Fethullah Gülen, "Dünyada en çok nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin'dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiş, bir kirli imaj meydana getirmiştir" dedi.
Farklı dinler arasına 'dinlerarası Diyalog' porjesinin mimarı olan Gülen, bu kez de Türkiye'de son yıllarda ayrışma yaşandığı gözlemlerine cevap olarak da 'Kemalist' cepheye diyalog çağrısında bulundu.
Fethullah Gülen bu açıklamaları Almanya'da Türkçe-Almanca yayın yapan Deutsch Türkische Nachrichten haber sitesinden Michael Maier'e yaptı. İşte o söyleşi:
'Tarihte suçlanmayan peygamber var mı?
Hareket sık sık saldırılara da maruz kalıyor. Gizli bir ajandası olduğu, bir zaman sonra İslâm devleti kurmak için devlet teşkilatlarına toplu olarak nüfuz ettiği suçlamasında bulunuluyor. Bu suçlamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Haşa, yanlış anlaşılmasın, hayatımda hiçbir zaman bir şey olma iddiasında bulunmadım; sadece soruya daha net cevap verebilmek için söylüyorum: Tarihte suçlanmadık peygamber var mıdır? Kaç peygamberin canına kıyılmış, kaç peygamber memleketinden çıkmaya zorlanmıştır. Oysa bütün peygamberlerin ortak yanlarından biri, dini tebliğ karşısında insanlardan en küçük bir menfaat beklememiş olmalarıdır. Peygamberler gibi en masum insanlar bile en alâkasız şeylerle suçlanabiliyor, hattâ katledilebiliyorlarsa, demek ki, bütün faaliyetleri insanların hayrına da olsa, herkes belli suçlamalara maruz kalmaktan kurtulamayacaktır. Peygamberlerden başka, en ağır suçlamalara maruz kalan, hattâ idam edilen, yakılan binlerce ilim adamı, insanların sadece hayrına çalışmış binlerce evliya gelmiş geçmiştir. Eğer yaptığınız işler, sizin bunların karşısında dünya adına hiçbir beklentiniz olmasa da, bazılarının menfaatlerine, menfaatleri istikametinde kullanmaya alıştıkları ideolojilerine dokunuyorsa, hele bu bazıları bir takım hileler ve düzenlerle "devlet teşkilatlarına sızıp nüfuz etmiş ve bu teşkilatları ele geçirmiş" de herkesi kendileri gibi bilme illetine maruzsa, ayrıca, bazılarının da kıskançlığını çekiyorsa, elbette sizi suçlayacak bazı şeyler ileri süreceklerdir. Şahsen dinî bir kimliğim olduğu, Türkiye'de uzun yıllar bir devlet memuru olarak imamlık ve vaizlik yaptığım için fakire karşı yöneltecekleri suçlama da, gündeme en uygun düşecek bir suçlama olacaktır. 1958 yılından beri resmî vazifelerimle, yazdıklarımla, konuştuklarımla, yaptıklarımla halkın içindeyim. Bahsini ettiğiniz suçlamalar karşısında hakkımda bilhassa askerî darbeler dönemlerinde davalar da açılmış. Fakat 50 yılı aşkın bir zamandır bu suçlamaları haklı çıkaracak tek bir delil ortaya konamamış; hakkımda açılan davalar hep beraatla neticelenmiş, hattâ Türkiye'de 28 Şubat sürecinde açılan davada, davaya temyizde bakan Yargıtay 9. Dairesi, oy birliğiyle beraatımı tasdik etmiş. Daha da ötede, "hareket"e mensup olduğu iddia edilen milyonlarca insandan hiçbiri, dünyanın herhangi bir yerinde bahis mevzuu suçlamayla mahkûm edilememiş. Öyleyse, bu nev'i suçlamaların ne kadar tutarsız olduğu ortada değil midir?
Türkiye, esaslı bir değişimden geçiyor. Hareketin Türkiye'de bu bağlamda hangi katkılarından söz edilebilir?
Madem ki bir tekâmülü savunuyoruz ve varlıkta bir tekâmülün olduğu da açıktır; o halde, bilhassa haberleşme ve muvasala vasıtalarının olabildiğince geliştiği ve bilgi teknolojisinin âdeta sınır tanımadığı, ayrıca değişimin en büyülü, en tesirli bir mefhum haline geldiği bir zamanda hiçbir toplumun belli bir noktada kalamayacağı açıktır. Türk toplumu da, sadece bugün değil, birkaç asırdır değişiyor. Üç asır önce başlayan Batılılaşma istikametinde nihayet Meşrutiyet'ten sonra Cumhuriyet'e geçmiş, Cumhuriyet döneminde belli devrimler gerçekleştirmiş, 61 yıl önce çok partili hayata geçip, cumhuriyeti demokrasiyle bir ileri seviyeye taşımış bir toplumuz. Toplumumuzun bu sürekli ileri doğru hareketi, onu belli bir statükoya hapsetmek isteyenler, bunun için de toplumun tekâmülünden ve değişmesinden korkanlar tarafından -ki bu gerçek, önceki sorunuza cevabın bir boyutunu, yani fakire karşı yöneltilen suçlamaların bir sebebini de teşkil etmektedir- defalarca önü kesilmiş de olsa, elbette devam edecektir. Dolayısıyla, 1980'den sonra Türkiye, artık hem kendi içindeki, hem de dünyadaki şartların da zorlamasıyla iki hamle yapmaya mecbur kalmış, bu hamlelerden serbest piyasa ekonomisi Türkiye'de temel bulmuş ve devam ederken, özgürlükçü demokrasi ve hukuk hakimiyeti hamlesi ise son on yılda belli bir mesafe almıştır denebilir. Bu değişimden şahsıma atfedilen "hareket"e, daha doğru bir tabirle, gönüllüler örfanesine düşen payın ne olduğu, doğrusu benim cevaplayabileceğim bir soru değildir. Çünkü, bu "hareket" veya örfane, toplumun bir kesimine ait değildir. Her kesimden ve düşünceden insan bu örfaneye katıldığı için, onların bahis mevzuu değişime katkılarını kestirmek zordur. Belki onların eğitim, hoşgörü ve diyalog faaliyetlerinin değişimdeki rolü bahis mevzuu edilebilir. Bu ise geniş bir sosyolojik çalışmayı gerektirir.
'Türkiye'de ayrışmış iki gruptan söz edilemez'
Türkiye'de Kemalistler ile Müslümanlar arasındaki uçurum hep devam edecek mi? Ya da pragmatik bir yan yana yaşam, hattâ bir barış söz konusu olabilir mi?
Bu soru, Kemalistler içinde Müslümanların, Müslümanlar içinde ise Kemalistlerin olmadığı veya bu iki kesimin birbirinin tamamen zıttı olduğu gibi bir düşünceyi barındırmaktadır. Bunu, soruyu tashih etmek gibi bir gaye için söylemiyorum, işte sözünü ettiğiniz problemin asıl sebebini ortaya koymak adına söylüyorum. Yani, ne Türkiye'de Müslümanlar ve Kemalistler olarak her bakımdan ayrışmış iki gruptan söz edilebilir, ne de bu iki grup arasında kapanmaz uçurumların varlığı söz konusu edilebilir.
Biz, kaynaşmış bir mozaik niteliğine sahip bir "İmparatorluk" toplumunun mirasçılarıyız. Asırlarca Müslüman, Hıristiyan, Musevî, Sünnî, Alevî, Türk, Kürt, Çerkez, hattâ Yunan, Bulgar, Boşnak, Sırp, Arap, yani bir milletler, dinler, ırklar ve diller mozaiği olarak yaşadık. Türk toplumu, işte bu mozaiğin mirasçısı ve hangi din, ırk ve etnisiteye mensup olursa olsun bir arada kardeşçe yaşamayı bilen bir toplumdur. Fakat ne yazık ki Türkiye'de, kısmen bir takım haricî tesirlerle de, birlikte kardeşçe yaşamadan rahatsız olan ve bunu menfaatlerine aykırı bulan çok küçük fakat tesirli grup veya gruplar var. Yoksa ayrışmış Müslümanlar ve Kemalistler diye iki grup yok. Şahsen, sözünü ettiğim küçük grubun da bir gün gerçeği göreceğini, onların da menfaatlerinin, hayrına olanın, farklılıkları zenginliği olan Türk toplum mozaiği içinde kaynaşmaktan geçtiğini göreceklerini ümit ediyorum. Bu, hem Türkiye'nin, hem bölgemizin, hem de Türkiye ve bölgemizin dünya konjonktüründeki yerinin önemi zaviyesinden, dünyanın hayrınadır.
Türkiye'ye hasretimi ancak kavuşursam giderim'
Türkiye'ye tekrar dönecek misiniz?
Elbette "kerîme-i tarih" olan güzel yurdumun hasreti içindeyim. Daüssıla, her garibin çektiği bir ağrıdır ve onu ancak vuslat giderir. Fakat bu mevzuda diyebilirim ki, bir bakıma Kader'in gönüllü mahkûmuyum.
Almanya'daki Müslümanlar için mesajınız nedir?
Estağfirullah. Kimse için mesaj verme konumunda bir insan değilim. Fakat Allah'ın O'nun rızasını kazanma hedefi taşıdığı ümit ve recası içinde bulunan ve bu maksatla insanlara hizmeti Yaradan'a kulluğun en önemli buudu olarak gören bir kulu olarak, şunu söyleyebilirim: Küreselleşen ve artık büyükçe bir köyü andıran, dolayısıyla herkesin herkese komşu olduğu bir dünyada Müslümanlığın çok önem verdiği komşuluk düsturlarına göre davranmak, İslâm'ın âlemler için rahmet olduğu, Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) âlemlere rahmet olarak gönderildiğinin şuuru içinde birer rahmet insanı olmak ve İslâm'ın lekesiz ve ak yüzünü karartacak her türlü davranıştan uzak durmak, dünyanın her yerindeki Müslümanların vazifesidir ve hayrınadır.
Avrupa'daki gayr-ı Müslimler için mesajınız nedir?
Önceki sorunun cevabında arz ettiğim gibi, küreselleşen ve artık büyükçe bir köyü andıran, dolayısıyla herkesin herkese komşu olduğu bir dünyada Müslümanlığın çok önem verdiği ve Müslim - gayr-ı Müslim herkes tarafından kabul edilebilecek komşuluk düsturlarına göre davranmak ve Hz. Ali'nin daha önce de arz ettiğim, burada manâsı istikametinde az değiştirerek arz edeceğim şu sözünü baş tacı etmek, bütün dünyanın, bütün insanlığın hayrına ve yararına olsa gerektir: "İnsanlar, kendi inancımızdan, kendi dinimizden ise dinde, değilseler insan olmakta kardeşlerimizdir."
'Bin Ladin'den nefret ediyorum'
11 Eylül 2001 hadisesinin planlayıcısı olarak bilinen Üsame bin Ladin hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu soru, sözünü ettiğiniz 11 Eylül hadisesini takip eden günlerde yapılan bir röportajda da sorulmuştu ve cevabını vermiştim. O zaman, "Dünyada en çok nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin'dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiş, bir kirli imaj meydana getirmiştir. Bin Ladin, hissini, hevesini İslâmî mantık yerine koymuş, vahşet öncülüğü yapmıştır. Etrafındaki adamlar da öyle hareket etmiştir. Türkiye'de de böyle düşünen insanlar varsa, onlar da canavarlığa kilitlenmiş insanlardır. Biz onların mülâhazaları türünden mülâhazaları lânetleriz." demiştim. Burada şunu ilave edebilirim ki, mesele bir Üsame bin Ladin veya bir başka şahıs meselesi değildir. Dün Üsame bin Ladin vardı; bugün başkaları, yarın başkaları olabilir. Mühim olan, bilhassa Din adına yanlış yapan, onun yanlış tanınmasına sebep olan her kimse, eğer bunu bir de bazı nefsanî sebepler altında bilerek, şuurunda olarak yapıyorsa, böylesi ancak nefret çeker. Bir ağaçta bir çürük meyve, gerçi o ağacın çürük olduğunu göstermez; fakat ağacı çürük olarak görmek isteyenlere koz verir. Üzerinde milyarlarca meyve bulunan ve dünyanın her tarafına dal salmış mübarek ve sağlam bir ağaç düşünün. Bu ağaç yalnız yeni meyve vermiyor; asırlardır meyve veriyor. Bu meyveler içinde pek çok çürük meyve bulunabilir. Fakat bilhassa temsil mevkiindeki, tanınmış bazı meyveler şuurunda olarak kendilerini çürütür ve ağacın da, milyarlarca diğer meyvelerinin de sağlamlığı konusunda zihinlerde şüphe, hattâ bazı zihinlerde netice hâsıl edecek olurlarsa, bu, milyarlarca meyveye ve o ağaca büyük ve affedilmez bir cinayet olur. Bu cinayeti işleyen de korkunç ve affedilmez bir cânidir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.