Türkiye’nin Kürtlerle “barış”tan anladığı şeyin, aslında “Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması” olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz. Kürtlerin “barış”a yüklediği anlam ise Kürt ulusal kimliğinin bugün ulaştığı bilinç düzleminde “dört parça Kürdistan’ın birliği” üzerinden şekilleniyor, ki bu noktada “Kürdistan’ın Kürtler tarafından yönetilmesi” de bu bilincin koşulladığı olmazsa olmaz bir beklenti. Hal böyleyken, içeriği ve planını bugüne kadar hiç kimsenin öğrenemediği, üstelik devam edip etmediği bile belli olmayan “İmralı süreci”ne her iki tarafın da hala sahip çıkıyor görünmesinin nedeni ne?
Hesaplar tutmayınca
Bu sorunun yanıtını Kürtlerin perspektifinden bakarak bulmaya çalıştığınızda ortaya çıkan durum şu: 25 Nisan 2013’de KCK Yürütme Konseyi Başkanı sıfatıyla Murat Karayılan’ın da açıkladığı üzere, Kürtler İmralı sürecini Ortadoğu’da bir “Kürt Barışı” projesi olarak sahiplendi. Bu yönüyle, Türkiye’nin Kürt sorununda barışın sağlanması İmralı sürecinin bir bileşeni, ancak nihai sonuçları bağlamında tek ve mutlak hedefi değildi. Kürt siyasal aktörleri özellikle Rojava’da ortaya çıkan yeni koşulları ve de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KRG) sınırları içinde olgunlaşan dinamizmi, Türkiye’yle “ateşkes” yaparak konsolide etmenin yararında mutabık kaldılar. Bu süreçte, Suriye’de tüm baskılara rağmen “üçüncü yol”u tercih ederek, ancak savunmanın gerektirdiği koşullarda silahlı mücadeleyi benimsediler. Irak’ta ise artan çatışma ortamında Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yönelebilecek herhangi bir saldırıya karşı “destek güç” olarak konumlanırken, siyasal alanda da yer almanın yollarını aradılar. Ancak geçtiğimiz Eylül ayında KRG’de yapılan seçimlerde Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi’nin (PÇDK) umulan başarıyı yakalayamamasının yarattığı hayal kırıklığı, diğer yandan Kürdistan Demokrat Parti’nin (KDP) Rojava’da yönetime ortak olma ısrarına karşılık bulamaması, Ortadoğu’da Kürt Barışı projesini zora soktu. Kürt Ulusal Kongresi’nin ilan edildiği halde toplanmamasının nedeni de bu hesapların tutmamasıydı.
Rojava’nın başarısı
Bu duruma rağmen Afrin, Cizire ve Kobane’de geçici bir yönetim oluşturuldu. Yönetim, Kürtlerin denetiminde olmakla birlikte bölgede yaşayan Arap, Çeçen ve Hıristiyanları da içerseyerek, bir anlamda Suriye muhalefetinin İstanbul ya da Doha’da beceremediğini savaşın ortasında gerçekleştirdi. Üstelik bu yapı uluslararası sistemin hem kendisi hem de bölge için “tehlikeli” bulduğu radikal unsurlara karşı direnmeyi ve görece bir güvenlik sağlamayı da başardı. Nitekim, çatışmaların yoğunlaştığı yaz aylarında Rojava’dan göç edenler, geri dönmeye başladı. Bu gelişmeler üzerine BM Hewler/Erbil’den kalkan uçaklarla Rojava’ya yardım götürme kararı aldı. Diğer yandan, 12 Kasım’da ilan edilen “Kurucu Meclis” bir seçim sisteminin oluşturulması ve Toplumsal Mutabakat Sözleşmesi’nin hazırlanması çalışmalarını başlatarak, kalıcı bir yapı olma yolunda önemli adımlar attı. Bu çalışmaların ilk somut sonucu da geçtiğimiz hafta Batı Kürdistan Demokratik Özerk Yönetimi Anayasası’nın ilan edilmesi oldu. Anayasa’ya göre Rojava, ‘üç kanton’ halinde Suriye’ye bağlı olacak.
Kürtlerin nedeni
Bu arada, esasında PKK-KDP arasındaki siyasi rekabete dayalı Rojava-KRG çatışması da 2013’ün son haftasında, Temmuz 2011 Hewler Anlaşması’nın yeniden canlandırılmasıyla uzlaşma yoluna girdi. Bu uzlaşma bir zorunluluktu, zira toplumsal tabanı hızla entegre olan Kürt siyasal alanında Kürt partilerinin birbirini dışlayan söylem ve pratiğinin bir sınırı olduğunu herkes görüyordu. PKK’nin Barzani’nin 16 Kasım Diyarbakır ziyaretine sessiz kalması da aslında bu durumun bir tezahürüydü. Kürtler için Barzani’nin “Amed”de bulunmasının taşıdığı sembolik değer karşısında, PKK politik önceliklerini geri planda tutmak zorunda kaldı.
Öte yandan, Eylül seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasına rağmen KRG’de hala bir hükümet kuramayan KDP’nin, PKK’nin kendisini desteklemese de en azından tarafsız kalmasına ihtiyaç duyması, PKK’nin ise Türkiye’de seçimlere KDP ile bir çatışma içinde girmenin kitlede doğuracağı rahatsızlığı bir dezavantaj olarak görmesi, uzlaşmayı kolaylaştırdı. Nihayetinde, Rojava Yönetimi tutuklu Kürtleri serbest bırakırken, KRG Semelka sınır kapısını açtı. Hepsinden önemlisi, Suriye Kürt partileri, eğer gerçekleşirse, Cenevre 2 Konferansı’na beraber katılma kararı aldı.
Dolayısıyla, Türkiye’de geri çekilme durduğu, KCK tutukluları hala içerde olduğu, barış süreci hukuki ya da uluslararası güvenceye kavuşmadığı ve hatta Roboski davası bir özür bile dilenmeden kapandığı halde, Kürtler “İmralı süreci”ne sahip çıkmaya devam etti.
Türkiye’nin nedeni
Peki Türkiye neden sahip çıkıyor? Öncelikle şu bir gerçek ki, Türkiye “savaşarak” yok edemediği Kürt kimliğine dayalı taleplerle (aslında tam aksine, savaşarak güçlendirdiği demek daha doğru olur), “barışarak” da baş edemeyeceğini düşünüyor. En azından Kürtlerle “barış”ın, “Türkiye’nin toprak bütünlüğünü” garanti altına alacağına inanmıyor. Çünkü günün sonunda savaşsa da barışsa da, Kürt siyasal hareketliliğinin artık büyük ölçüde kendi iç dinamikleri üzerinden şekillenen bir yolda ilerlediğini görüyor. Bu yolun sonunda da ortaya ne çıkacağını kimse kestiremiyor. Hal böyleyken de Türkiye “İmralı süreci”ne aslında bir “barış” projesi olarak değil, bir “ateşkes” süreci olarak sahip çıkıyor. Nitekim AKP iktidarı da aradan geçen bir yıla rağmen, “Analar ağlamıyor” demekten öte bir sonuç ortaya koyamıyor. Gelinen bu nokta da, en fazla, iktidar için seçim sonuçlarıyla sınırlı bir yarar sağlayabilir görünüyor; Türkiye’nin Kürt sorununda kalıcı bir barış sağlanması adına bir anlam ifade etmiyor.
Erken ikramiye
Zaten her iki taraf da hesabını seçim sonuçlarına göre revize etmek üzere, şimdilik İmralı-Kandil arasındaki trafiğin sürdürülmesiyle yetinmek niyetinde görünüyor. Bu çerçeveden bakıldığında, BDP’li milletvekillerinin serbest bırakılması ise bir anlamda piyango çekilişine dönen Erdoğan-Gülen mücadelesinden çıkan erken ikramiyeye benziyor.
Son tahlilde, Türkiye’nin Kürt sorununa çözüm arayışlarında umutları diri tutabilecek tek dayanak, bugün hala Kürtlerin “iyi hayat tahayyüllerinin” Türkiye’yi dışlamadığı gerçeği. Bu dayanak, “Dört parça Kürdistan’ın birliği” yolunda aşılması gereken bir güçlük, “Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması” yolunda ise kaybedilmemesi gereken bir güçtür.
Arzu Yılmaz
A.Ü., SBF, Doktora
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.