli öleli otuz yıl olmuş. Böyle bir Türkiye'de, böyle bir süreçten çıkıp geldik.

14771

Bu işkenceler, Filistin askısı, v.s. Yılmaz Odabaşı'nın şiirlerinde bunlar da esin kaynağı olmuş mudur?

Türkiye'de şair olmak ya da hırslı, mücadele eden, ayakta duran güçlü bir adam olmak için işkence görmeye gerek yok. Zaten bizim kuşağımızın Türkiye'de yaşıyor olması -bile- başlı başına bir talihsizlikti. Ben düşünüyorum bazen; bir insan bu kadar şanslı olabilir! Sen gel dünyanın en az gelişmiş coğrafyasında, üçüncü dünya ülkelerinden birinde, oranın da en az gelişmiş bölgesi Güneydoğu'nun en az gelişmiş bir aşiretine mensup biri olarak doğ ve tam 18 yaşın askeri darbeye denk gelsin. Şimdi bir delikanlıya, planlansa bile bu kadar kötü bir yazgı hazırlanmış olamaz. 18 yaş, askeri mahkeme, duruşmalar... Bizim kuşatıldığımız nesnel gerçeklik, büyüdüğümüz o varoşlar, o varoşlarda yaşanan büyük yoksulluklar, o mütevazı ve mazlum hayatlar zalim generallerin veya bir resmi giysiye sahip olduğunda herkes üzerinde hiyerarşi kurabileceğine inanan ve kuran bir takım apoletlilerin dünyasında yaşıyor olmak, bizim için zaten büyük bir talihsizlikti. Ekstra bir şeye gerek bile yoktu. Türkiye’de doğmuş olmak bile yeterince talihsizlikti…

Şu anda başka bir alanda ünlenmiş, isim yapmış insanlar da kasetlere şiir okuyor. Bu kasetler satılıyor, şiirler dinleniyor, televizyonda şurada burada, izleyici ile buluşuyor. Türkiye'de okuyucu iyi şairle arabesk şairi birbirinden gerçekten ayırt edebiliyor mu? 

Çok az, marjinal bir kitle ayırt edebiliyor. Bu konuda güven duygum hayli zedelendi. Mesela facebook'da şurda burda sahte profillerde saçma sapan paylaşımlar daha çok rağbet görüyor. Bu bile irkiltici. 1970'li yıllarda böyle bir medya kuşatması yoktu. İnsanlar kendi içlerine eğilmekten korkmazlardı. Kendileriyle yüzleşirler, kitap okurlardı, kitap okurken düş kurarlardı. Şimdi sadece somut görüntüler var. Tabelalar, televizyonlar...

14770

Sırf eskiye ilenen, yeniyi bütünüyle reddeden bir bakış açım yok. Ama çürüyen, eskiyen, yıkılan, köhneyen şeylerin içinde çağdaş olan şeyler de vardır. Kuşkusuz şiire ihtiyacı olan bir kuşak var. Fakat birçok şey içeriğinden yalıtılıp ucuzlaştırıldığı, metalaştırıldığı, magazinleştirildiği için insanlar bir şeyleri kolay algılamayı tercih eder oldular. Benim çok uzun şiirlerim var. Mesela “çalınmış bir mahşer için ahval” gibi kırk sayfalık şiirlerim... İnsanlar hep kısa, on-on beş dizelik şiirleri ezberleyip paylaşıyorlar. Derinlik ve yoğunluk insanları sıkıyor, yük gibi geliyor.

Hiç unutmam. “Yazı Tura” filmine gitmiştim. Çok güzel, tokat gibi bir filmdi. Hem transeksüllerin sorunları, hem Kürt sorunu, hem insan unsuru vardı. O filmde 10-15 kişiydik. Çıktığımda “Gora” filmine bilet almak isteyen beş yüz kişilik bir kuyruk gördüm. Biz daha genç yıllarımızda -ki hala gencim- “Selvi boylum al yazmalım” filmine giderdik sevgilimizle, şimdi herkes “Recep İvedik”e gidiyor. Görünen o, toplum derinlik ve zarafete değil de, ucuz komediye, sığ mizaha, düşünmeden yorulmadan kolay algılayabileceği basit şeylere ihtiyaç duyuyor artık. Ben Can Dündar'a söylemiştim; bu ülkede Tecavüzcü Coşkun, sokaktaki insan tarafından Nazım Hikmet'ten daha fazla tanınıyorsa, ün, bizim reddetmemiz gereken bir kavramdır. Bu yüzden bir yazarın meramı da ünlü olmak değil, anlaşılmaktır. Birçok nedenle ben de kendimi bir nadas dönemine bıraktım. Yaklaşık sekiz yıldır yeni şiir kitabı yayınlamadım. Eski kitapların yeni baskılarını bile gereği gibi yaptığım söylenemez.

14778

Çünkü artık okur için değil, pazar için üretim var. Daha doğrusu popstar yazarlar dönemi başladı. İsim vermem ahlaki olarak doğru değil, fakat ben o popstar yazarlardan biri olmak istemiyor, olmayı da düşünmüyorum. Oraya giden yolu çok iyi biliyorum. Nasıl bir pazarlama, nasıl bir medyatik ilişki ağı gerektiğini çok iyi biliyorum. Fakat ben oraya gitmeyeceğim. 

Son dönemlerde sözünü ettiğiniz ilişkiler üzerinden, hatta ırkçı minvalde siyasal söylemlerde bulunan bazı yazarlar da var. İsmet Özel bunlardan biri... Siz İsmet Özel’i takip edebildiniz mi? Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz? 

İsmet Özel'in şiiri güçlü bir şiir... Partizanca bir dil kullanıyor. Amentü şiirine kadar sol literatürü çok iyi kullandı. Amentü’den sonra... Bir insan inançlı olabilir. İdadet, inanç hakkı, ifade hakkı kutsaldır. Fakat İsmet Özel “her Müslüman Türk olmak zorunda” gibi faşizan, hasta bir takım laflar etmeye başladı. Bana kalırsa İsmet Özel popülaritesini kaybettiği zamanlar, o kaybettiği popülaritenin tozunu almak için böyle saçmalıklara ihtiyaç duyuyor. Ne her Türk Müslüman ne her Müslüman Türk olmak zorunda değildir. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Bu çok irkiltici bir yaklaşım. Bunu İslamcı bir şair olmak adına mı söylüyor? İslami çevrelerde birçok yazar var, benimde tanıdığım İskender Pala’dan Beşir Ayvazoğlu’na onlarca isim, saymama gerek yok. Onlar bir düzey içinde duruyor, bu kadar irkiltici, faşizan laflar etmiyorlar. Bunun İslamcı yazar olmakla ilgisi filan yok. Bu tamamen, halkları, kültürleri birbirine kırdırmaya yönelik faşizan, provakatif bir söylem. Çok tehlikeli buluyorum. 

Biraz da güncele geçelim. Geçenlerde kendi internet sitenizde Özgürlük Yolu, Komkar ve Hak-Par ile siyasal yakınlığınızın olmadığına dair bir açıklama yayınladınız... Bu türden bir açıklamaya neden ihtiyaç duydunuz? 

Hiçbir devletin vatandaşı, hiçbir cemaatin müridi değilsem, hiçbir örgütün kadrosunda da değilim. Ben 1979’da bir yıl bu siyasi hareket içinde yer aldım. Çok gençtim; hatta yaşımı büyütüp bu derneğe üye olmuştum. 12 Eylül’e bir hafta kala, bana bir görev verdiler. Bir arkadaşımı, örgütten ayrılmış diye tehdit etmem, dövmem istendi. Yakın bir arkadaşımı çok üzülerek, istemeyerek uyardım, ona istifa etmediğini, tecrit edildiğini bildirdim. 12 Eylül’e üç gün kala ben de istifa ettim. Bu kez aynı şey benim başıma geldi.

Şimdi söyleyeceğimi ilk kez burada vurguluyorum:12 Eylül’de alındım, bir gün önce İzmir’de, örgütten Ege Üniversitesinden Uğur Şen diye bir çocuk yakalanıyor ve benim adımı “merkez komite üyesidir” diye veriyor. Ayrılmış olduğum için. Ben öyle alındım. Yani polisin, özel bir çalışmasıyla alınmadım. Benim kendi yol arkadaşım beni ihbar etti. İşkenceye alındım yirmi beş gün Kurdoğlu kışlasında gözlerim bağlı çırılçıplak yerlerde yattıktan sonra cezaevine getirildim. O zaman Esat Oktay henüz gelmemişti. Mevlüt başçavuş dönemiydi, soruluyordu, “sen hangi koğuşa gitmek istiyorsun?” diye. Özgürlük Yolu’nun koğuşuna girmeyi tercih etmedim. Kurtuluşçuların koğuşuna gittim. Cezaevine getirilişimden iki ay kadar sonra Esat Oktay döneminde İstiklal Marşı okuma uygulaması başladı. Koğuşlara haber gönderildi, herkes havalandırmada İstiklal Marşı okuyacak diye. Biz koğuş olarak bu uygulamayı reddetme kararı aldık. İlk kez o gece coplanmaktan ellerimiz patladı, tabak kaşık tutamıyorduk. Karar Esat Oktay tarafından sabah tebliğ edildi. 6 saat sonra iki siyasi hareket İstiklal Marşı okudu, TKP ve Özgürlük Yolu. Çoğu eğitimli, birçoğu öğretmen olduğundan ezbere biliyorlardı. Bu yüzden komandoların onlara copla ezberletmelerine gerek kalmamıştı. Biz kararın tebliğinden sonra ben PKK’lilerin, Kurtuluşçuların koğuşunda bütün direnişlere katıldım. Bunun tanıkları var.

Bazı şeyleri zamanın vicdanında açıklamak gerekir. Biz 12 Eylül'de askeri mahkemelerde duruşmaya çıkarıldık. O zaman gencecik bir adamım. Siyasi savunma yapmak istiyorum. İnandıklarımı onurlu bir biçimde savunmak istiyorum. Duruşmalara aynı davadan yargılandığım insanlarla, Özgürlük Yolu’nun koğuşundan getirilmiyorum. Ring aracında konuşmamız da yasak; bu yüzden onların mahkemelerde nasıl bir tutum takınacaklarını da bilmiyorum. Siyasi savunma yapmak istiyorum. Duruşmada kimlik tespitinden sonra örgütümüzün kurucularından biri söz aldı. Şunu dedi hâkime: “Bana işkencede iki tercih sunuldu. ‘Ölmek ya da yaşamak!’ Ben yaşamayı seçtim. Asla bu devleti yıkmayı düşünmüyor, tahliyemi talep ediyorum.” Ellerim titredi o an. Siyasi savunma yapmaktan caydım. Bizim askeri darbe öncesi örgüt kararıyla “hain” diye kovaladığımız Mehdi Zana ise, “Bugün halkın seçtiği bir Kürt belediye başkanı olduğum için karşınızdayım. Ana dilim Kürtçedir. Kürtçe savunma yapacağım,” dedi. Mehdi Zana da ayrı bir koğuştan getiriliyordu. Bir uçta ben, bir uçta Mehdi Zana bu siyasi hareketin ana davasının duruşmaları sürecinde yapayalnız kaldık. Cezaevindeki bu yönetici dışarı çıkıp yıllar sonra yeniden örgütün başına geçti. Bir parti kurdular. Beni de davet ettiler. Ben hayatım boyunca zor zamanda devletten tahliyesini talep edip, iyi zamanda örgüt kuran, parti kuran adamların peşinden gitmedim.

Aradan otuz yıl geçmiş, bunları söylemek gerekir. Gençler yarın bir askeri darbe geldiğinde nasıl yalnız kalabileceklerini de bilsinler. Yıllar sonda yeniden legal bir parti kuran bu arkadaşlarıma, bakın sizi yöneten bu kişi 12 Eylül'de benim de katıldığım bir duruşmada devletten özür diledi ve tahliyesini talep etti. Evine ve çocuklarına kavuşmak istediğini söyledi. Ben hangi güven duygusuyla bu kişinin lideriğindeki bir siyasi yapıya katılayım, dedim. Bana verilen yanıt şu oldu: “Herkesin zaafları olabilir.” Ama tarihin vicdanı zaafları affetmedi. Çocuklar öldü. İnsanlar kendilerini yakarak öldü. Hatta Kemal Pir gibi Türk kökenli olanlar, Kürtler için gidip Diyarbakır Askeri cezaevinde ölürken, Kürtler adına iddiası olanlar, İstiklal Marşı’nın okunacağının tebliğ edilmesinden altı saat sonra ezbere okudular. Madem bu kadar memur memur marş okuyacaktınız niçin o cezaevindeydiniz? Diye sormazlar mı?

14772

Ben otuz yıl önce bunlara tanığım. Hala Türkiye’nin birçok yerinde insanlar “siz bu siyasi harekettensiniz,” diyorlar. Ne ilgisi var! Hayır, ben 1980'de cezaevi süreci dâhil bu arkadaşlarla insani, kişisel dostluklarım dışında örgütsel bir bağım olmadı. Bu açıklama ile asıl vurgulamak istediğim bu. 

Peki, bu öznel durumdan, 30 yıl öncenin deneyimlerinden biraz da güncele dönelim. Başbakan'ın yazarlara verdiği bir yemek vardı. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Murathan Mungan gibi isimler mazaret göstererek katılmadılar. Ahmet Altan da mizacı gereği böyle bir kalabalık toplantıya katılmayacağını söyledi. Siz böyle bir teklif aldınız mı? 

Bunu bana soran başkaları da oldu. Önce şunu hatırlatayım; Frankfurt Kitap Fuarı sürecinde Kültür Bakanlığı'nın davetini reddettim. Sanırım o nedenle kara listeye alındım. Bir de 7–8 yıldır kitap da yayınlamıyorum. Çok umursadığım söylenemez. Ama böyle bir davet resmi anlamda almadım. Alsam da tereddütle bakardım. Daha doğrusu ben, bir yazarın devletle, kurumlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerektiğini savunurum. Bu, bir yazarla her tür iktidar ilişkisi için de geçerli bir yaklaşım. Hatta bir mahalle muhtarı da olabilir bu. Bunlarla araya bir mesafe konulması gerektiğini düşündüğüm için eminim katılmazdım. 

Söyleşilerinizden birinde “Yazar iktidara muhalif olmak zorunda, yazarın devleti olmaz” diyorsunuz...  

Dünyanın her yerinde, gerçek yazarların devleti olmamıştır. Mesela Türkiye’de bazı yazar arkadaşlarımı görüyorum. “Sonuçta bizim devletimiz,” diyorlar. Hayır, benim devletim filan yok. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir devlet, benim devletim değil. Ustalarımızın, hocalarımızın devletinin olmadığına da inanıyorum. Mesela edebiyat tarihine baktığımız zaman ne Dreyfus davasında yargılanırken Emile Zola'nın, ne Sartre'nin, ne de Albert Camus'nun devleti olmamıştır. “Benim devletim” diyen adam, benim vergi dairemi, benim ordumu, benim hapishanemi kabul eder. Devlet mekanizması bir bütündür. Yani bir tek zabıta, yani bir başbakan filan değildir. Bütün mekanizmaları, her alana nüfuz eden hiyerarşisiyle vardır. O yüzden evet, devlet çok masum bir mekanizma değildir ve bu yüzden bir yazı adamı için, hayata, hayatın içinde olup bitene mazlumun yazgısından bakmaya çalışan biri için, devlet her zaman zalim bir kurumdur. Dünyanın bütün gerçek humanist yazarları –sadece Jack London ve Gorki gibi uç örnekler vermeye de lüzum yok, Kafka'dan Nietzsche 'ye kadar- bakış açılarıyla iktidarlara, özetle devlet kurumuna da karşı ve muhaliftirler.

Son zamanlarda Ak Parti hükümetinin bazı açılımları oldu. Roman açılımı, Kürt açılımı, Alevi açılımı, vs. Kürt açılımında şöyle bir durum ortaya çıktı. Muhalefet Partileri ve bölgenin partisi BDP, Anayasa oylamalarında birbirlerine yakın tutumlar sergiliyor. Ak Parti ise ısrarla devam ediyor. Bu arada toplumun değişik kesimleri ile sanatçılar, sporcular, Meclis dışındaki politikacılar ile görüşüyor. Bu konuda ne diyorsunuz? Ak Parti'nin yaptıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Devlet mekanizmasıyla yazı adamının, düşünce adamının arasında bir mesafe olacak derken, bir adam da bir bardağa su koyuyorsa “ben bu suyu görmüyorum. Bu bardakta su yoktur” diyemezsiniz. Bu noktada bazı arkadaşlarıma diyorum ki, Kürt sorunu çözülürse sen ne iş yapacaksın? Bazı insanlar var, hayatlarını Kürt sorunun çözülmesi üzerine kurmuşlar. Saygı duyarım, fakat dünya yalnız Kürtler ve Kürt sorununun ekseni etrafında dönmüyor. Ayrıca Kürtlerin mesela çevreyle ilgili sorunları var, sağlık sorunları var, psikolojik sorunları var. Biraz psikanalizle ilgilenelim, biraz çevreyle ilgilenelim... Bu noktada Kürt sorunu çözülürse birçok arkadaş gerçekten boş kalacak. Fakat mecliste örneğin, anayasa değişikliği konusunda BDP’nin kayıtsız kalmasını, MHP VE CHP ile kesişecek biçimde, adeta ortak hareket etmesini aklım almıyor! Cumhuriyet dönemi boyunca en çok kapatılan parti, partilerin kapatılmasıyla ilgili oylamada çekimser kalıyorsa, bu, BDP az gitmiş uz gitmiş fakat henüz siyaseti hiç öğrenememiş demektir. Meşru siyaseti bilmiyorlar. Hazin... Demokratik açılımı kim yaparsa yapsın desteklemek gerekir. Anayasa değişikliği önemliydi, BDP bunu es geçti. Hazin, diyorum, başka bir şey diyemiyorum.

AKP'nin ise Kürt açılımıyla ilgili attığı somut bir adım, somut bir proje yok henüz. Fakat bu evrede iyi bir ekip çalışması yapıyorlar ve Tayip Erdoğan'ın iyi bir teşkilatçı olduğunu düşünüyorum.

AKP'nin projesinin görünmeyen yüzü kanımca şöyle: Kürt sorununun çözümü önünde en büyük engel yalnız MHP değil. AKP, statükocu, postalsever, sık sık “cumhuriyet ordusu göreve” diyen zihniyeti bertaraf etmek için bir Ergenekon dosyası açtı. Aslında Ergenekon, çok ciddi bir suç dosyası değil. Orda Veli Küçük gibiler dışında çok bariz suçlular yok bana kalırsa. Fakat bu konuda toplum çok iyi manüple edildi. Bu bir siyasi başarıdır. Ben Ergenekon diye ciddi bir suç örgütü olduğuna inanmıyorum, fakat bu çağdaş dünyada bu kadar nasyonal bir camianın da böyle bir mağduriyete bir süre maruz kalması gerektiği fikrine de katılıyor, bunun Türkiye’nen önünü açacağını, bu ülkenin lehine olacağını düşünüyorum. Fakat Türkiye'de gerçekten suç örgütü arayacaksak, Hırant Dink cinayetinin arkasından da bir parti çıkar, siyasal İslam'ın içinden de bir yığın tarikat, cemaat ve rant lobileri çıkar. Öte yanda ülkücü mafyadan tutun da bürokrasinin içinde bile bir sürü suç örgütü çıkar.

Tayip Erdoğan'ın projesi, orduya karşı kendini güvenceye almak için Avrupa Birliği’ne girmektir. Bu konuda arkasında ABD desteği de var.Yarın bu hükümet, Kürt sorununu radikal biçimde çözmeye kalktığında, PKK’nin kadrolarına meşru siyaset yapma ya da dağdan inme olanağı tanıdığında önüne çıkacak en büyük engel Ergenekon kadrolarıdır. O zaman diyecek ki, “Ben hem dağdakilere, hem Ergenekon sanıklarına af çıkarıyorum.” Bu af, en geç üç beş yıl sonra Ergenekon sanıklarının da lehine olacağı için itiraz edemeyecekler. Bu da manüplasyonun başka bir boyutu. O zaman Kürt açılımı paketi realize edilecek. “Kardeşim ben AB'ye girmek istiyorum, destek olun” diyecek bir Başbakan’a, Ergenekon'un sinen, yıpranan kesimleri, Kemalist lobiler karşı çıkamayacak. O zaman Türkiye'nin AB'ye girme şansı da olacak. Bence iyi bir strateji…

Ayrıca bu proje, Amerika'nın desteği, bilgisi dahilindedir. Mesela bu Balyoz Planının ifşa edilmesi... Bu plan, CIA'nın Türkiye'ye servis ettiği, birincil kaynaklardan alınan haberdir. Yani yaşadığımız süreçte karşımıza çıkan gelişmeler o kadar masum, kendiliğinden değil aslında.

Siyasi bir duruşun var; bu duruşunu düzyazılarda dile getiriyorsun. Bu yazılarında çok beğenilenler arasında. Sanıırm sonbaharda yayınlanacak üretimlerin düz yazı olacak, yani ufukta şiir dışındaki üretimlerin var...

Bir deneme ve bir romanla geleceğim. Şimdilik yeni şiir kitabı düşünmüyorum. Yeni şiirler var ama düşünmüyorum. Çünkü çok istismar da var.

Roman ne? Bir ipucu vermen mümkün mü? 

Şarkısı Beyaz'ın devamı...

Yine bölge, yine yaşam...

Bölge ve büyük bir aşk hikâyesi...

Büyük bir karmaşa içerisinde yaşanan bir aşk hikâyesi mi?

Evet, hazin bir aşk hikâyesi, evet... Bu kitap sarsıcı olacak. Şarkısı Beyaz'ı biraz aceleye getirdim. Onun üzüntüsünü yaşıyordum. Yayınladıktan sonra biraz aceleye getirdiğime karar verdim. Aslında o kitabı altı ay, bir yıl bekletebilirdim. Birde Şarkısı Beyaz, benim ilk roman çalışmamdı. İlk olduğu için okurlarımın çok beğenmelerine rağmen kendime eleştirel baktım. İlk yapıtlar hep emekleme dönemlerinin ürünleridir. Tabi bu bir mazeret değil. Hayat nedenlerle değil sonuçlarla ilgileniyor. Sonuç olarak o kitap, biraz daha derinleştirilebilirdi. Şimdi bu kitabın da haylidir bulunmayan üçüncü basımını da hazırlıyorum.

Biliyorsunuz, kendini aşmak insanın doğasında var. İnsan sürekli kendini aşan bir varlık. En iyi resim henüz çizilmemiş olandır, en iyi şiir henüz yazılmamış olandır... Ben “en iyi kitabımı yazdım” dediğim zaman yazmayı bırakmam gerekir. “Daha iyi yazabilirim” duygusu yeniden yazdırıyor. Benim bundan sonra yazacakalarım, daha önce yazdıklarımdan daha yetkin, daha kalıcı, daha nitelikli olacaktır. Bir de daha önceki yılların deneyimlerinde edindiğim olumsuz gözlem ve deneyimleri yeni yapıtlarımda değerlendirme olanağım olacak. Bundan sonra yazacaklarım daha rafine olacak...

Farklı bir konuya gelmek istiyorum. İran'da Et-Talaat Gzetesi'nde tam sayfa Yılmaz Odabaşı tanıtıldı. Daha sonra Amerika'da katıldığınız Nazım Hikmet ve Mahmut Derwiş konferansı vardı. Yılmaz Odabaşı'na yurtiçinin yanı sıra yurt dışında da bir ilgi var.

 İlginin size yansıyan, bir de yansımayan boyutu var. Mesela son örnek, Goethe Enstitüsü'nün büyük bir projesi vardı. O projeye bir çalışmamla katılsaydım, o çalışmam dünyada 12 dile çevrilecekti. Projeye katılımım için benimle iletişim kurdular. Moralim, motivasyonum yeterli değildi ve bu projeyi teşekkürle reddettim. Hâlbuki bu proje, Türkiye'de sadece iki yazara önerilmişti. Örneğin, bir kitabım İngilizce’ye çevrildi, İrlanya'ya davet edildim. Sıkıntılıydım, gitmek istemedim. Kitabım için kokteyl düzenlediler, yoktum. Türkiye’deki etkinliklere de neredeyse hiç katılmıyorum. Bu böyle bir dönem... Deyim yerindeyse, biraz geri çekildim. Bunun nedenlerini “Münzevi Zamanlar” adlı deneme kitabımda anlatacağım.

14779

Dürüstçe de itiraf etmek gerekirse, biz Diyarbakır'daki sosyo kültürel iklimde, ileride bir yazı adamı olacağımız şekilde altyapımızı şekillendirmedik. Bu konuda ailelerimizden de hiçbir şey almadık. Bana ingilizce metinler geliyor, çevirmen arıyorum. İkibin yılından sonra yazıyla iştigal edecek gençler böyle yazar olmamalı. Modern dünyaya çok hazır olmak gerekir. Bu anlamda insanlar, bir takım ajanslara dosyalarını götürüp çevirtiyorlar; artık yazmak için birkaç dil bilmek gerekir. Mesela bana Amerika'da dediler ki, “Sen burdaki bir yayınevine CV'ni gönderdin mi?” Göndermem mi gerekir dedim. “Herkes ne lobiler yapıyor, İngilizce çevirilerini, dosyalarını gönderiyor. CV gönderiyorlar kendilerini davet ettirmek için lobiler, kurumlar, ilişkiler...”

Hiçbirinden haberim yok benim. Biz sunumda sıfırdık. Bu ülkede benim bir milyon kitabım tüketildi; fakat hiçbir zaman kitaplarımın düzeltilerini yapacak bir redaktörüm bile olmadı.Yurtdışı ilişkileri de hep birilerinin beni bulmasıyla gelişti.Ben bugüne kadar yurtdışında herhangi bir kuruma tek satır yazmış değilimdir.. Ben iyi İngilizce bilsem, gereği kadar referansımla şu an gider Amerika’da bir üniversitede ders verirdim; bunun bile böyle olabileceğini Amerika’ya gittiğimde, geçtiğimiz ay öğrendim.

   Kürt dünyasını bildiğim için daha rahat konuşuyorum. Sanırım yalnız Kürtlere özgü değil. Kürt yazarları, siyasetçileri yaş kemale erdikten sonra anılarına dönüş yapıyor, anılarını yazmaya başlıyor. Yılmaz Odabaşı’nın öyle bir projesi var mı?

1985 yılına kadar olan anılarımı “Eylül Defterleri” adlı kitabımda yazdım. O kitap yayınlandığı zaman bazı arkadaşlarım “ne gerek var bunları yazmaya. Hepimiz bunları biliyoruz, yaşadık” diyorlardı. O zaman hepimiz Diyarbakır Askeri Cezaevi'nden çıkmıştık. Hepimiz sıkıyönetim sürecini görmüş, hepimiz bir bedel ödemiş, yangının bir yerinden bir şekilde hasar almıştık. Fakat yıllar sonra bizim kuşağımız evlerine çekilince, yeni kuşaklara belge bırakacak, tanıklıkları aktaracak ortalıkta fazla kimse kalmayınca, bu kitap beş baskı yaptı. Birçok genç imza günlerimde, “Biz bunlara inanamadık, bunlar nasıl gerçek olabilir? Size sormak istedik,” diyerek geliyorlardı. O kitapta yazılanların yeni kuşaklar hala inanmıyorlar. Şimdi ‘85'den 2000 yılına yaşadıklarımdan kesitleri anılarımın ikinci cildi olarak yazacağım. Bu arada önemli yaşanmışlıklar var. Birçok trajik, hazin anı var. Yani “Geçtim borandan kardan,” diye yazıyorsam, yumurtadan çıkıp bunları da yazmadık. Anılarımda en yakın dostlarımın bile bilmediği birçok şey var. Bıçak sırtı süreçlerim oldu. Çok da geç değil yani, 2000 yılına kadar büyük bir serüvenin içindeydim. Bir de Kürtlerle ilgili yazdığım bütün yazıları, eleştiriler dâhil, “Beyaz Türkler, Siyah Kürtler ve Öbür Renkler” adlı bir dosyada toparlayacağım. Kitabın çoğu hazır... Orda da aynayı kendimize tutuyorum. Başkalarıyla yüzleşmek, hesaplaşmak yerine, kendimizle de çatışmaya, yüzleşmeye ihtiyacımız var. Yüzleşmek ahlaki, insani, ideolojik bir ihtiyaçtır. Her anlamda yüzleşmemiz gerekir. Coğrafyamızla, tarihimizle, kültürümüzle, kendimizle yüzleşmemiz gerekir.

Şimdi bakıyorum Aziz Nesin, Musa Anter, Ahmet Kaya gençler için birer idol, birer efsane. Biz bunlarla dostluk, arkadaşlık ettik, yolculuklara gittik geldik. Bunları dinledik, bu insanlardan birşeyler öğrendik, anılarımız oldu. Bugün toplum, zamanın vicdanında onları çok güzel yerlere koydu, böyle anıtlaşmış birçok insanla yazışmalarım var. Mesela eleştirmen Mehmet H. Doğan’'ı kaybettik. Onun bana bu kadar mektup yazdığını bilmiyordum. Geçenlerde arşivimde buldum. Mehmet Uzun'la hep telefonla konuştuğumu zannederdim, açtım baktım Mehmet Uzun'un birçok mektubu çıktı. Kaybettiğimiz, şu an aramızda olmayan bazı edebiyat, yazın adamlarının mektupları var. O mektupları toparlamayı düşünüyorum. Benimle yapılan söyleşileri seçip eleyerek bir seçki yapcağım. “Açık Pusula” olacak bu dosyanın adı. Bir de yargılanmalarımda yazdığım savunmaları kitaplaştıracağım. Ona da “Düşünce Ayağa Kalk” adıyla yayınlanacak.

Önümüzdeki süreçte bu kitapları yayınlayacağım. Zamanın işine yarayanlar ayakta kalır. Zamanın işine yaramayanlar ise yeni baskı yapmazlar. Bir kitabın yazgısı da bir insanın yazgısı gibidir. Kitabı besliyor, büyütüyor, hazırlıyor, uçuruyorsun. Her kitap kendi yazgısını belirliyor. Mesela toplu şiirlerim yazgısını belirlemiş kitaplardır. Her yıl yeni baskı yaparlar. Feride, Eylül Defterleri her zaman yeni baskı yapar. Ama bazı kitaplar elenirler. Şimdi yeni kitaplar hazırlayacağım ve yayınlayacağım. Bunların içinde kalan kalır, giden gider. Zamanın vicdanına bırakacağım bu dosyaları.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

  • Yorumlar 4
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89