Prof. Dr. Halil Berktay, Leyla Zana'nın "Ben silahların bırakılmasını asla tartışmıyorum. O Kürtlerin sigortasıdır. Bu sorun var olduğu müddetçe o silahlar Kürtlerin güvencesidir" sözü için, "PKK'nın savaştan vazgeçemeyiş gerekçesini, Leyla Zana onların yapmadığı kadar açıkça telaffuz etmiş oldu" dedi.
Halil Berktay'ın bu sözleri Yeni Şafak'ta yayımlandı. Berktay'ın Murat Aksoy'la (16 Oacak 2012) söyleşisi şöyle:
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de "sol" önemli tartışma konularından birisi. Türkiye'de "sol parti var mı", "sol ne", "solcu kim" ve daha pek çok soru. Türkiye'de kendini "sol/sosyalist" tanımlayan bir çok parti/hareket ideolojik olarak Kemalist/Milliyetçi duruşları artık daha belirgin. AK Parti, Türkiye'deki "solun" bu latent yüzünü ortaya çıkardı.
"Sosyalist sol" ile birlikte bazı liberal demokrat solcular 12 Haziran seçimlerinde BDP'nin başını çektiği "Blok"a destek verdiler. KCK operasyonları sonrasında "sol" içinde önemli bir tartışma başladı. Bu tartışma "sol-şiddet" ekseninde "teorik" bir tartışma görünse de, son derece güncel siyasi tavırlara açıklık getiriyor. Bu kesimlerin Kürt siyasi hareketine verdiği desteği analiz etmeye çalışan isimlerden birisi de tarihçi Halil Berktay. Berktay, 12 Haziran seçimleri öncesinde de, KCK tutuklamalarından sonra bu kesimin BDP'ye verdiği desteği eleştiren isimlerinden birisi. KCK tutuklamalarına karşı olduğunu söyleyen Berktay ile sosyalist solun neden Kürt siyasi hareketine destek verdiğini ve sonuçlarını konuştuk.
BDP Siyaset Akademisi'nde ders veren bazı isimlerin KCK operasyonları kapsamında tutuklanmasından sonra sol içinde önemli bir tartışma başladı. Neydi bu tartışma?
Aslında bu tartışma son dönemde yaşanan bir tartışma olsa da, ben bunun tarihinin daha eski olduğunu düşünüyorum. 12 Haziran 2011 seçimleri öncesine, hatta 12 Eylül 2010 referandumu sürecine kadar da götürmek mümkün. Referandumda bir "(yetmez ama) evet" ve "hayır" ya da "boykot" ayrışması oldu. Seçimlerde, çok büyük ölçüde BDP ağırlıklı "Emek, Demokrasi, Özgürlük" Bloku'na oy verip vermeme ayrışması oldu. Türk solunun önemli diyeceğim isimlerinin Kürt sorununa ve Kürt hareketi sorununa (ikisini ayırdetmeden) bakışı ile benim (ikisini ayırdederek) bakışımız farklı. Bu arkadaşlar, Kürtler ezilen ve mağdur bir halk olduğu için otomatik olarak (PKK'sı, KCK'sı ve BDP'siyle) Kürt hareketinin haklı olduğunu düşünüyorlar.
Siz ne düşünüyorsunuz?
Ben ise tersi kanıdayım; Kürtlerin mağduriyeti, Kürt hareketinin haklılığı demek değil. Ve gelen tepkilere bakınca çok da yalnız olmadığım kanısına varıyorum. Seçimler öncesinde pek çok eski sosyalist aydın ve yazar seçimlerde BDP etrafındaki, eşantiyon kabilinden Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve Levent Tüzel'i de aday gösteren "Blok"a oy vereceğini açıkladı. Türk ve Kürt sosyalistleri birleşti, birleşik bir sol oluştu-oluşuyor gibi bir hava yaratıldı. Ben ise "Blok"a oy vermeyeceğimi açıkladım.
Sosyalistler şiddete destek verdi
Neden?
Tâ referandum öncesinden itibaren belirginleşen çeşitli olaylara bakıp, kendi kendime bazı sorular sordum: Radikal Kürt hareketi ve onun legal cephesi olarak BDP, somut pratiği itibariyle, söyledikleri ve yaptıklarıyla desteklenebilir bir güç mü? Yanlışları ve kötülükleri ortada değil mi? Bir türlü şiddetten; BDP açısından, şiddete lâf söylememekten, o şiddeti koruma ve mazur göstermekten vazgeçemeyişi aşikâr değil mi? Öyleyse bu insanlar (ki aralarında çok sevdiğim kişisel arkadaşlarım da var) neden hâlâ gidip BDP'ye ve "Blok"una destek veriyorlar?
Vardığınız sonuç...
Eski alışkanlıkları(mız) itibariyle "ezilenlerin haklı şiddeti" anlayışından vazgeçemedikleri oldu. Bunun üzerine Taraf'ın HerTaraf sayfalarına "Solun 'haklı şiddet'i reddedemeyişi" diye bir yazı yazıp yolladım. Derken, Leyla Zana'nın bir seçim mitinginde sizi demokrasi için, özgürlük için oy vermeye çağırıyorum derken, "sizi gerillaya oy vermeye çağırıyorum" da dediği haberi çıktı. Bunun üzerine, "Hayır, gerillaya oy vermeyeceğim" diye ikinci bir yazı yazdım. Ve iki yazı aynı gün yayınlandı.
Neden BDP'yi desteklemeyi seçtiler?
Bence bunun, sosyalist solun geçmişiyle ilgili sekiz-on ayrı nedeni var. Birincisi, birçok eski sosyalist hâlâ sürekli bir devrim hayali içinde; belli belirsiz de olsa devrimcilikten, daha doğrusu devrimseverlikten kopamamış durumda. Yaklaşık 200 yıllık bir özlem bu. Fransız Devrimi'ni, bir önceki devrimi kaçırmanın üzüntüsü ve nostaljisi, bir sonraki devrimin ise özlemi, hayali, beklentisi içinde yaşayan kuşaklar peşpeşe izledi. Bunun enfes bir tiplemesi, Stendhal'in Kırmızı ve Siyah'ındaki Julian Sorel'dir. Tekrar kilisenin ve bürokrasinin egemenliğine girmiş Restorasyon Fransa'sında boğulmaktadır Sorel. Bu "revolüsyonizm" mirası kalıcı oldu. İkincisi, muhafazakâr koşullarda gıdım gıdım gelişen (veya, gıdım gıdım da olsa geliştiği kadarıyla) demokrasinin, "burjuva demokrasisi" veya bir "aldatmaca" diye, toptan reddini de beraberinde getirdi. Buradan üçüncü noktaya geliyoruz.
Sol 'haklı şiddet' ile yüzleşmeli
Nedir üçüncü neden?
Normal politika ile hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki kuramadık ki, bu da gene devrimseverlikle bağlantılı, sürekli bir heyecan arayışına yol açtı. İlla devrim sabahına uyanacağız, ya da tank sesleriyle uyanacağız! Günlük politika, sıradan demokrasi, bizim kuşağımızdaki pek çok insana sıkıcı ve heyecansız geldi, geliyor. Bu yüzden olmalı ki, dördüncüsü, kullanılan dil, kelimeler ve üslup da normal değil. Hep bu heyecanı ve öfkeyi yansıtıyor. Mesela AKP konusu. Pek çok eski solcu AKP'yi sevmiyor. Sevmeyebilirler; ben de çok sevdiğimi söyleyemem. Ama öyle bir siyasi dille konuşuyorlar ki, sevmemenin veya muhalif olmanın çok ötesine geçiyor. Batsınlar, kahrolsunlar diye konuşuyorlar (bu "yaşasın" ve "kahrolsun" faslı da bitemedi bir türlü). Seçimlerde yenilgiye uğratarak azınlığa, muhalefete düşürmekten değil, "devirmek"ten, "alaşağı etmek"ten söz ediyorlar. Bu, normal politikanın değil anormal politikanın, ihtilâlciliğin ve/ya darbeciliğin dili. Ben bunu kendi aile ortamımdan da çok iyi biliyorum. Çocukluğumda, DP iktidarı ne zaman "yıkılacak" bekleyişi içindeydik. 27 Mayıs olduğunda da İzmir'de Kordon'a çıktık, askerin geçişini alkışladık. Çünkü...
Beşincisi?
Yukarıdaki duyguların hepsi, adı konmamış bir "haklı şiddet" sevdası ile de birleşiyor. Bu da Marx'ın Fransız Devrimini aşırı-teorileştirmesinden gelen bir şey: Yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi şiddettir. Bu illâ böyle mi? Hayır, değil. Geçmişe ilişkin kısmî bir gözlem olabilir, ama geleceğe ilişkin bir zorunluluk genellemesi değeri yok. Ampirik olarak da yok, teorik olarak da. Ne ki, önce Lenin ihtilâli zorunlu bir şiddet öylemi olarak yüceltti. Ardından Franz Fanon, Dünyanın Lânetlileri kitabında, bırakın iktidarın fethi için bir araç olarak şiddeti; kolonyalizm ve emperyalizmin güdükleştirdiği, sakat bıraktığı ruhumuzun arınma aracı olarak "haklı şiddet"i göklere çıkardı. Bunların etkisi hâlâ sürüyor. Oysa bugünkü Türkiye ve dünya konjoktüründe, politik mücadele için şiddeti reddetmemek çok ciddi bir ahlak meselesi, ilke meselesi. Örneğin benim, bırakın şiddeti benimseyen bir partiyi; şiddeti ve şiddetle ittifakı ilkesel olarak reddetmeyen bir parti veya çevrede bile yerimin olamayacağı çok açık. Ama işte benimle aynı veya sonraki kuşaklardan birçok solcu, hâlâ her türlü şiddeti reddediyoruz diyemiyor.
BDP solcu mu, sağcı mı?
Neden şiddeti reddemiyorlar?
Bu da altıncı neden. Türkiye'de "ezilenlerin haklı şiddeti" meselesi eski sosyalistleri özellikle Kürt hareketi ile buluşturuyor. Burada solcuların sıkıntısı şu: BDP'nin siyasetlerine, söylemine ve pratiklerine değil, onların ait olması gereken yere ya da kimi temsile ettiğine dair teorik bir faraziyeye bakıyorlar. Ortada PKK, KCK, BDP var, izledikleri somut politikalar var. Eski solcular bu somut politikalara bakmıyor. Onlar, ezen-ezilen ikileminden bakıp, Kürtler ezilen ve dolayısıyla mağdur konumda olduğu için Kürt hareketinin otomatikman doğru ve haklı olduğu sonucuna sıçrıyorlar. Oysa Kürt sorunu başka, Kürt hareketi sorunu başka. Birçok eski sosyalistin aklına, PKK ve KCK gerçekten solcu mudur, yoksa acaba sağcı ve faşizan mıdır diye sormak gelmiyor. Ne demek yani, ezilen bir halkın hareketi nasıl sağcı veya faşizan olabilir? Oysa bunun o kadar çok örneği var ki: İrlanda'da IRA, Kosova'da UÇK, Kıbrıs'ta EOKA ve EOKA-B. Bu örnekleri hiç düşünmedikleri gibi, PKK açısından benzer bir soruyu akıllarına dahi getirmiyorlar. Tabii bunda, yedincisi, "bizim yapamadığımızı onlar yapıyor" özdeşleşmesi veya hayranlığı da etkili oluyor...
Yani...
Şöyle bir içsel hissiyat : "Biz devrim, devrim dedik başaramadık. Devlet bizi ezdi. Ama bak, PKK, KCK devlete nasıl kafa tutuyor!" Bununla seviniyor, bununla "bizim da âhımızı aldılar, alıyorlar" gibi hissediyorlar. PKK'nın başarılı saldırıları söz konusu olduğunda, birçok eski solcunun içinden, bu yüzden "oh olsun" gibi bir duygu belirli belirsiz de olsa geçiyor. Buna karşılık, PKK'nın sivilleri öldüren eylemlerini, ya da sivillere yönelik tehditlerini bile, çok yarım ağızla eleştiriyorlar. Bazı arkadaşlar "eh, savaştır, bunlar olur" diye yazabiliyor.
Bu, aynı zamanda kendini önemli görme, dikkate alınma duygusuyla da elele gidiyor. Buradan da geliyoruz, sekizincisi, 12 Haziran seçimlerindeki tutuma. Burada, kendini, büyük-büyüyen bir safa ait hissetme arzusu ile "ezilen halkın haklı mücadelesi" varsayımı örtüşüyor, içiçe geçiyor...
Neden?
Seçimlerde "BDP ne kadar çok oy alırsa barış umudu da o kadar güçlenir" varsayımıyla hareket ettiler; daha doğrusu, bunu sorgulamak hiç akıllarına gelmedi. Oysa ben seçimlerden önce şunu gördüm ve yazdım: BDP'nin niyeti bozuk; "köprüden önceki son çıkış"ı arıyor, barış yolundan kaçmak için; seçimlerden çok güçlenerek çıkarsa olası nikâhı o kadar çabuk bozar; halktan alacağı desteği barışa değil uzlaşmazlık ve savaş politikasına destek olarak yorumlayacak ve kullanacaklar. Üniversitede, tarihçi arkadaşlar hep aramızda konuşuyorduk; meselâ bunu Cemil Koçak da çok net gördü. Seçimlerin ertesi günü, uzlaşma, barış ve Anayasa değişikliği yatar, dediğini çok iyi hatırlıyorum.
Hiç mi fark edilmedi bu kadar olgu?
Hayır. Bence bunları hiç düşünmediler. Çünkü bunlar içselleştirilmiş refleksler. Şu anda da pek çok solcu hâlâ aynı havada. Küçük küçük partiler "büyümek" uğruna "Halkların Demokratik Kongresi"ne katılmayı çare gibi görüyorlar. 12 Haziran'da "Blok"a kefil olmanın hatâsını görüp kabullenebiliyorlar mı? Pek sanmıyorum.
Devlet PKK'ya neden güvensin?
Bu süreç nasıl devam eder?
Ben çok ümitli değilim açıkçası. Çünkü Kürt önderliğinin kafasında bir değişiklik görmüyorum. Etyen Mahçupyan'ın çok iyi ifade ettiği bir analiz var: Kürtler, Kürt halkı çok şeyi hak ediyor ama Kürt siyaseti hak ediyor mu? Sorun bu. Tarihte öyle anlar olur ki, maalesef sorumluluk azınlıkta, mağdurda, ezilen diye bilinen tarafta olur. Onların bazı kritik adımlar atmaları veya buna hazır olduklarını göstermeleri, devlet veya hükümetin doğrudan atacağı adımlardan çok daha önem taşıyabilir. Acı ama gerçek. Kürt hareketi bugün Türk devletine, Etyen'in sözcükleriyle "doğru bir şey yapma" fırsatı vermiyor. Politikaları Türkiye'ye doğru bir şey yapmak şansını vermek üzerine değil, bu şansı vermeme üzerine kurulu. Hep ucuzcu ve kısa vadeli gidiyorlar. Uludere sonrasında AKP hükümetinin tavrı felaket oldu. Ama Kürt siyasi hareketinin verdiği olumsuz sınav da ortada.
Hafta başında Leyla Zana "Ben silahların bırakılmasını asla tartışmıyorum. O Kürtlerin sigortasıdır. Bu sorun var olduğu müddetçe o silahlar Kürtlerin güvencesidir" dedi. Zana'nın açıklaması size ne ifade ediyor?
Olacak şey değil, söylenecek şey değil. İşte, anlatmak istediğim her şeyi somutlayan son ve çok açık, en açık bir örnek daha. Eski "gerillaya oy verin" çağrısıyla aynı ses duvarını aşma kertesinde. Ondan bir hafta kadar önce, Kürtlerin ne istediğini görmek için bir çeşit "kendi kaderini tâyin" referandumu yapılmasını önerdi -- ve benim içimden geçirdiklerimi Ahmet Altan açıkça yazdı, "Leyla Zana'yı dinleyin" diye. Tabii bu arada Şahin Alpay da işaret etti ki, bunun ciddiye alınabilmesi için PKK'nın silâh bırakması lâzım, zira silâhlı gerillaların gölgesinde böyle bir referandum tasavvur edilemez. Fakat her neyse; diyelim ki bir demokratik mücadele penceresi daha açılır gibi oldu. Derken, Şahin'in referans çerçevesinde, hakikaten beni ciddiye almayın dercesine bu ikinci demeç çıkageldi.
Bir bakıma, PKK'nın savaştan vazgeçemeyiş gerekçesini, Leyla Zana onların yapmadığı kadar açıkça telaffuz etmiş oldu. Önce devlet Kürt hareketinin taleplerini kabul etmeli, sonra silâh bırakmalımışlar; başka türlüsüne güvenemezlermiş. İmkânsızlığı bir yana; Etyen Mahcupyan'ın bundan bir süre önce yazdığı bir başka ve çok önemli yazıyı çağrıştırıyor : Devlet size neden güvensin? İstemeden kötü siyaset mi, kasıtlı maksimalizm mi, bilemiyorum. Fakat şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne.
Ne var o yüzde?
Gönül ister ki bu sözler ve tavır salt siyasi olarak serbestçe tartışılsın, eleştirilsin. Ne ki, 13 Ocak Cuma günü itibariyle bu da mümkün değil, çünkü Leyla Zana bir kere daha hukuken mağdur. Karşı olduğum KCK tutuklama dalgalarının biri daha başlamış; Zana'nın da evine girilmiş; özetle, demecinin karşılığı gene hukuki yaptırımlarla gelmiş. Eh işte, bu kısır döngü içindeyiz. Şimdi gelin de bu sefer bu mağduriyete tepki dalgası içinde, solculara Zana'nın yanlışlığını anlatın. Ben bu yüzden kötümserleşip duruyorum.
BDP çözümü istemedi
Siz o zaman bugünkü şiddeti doğal bir sonuç olarak görüyorsunuz?
Dediğim gibi, ben hep fiiliyatta ne yaptıklarına bakıyorum. Gerek referandumu boykot kararına, gerekse seçimlere yaklaşımlarına bakarak (ki o dönem eylemsizlik süreciydi, hem Öcalan hem Kandilliderleriyle görüşülüyormuş), şunu gördüm: PKK aslında sürekli platform değiştirerek, bir kampanyadan diğerine geçerek, talepleri sürekli tırmandırarak uzlaşmazlık peşinde ve BDP de buna uyuyor. Dil sorunu diyorlar; iyi güzel -- ama orada durmayıp, hemen başka bir şeye geçiyorlar. Demokratik özerklik diyorlar -- ayrı bayrak, "öz savunma" ve başka fikirlere hayat hakkı tanımayan bir hegemonyacılık ile çıkageliyor. Bir KCK sözleşmesi var; asla asla asla paralel devlet değil diyorlar ama, yurttaşlığa alınma ve çıkarılmadan, yürütme ve yargı organlarından, ayrı bir ceza hukukundan vb söz ediyor. Sonra da bu, masum bir "sivil siyaset hazırlığı" oluyor. Açıkçası, öyle bir maksimalizmi tırmandırdılar ki, nikâh memurunun önünde "hayır" dememek için, nikah öncesinde de facto "sözlü"lüğü bozmak istediklerini düşünüyorum.
Bunu nasıl gördünüz?
Sayıyorum işte; BDP'nin izlediği politikalara, yaptığı açıklamalara bakarak. Özellikle bu yılın başından itibaren çıtasını sürekli yükselttikleri bir sertlik vardı. Hatip Dicle'yi bahane ederek, Meclisi boykot kararı aldılar. Anayasal çözüm değil, PKK'nın dikte edeceği özel bir çözüm istediler. Temmuz başında boykotu sona erdirecekken, hukuki olarak mümkün olmayan, tutuklu vekillerin salıverilmesiyle ilgili şartlar ileri sürdüler. Derken "Demokratik Özerklik ilânı" ile PKK'nın Silvan baskını birleşti. Bunlar tesadüf değildi, hep aynı maksimalizmin sonucuydu.
Yani BDP'nin seçimlerden güçlü çıkması barışa yaramadı...
Evet, yaramadı.
KCK, "Führer Prensibi"ni izlediğinin farkında mı?
Biraz önce solcuların BDP'nin yaptıklarına bakmadığını söylediniz. BDP nedir sizce, sağcı mıdır, solcu mu?
Bazı şeyleri açıkça konuşmamız, birbirimizi kandırmamamız lâzım. PKK açısından BDP,örgütün daima kontrol altında tutulacak, çelik çekirdeğin çizgisinden sapmasına izin verilmeyecek legal cephesi. BDP budur demiyorum ama PKK böyle olması ve kalmasını istiyor. KCK da "savaş sonrası"nın yerel iktidar organı, "demokratik özerklik" alanının güya silâhsız hegemonik, diktatoryal yönetimi olarak tasarlandı. Sen istediğin kadar KCK devlet değildir de; vatandaşlığa girişi çıkışı ve ceza hukukunu bile tanımlamışsın. "İdam cezası yasak"; iyi, güzel. Ama bu, ayrı bir ceza hukuku ve ayrı bir yargı sistemi demek değil mi?
Anlamı nedir bunun?
Sözleşmenin başlardaki bir maddesinde, her şeyin tepesine Öcalan konuyor. KCK yurttaşı olmakla, her şeyin "Önder"in iradesine bağlı olduğu bir çeşit bağlılık yemini etmiş oluyorsunuz. Bu, düpedüz 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarının proto-faşist ortamından yükselen Fuehrerprinzip, "lider/önder ilkesi". Zaten sonra Hitler'in Führer'liğinde somutlandı. Bunun solla, demokratik solla, sosyalizmle ne ilgisi var ? Bugüne kadar bu yapıyı eleştiren hiçbir BDP'liye veya "Blok" milletvekiline de rastlamadım.
Bu yapıya göre Abdullah Öcalan, Führer midir?
Führer büyük harfle "Önder" demek. Eh, tabii ki öyle. Ama siz sanırım Nazi midir diye soruyorsunuz. Sübjektif olarak olmayabilir. Herhalde PKK, ideolojisinin Nazizmle kıyaslanabileceğini aklına bile getirmemiştir ve şimdi buna ne kadar kızacaklarını tahmin bile edemiyorum. Varsın öyle olsun. En azından, şeflik otoritesini bu kadar fetişleştiren bir maddeyi kaleme alabilen ve "KCK Sözleşmesi" diye bir belgenin başına geçirebilen bir önderlikten ve bunu kabullenen bir örgüt tabanından, gerek kendi içlerinde ve gerekse makro planda, Türkiye'nin bütününde, demokrasi adına hiç ama hiçbir şey beklenemeyeceğini, Türkiye'de demokrasi mücadelesinde hiçbir itici güç rolü oynayamayacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani...
Bütün bu yapıya ve pratiklerine baktığım zaman ben BDP'yi nasıl otomatik olarak solda görebilirim? Bir diğer benzetme Kuzey Kore ile olabilir. İlginçtir; Kim hanedanını o kadar eleştiren eski-yeni sosyalistler resmi Atatürkçülük'le benzerliğini yazdılar da, hiçbiri, KCK politik kültürü ile benzerliğini yazmadı.
Siyaset yelpazemiz tek kanatlı
Meclis'te 4 parti var. Bunları siyasi yelpazeye nasıl dizersiniz?
Sol mutlak değil, tamamen göreli bir kavramdır. AKP, CHP ve MHP arasında, şu andaki konumları itibariyle AKP merkezde; CHP onun sağında; CHP'nin sağında da MHP var. Artıları ve eksileriyle AKP esas olarak bir merkez partisi, ama diğerleri daha sağda olduğu için görece solda kalıyor. Türkiye siyasetinde, ortanın solunda bir boşluk var -- muazzam bir boşluk. Tek kanatlı bir siyasi yelpazemiz var. Türkiye'de meselâ Taraf'ın muadili bir sol parti yok. (Yeni Şafak)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.