Cumhuriyet’ten Selin Ongun’a konuşan Sever'in o söyleşi şöyle:
Davutoğlu bırakırken, kongreye gidilirken o Pelikan bildirisi ne anlama geldi şimdi?
Davutoğlu’nun çevresi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresi arasında perde arkasında yaşanan bir çekişme vardı zaten. O çekişmenin bir kısmı kamuoyuna yansıyordu, bir kısmı ise hiç yansımıyordu. Pelikan hadisesi aradaki çekişmenin geldiği noktayı gösterdi. Fakat bence “o mu yazdı, bu mu yazdı” tartışmasının önemi yok.
Pelikan’a izin en yukarıdan
Neden önemi yok?
Orada işler talimatla yapıldığı için önemli olan ona yeşil ışık yakılması, yazılanlara izin verilmiş olması, “böyle bir şey yapın” denilmiş olması. Önemli olan kimin yazdırdığı.
Kim yazdırdı?
En yukarıdan gelen bir şey, çok bariz.
Bir yandan da bilmediklerimiz varmış, onları öğrendik Pelikan’dan. Mesela Abdullah Gül’ün temayül yoklamasından birinci çıktığını bilmiyorduk. Acaba Gül kendisi biliyor muydu?
Tabii ki, o dönemde kendisinin yanında çalıştığım için ben de biliyordum. Abdullah Gül’e çıkan destek yüzde 76’ydı. Ahmet Davutoğlu’na çıkan destek de yüzde bir civarındaydı. Arada korkunç bir uçurum var. İşin tuhaf tarafı da orada. Tabanın görüşü bizim için çok önemli, deyip tabanın görüşünü dikkate almadan bildiğini okumak ancak bu kadar olur.
Pelikan bildirisine Gül nasıl baktı?
Onu kendisi ile konuşmadık. Burada altını çizmek istediğim bir konu var. Evet, 12 yıl Sayın Gül ile çalıştım. Fakat 2 yıldır birlikte çalışmıyoruz. Elbette belirli aralıklarla görüşüyoruz. Ancak benim çeşitli vesilelerle sarf ettiğim görüşlerim Sayın Gül ile irtibatlandırılıyor, sözlerimin ardında Sayın Gül’ün olduğuna dair spekülasyon yapılıyor. Ben artık Sayın Gül ile çalışmadığım için ne söylüyorsam bunu kendi adıma söylüyorum. Sözlerime farklı bir anlam yüklememek gerekir.
12 yıl o harekette yaşananların tanığı olarak soralım size; içinde bulunduğumuz günlerin adı nedir sizce?
Ben AK Parti dönemini 2’ye ayırıyorum. Çok başarılı bir ilk dönem var. Peş peşe demokratik reformların yapıldığı, AB’ye üyelik yolunda önemli adımlar atıldığı, Türkiye’nin ilgi ve hayranlıkla izlendiği bir dönem. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir Türkiye, İslamın demokrasi, laiklik ve çoğulculukla bağdaştığını gösteren bir model sunuyordu dünyaya. Bu yüzden, sadece Batı değil, İslam dünyasında da umut ve heyecan uyandırıyordu. Bu, küresel anlamda bir fırsattı. Maalesef ikinci dönemde bu fırsat ve model çöktü.
Bunu nasıl somutlarsınız?
Bugünü AK Parti’nin ilk dönemi ile kıyaslarsak şunları rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugünkü Türkiye, AB ile müzakerelere dahi başlayamazdı. Müzakerelerin önkoşulu olan Kopenhag siyasi kriterlerinden olağanüstü şekilde geriye dönüldü. Hatırlayın, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclis Başkanı bugünkü Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ydu. Bugün seçim olsa Çavuşoğlu’nun ya da başka bir Türk’ün oraya seçilmesi söz konusu bile olamaz. Yine hatırlayın, Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’ne 153 ülkenin desteğini alarak seçilmişti. Bugün seçilmesi imkansız. İslam dünyası ile ilişkilerde de bunu görebiliriz.
Ekmeleddin İhsanoğlu İslam Konferansı Örgütü’nde iki kez üst üste genel sekreterlik yaptı. Bugün oraya genel sekreter dahi seçtiremeyecek durumdayız. Türkiye’nin öyle bir gücü ve imajı kalmadı. Bir başka önemli nokta: Türkiye o dönem soft power-yumuşak güç işlevi görüyordu. Dünyada sorunları olanlar “arabuluculuk yapın” diyerek Türkiye’nin kapısını çalıyordu. Afganistan-Pakistan belirli aralıklarla Cumhurbaşkanı düzeyinde Türkiye’nin arabuluculuğunda toplantılar yapıyordu.
Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan aralarındaki sorunların çözümü için Türkiye’ye geliyordu. Çok anlamlı bir örnek daha var. Türkiye, Netahyahu ile Esad arasında arabuluculuk yaptı. Üstelik başarılı olunuyordu, son anda olmadı. Ayrıca Filistin Devlet Başkanı Abbas’ı ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’i Türkiye aynı anda davet edip onların ellerinin birbirine kenetleyip, Meclis’te arka arkaya konuşturabilen bir Türkiye vardı. Böyle bir ağırlıktan bütün dünyayla kavgalı bir Türkiye’ye gelindi. Çok yazık oldu.
“Cumhurbaşkanına yüzde 99 biat da yetmiyor”
Sadece dünyayla kavgalı değil, kendi içinde de kavgalı bir Türkiye…
Kesinlikle öyle. Kendi içinde herkesi kucaklayan, iç barışı sağlayan, içeride güçlü olan Türkiye zaten o gücü dışarıya yansıtıyordu. Bugün maalesef Türkiye’nin yarısı kendisini, kendi ülkesine yabancı hissetmeye başladı. İktidar, özellikle Kürtlerin, liberallerin, laiklerin ülkelerine olan aidiyet duygusunu yok ediyor. Bu, insanları kendi ülkelerine karşı yabancılaştırıyor. Belki de meselenin en vahim ve tehlikeli kısmı bu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin yarısını depresyona soktu.
AK Parti’nin içinde de aidiyet duygusunda zayıflama var mı sizce?
Elbette orada da var. İnsanlar çıkıp açıkça konuşamıyorlar. Bir korku ve çekinme hali var. Bu, bence iki nedenden kaynaklanıyor. 1) Bazı insanlar menfaatlarından, elde ettikleri kazanımlardan, imtiyazlardan dolayı olup bitene kuşkulu ve kaygılı baksalar da bunu dillendiremiyorlar. 2) “Davaya ihanet eden adam, arkadan hançerleyen adam” etiketi yememek için susuyorlar.
AK Parti’nin dava temasına nasıl bir parantez açarsınız?
Dava filan kalmadı. Neyin davası? Menfaat, çıkar davası.
Başkanlık davası?
Şu anda zaten Tayyip Erdoğan fiilen başkan. Recep Tayyip Erdoğan ne istiyor da bu ülkede olmuyor? Hangi dediğine karşı çıkılıyor? Sözünü nereye geçiremiyor? Başkan olduktan sonra daha ne olacak? Bu sorulara da cevap vermek lazım.
Davutoğlu’nun başına ne geldi sizce?
Davutoğlu ne bekliyordu ki, az önce temayül yoklamasındaki oranlardan bahsettik. Zaten temayülden yüzde bir almış, bir kişinin iradesiyle ve kendisini seçenin bir dediğini iki etmeme şartı ile o makama gelmiş.
Cumhurbaşkanı yüzde yüz biat istiyor. Yüzde 99 biat yetmiyor. Dediklerinin yüzde 99’unu yapıp birini yapmazsanız bitiyorsunuz gözünde. Davutoğlu bu süreçte pek çok sınavdan geçti ve aslında hepsini kabullendi. MKYK ve Bakanlar Kurulu oluşturulurken, neredeyse tamamını Cumhurbaşkanı belirledi. Dolayısıyla bunları içine sindirip bugün olanlara şaşırması tuhaf.
İstişareden istihareye
AK Parti’nin vardığı nokta, diyerek soralım?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şöyle bir yöntemi var. Eziyor, korkutuyor, bir anlamda karşısındakinin kişiliğini değersizleştiriyor ve sonra kendisine bağlıyor. Temel unsur sindirme ve korkutma. Bu yöntem sadece kendisine oy vermeyen çevrelere yönelik olarak işlemiyor. Sindirme ve korkutma kendi örgütüne, çevresine dönük olarak da çalışıyor. Söyleşinin başında sözünü ettiğim o ilk dönemde herkesin görüşünü anlattığı istişare toplantıları yapılırdı.
Artık iş öyle bir noktaya gelmiş ki, MKYK toplantısına katılan bir kişiden dinledim. Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu dönemde bir MKYK toplantısında üyelerden biri şunu söylemiş: “Efendim bizim istişareye ihtiyacımız yok bizim istihareye ihtiyacımız var. Siz istihareye yatacaksınız, gelip bize söyleyeceksiniz. Biz de onu harfiyen yerine getireceğiz.” Bu örnek bugün AK Parti’nin geldiği noktayı anlamamız bakımından çok şey ifade ediyor.
Davutoğlu’nun yetkilerini elinden alan MKYK’deki 47 imzalı önergeden hareketle kitabınızdan alıntılayarak soralım: “Gül’ü ikna etmek için partiden ziyarete gelen bakan ve milletvekilleri çok fazlaydı, ama o ikili oynayanları biliyordu.” Gül’ün kararında ikili oynayanlar nerede durur acaba?
Çekilme kararı almasındaki faktörlerden biri de o zaten. O ikili oynayanları gördükçe güvensizlik oluştu. Haklı olarak “İkili oynayanlarla mı yola çıkacağım” duygusuna kapıldı. Haksız değildi.
Şimdi o ikili oynayanlar siyasetin sahasında mı?
Öyle.
Davutoğlu veda ederken “Son MKYK’deki yöntemi yol arkadaşlığıyla bağdaştıramadım” dedi. Doğrudan Erdoğan’ı hedef almadı ama Erdoğan’ın MKYK’sinin yol arkadaşlığına uygun davranmadığını söylemiş oldu. Tarih tekerrürden mi ibaret oldu?
Kendisi zamanında Abdullah Gül’e karşı öyle mi davranmış?
Burada o soru var: Partinin abileri son Davutoğlu resmine nereden bakarlar?
Partide abi mi kaldı? Kimi tasfiye edildi, kimi de kendi isteğiyle çekildi. O kurmay kadro partide değil neredeyse. Dolayısıyla abiler dışarıdan nasıl bakıyorlar sorusu daha uygun. Orada da “davaya ihanet eden kişi” durumuna düşmemek için çoğu suskun kalmayı tercih ediyor.
Troller ve kurucu abiler
“İhanet eden” yakıştırmaları abilerin psikolojisinde de etkili oluyor mu?
Tabii ki etkili. Recep Tayyip Erdoğan’ın o sindirme, korkutma yöntemini desteklemek, etkinleştirmek için bir troll sistemi kuruldu. Bülent Arınç’ın, Abdullah Gül’ün, Hüseyin Çelik’in, Sadullah Ergin’in başına gelenlere bakmak gerek. En küçük eleştirinin ardından hemen harekete geçiliyor, bir mitralyöz gibi kurşun yağmuruna tutuluyor. Öyle bir yapı kurulmuş ki, pek çok insan konuşmayı göze alamıyor. Çünkü ağzını açıp tek kelime ettiğinde müthiş bir saldırıya hedef oluyorsun.
2014 yazında “Abdullah Gül AK trollerin peşinde” haberleri çıkmıştı. Haberler özetle şöyleydi: “Gül hakkında karalama kampanyası yürüten ve AKP içinden yönetildiği iddia edilen Twitter hesaplarını Köşk deşifre etti.” Doğru muydu bu haberler?
Doğru, evet. Şu kadarını söyleyebilirim. Kim oldukları, kimler tarafından yönlendirildikleri belli. Öğrenildi. Bugün de baktığınız zaman AK trollerin İstanbul’da değişik yerlerde büroları var. Merkez olarak oralar kullanılıyor. Ve Saray’dan yönlendiriliyor bu AK troller. Talimatlar oradan geliyor. Edindiğim bilgiye göre de bütün bu operasyonu yürüten Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mustafa Varank.
Bu konu Erdoğan ile Gül arasında masaya getirildi mi?
O dönem bunu Sayın Gül’ün dillendirdiğini söyleyebilirim. Bunu bir şikayet olarak kendisine ilettiğini biliyorum.
2014 yazından bahsediyorsunuz. Daha sonra da iletti.
“Saray’dan işaret verildiği an troller işbaşında”
Sadece Gül değil, Bülent Arınç’tan Hüseyin Çelik’e ve son olarak Ahmet Davutoğlu da trollerden nasibini aldı.
Saray’dan işaret verildiği, hedef gösterildiği anda troller gereğini yapıyor. Trollerin başvurdukları yöntem ortada. Yalan, iftira, linç, şantaj, tehdit, hakaret… Dinin yasakladığı her yola dindar adı altında başvuran bir troll şebekesi ile karşı karşıyayız. Ve bundan rahatsız olmayan bir parti yönetimi var.
Davutoğlu genel başkanlık koltuğuna oturduğu andan itibaren kendi tutarlılık çizgisini koruyan ve çıtayı yükselten bir profil izleseydi akıbeti ne olurdu?
Belki bir süre daha kalırdı. Ama finaldeki resim değişmezdi. Bence Tayyip Erdoğan, Davutoğlu dönemini bir geçiş süreci gibi kurdu. Şimdi yerine kimi getirecek ise onu o zaman getirmenin partide çok kabul görmeyeceğini düşündü.
27 Ağustos’taki vefa kongresinde Davutoğlu konuşurken neredeyse tüm teşkilatı selamlamıştı…
Bir kişi hariç; Abdullah Gül.
O kongreden 22 Mayıs kongresine nasıl tecelli etti siyaset oyunu?
Yerine gelen de herkesi selamlayacak ama onu selamlamayacak. Ya da adını laf olsun diye anacak.
Yerine kim geçecek, kısmında 3B toto oynanıyor Ankara kulislerinde. 1) Bekir Bozdağ 2) Berat Albayrak 3) Binali Yıldırım? Bir de ‘hangisinin olacağı önemli değil’ diyenler var?
Ben de ne önemi var, diyenlerdenim. Çünkü gelecek olan yüzde yüz biat ile gelecek.
Plan ne?
Tek adamlığı sonuna kadar götürmek. Yetkiye ve güce doymayan bir Recep Tayyip Erdoğan var. Tek adamlığını her alanda tamamen ete kemiğe büründürmek.
-Erdoğan oyunu MHP’deki gelişmelere göre de kuracak, yorumlarına katılır mısınız?
MHP’deki gelişmeler AK Parti açısından da hayati önemde. O yüzden bu kadar yakından takip ediyorlar. Erdoğan büyük ölçüde Bahçeli çizgisine geldi bugün. Bahçeli’nin açmazı biraz oradan kaynaklanıyor. Kendi görüşlerinin uygulanması politik anlamda onu bir tutarlılık sınavına sokuyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.