Ersin Tek – İlke Haber
“Hiç bir şey keşfetmeksizin büyük meseleleri uzun uzadıya anlatmak yerine, keşke bir tek olgu, hatta küçük bir şey, keşfetseydim.” (Galileo Galilei)
Tarihte işgal ettikleri yerleri göz önüne alınınca, bilim insanlarını daha iyi dinlemeye ve incelemeye çalışmak için birçok nedenimiz bulunmaktadır. En önemlisi, onların çalışmaları ve öngörüleri öylesine derinlik ve bilgelik taşır ki, on yıllar önce yaptıkları çalışmalar ve öngörüler on yıllar sonra da gündemimizin en tepesinde yer almayı sürdürür. Basit görünen kızgınlıkları, kırgınlıkları, yenilgileri, özlemleri ve sınırsız hayallerle dolu hikâyeleri bizlere önemli ipuçlarını verir ve bizi durumla ilgili kendi yolumuzu çizmeye ve geliştirmeye zorlar.
Bu nedenle bu bilim insanlarının mirasını ve özellikle düşünce sürecini bilmek, değerlendirmek ve doğru anlamak bir zorunluluk arzetmektedir. Bu anlamda bizlere hem kendinden önceki hem de kendi çağdaşı olan bilim insanlarının öncülük ettiği çalışmalara dair yepyeni bir bakış sunmaya ve onların mirasını güncel ve değişik teknikler aracılığıyla daha doğru bir şekilde betimlemeye kendini adamış olan ve sürekli olarak yeni projeler üretme ve çevresindeki insanların düşünce dünyasına bir derinlik katma gayretinde olan Kürd akademisyen, bilim insanı Prof. Dr. Osman Yaşar ile konuştuk. Röportajımızın birinci bölümünü ilginize sunuyoruz.
- Önce kısaca kendinizi tanıtmanızı isteyeceğiz, mümkünse?
1958’de Kürtçe adı Gever olan Yüksekova’da doğdum. Babam nüfus memuru, annem ise ev kadınıydı. 3 ülkeye dağılan geniş bir aşiretten olmama rağmen, yörede az rastlanan iki çocuklu küçük bir aileden geliyorum. Benden 3 yaş büyük bir kardeşim (Fikret) var. Yıllarca eğitimci ve turizmci olarak çalışan kardeşim son 10 yıldır Kürt tarihi ve dili üzerine araştırmalar yapmaktadır. Anne-babamız eğitime çok önem veriyordu. Annemiz ilk öğretmenimizdi. Kardeşim gibi, ben de çok küçük yaşta Kuranı Arapça şekliyle okuyabiliyordum. 6 yaşında ilk okula başlayınca Türkçe bilmediğim için mi yoksa Türkçeden başka bir dil konuştuğum için mi bilmem ama okula gittiğim ilk gün çok kötü bir dayak yedim öğretmenden. Öğretmen, ‘Kim o Kürtçe konuşan’ deyince, korkudan titreyen diğer öğrenciler beni gösterdi. Ben titremiyordum çünkü o çocuklara göre daha yeniydim ve halen dünyanın bana güzel bir yer olduğunu anlatan anne-babamın masumiyetini taşıyordum. Yediğim bir Osmanlı tokadı ile sol elimin orta parmağının tırnağı ve masumiyetimin büyük kısmı uçup gitti, yerine kafamdan ve yüzümden akan kanlar ve hayatım boyunca unutamayacağım bir travma bıraktı. Her neyse, ilk okulu Gever’de bitirdikten sonra babam nüfus müdürü olarak terfi ettirildi ve başka bir ilçeye (Uludere) tayin edildi. Orada ortaokulu okudum ve cesur olmayı öğrendim. Annem’in bizi yetiştirdiği terbiye ile kimseyle kavga etmezdik ve kötü söz söylemezdik. Uludere’de kendimi fiziksel olarak savunmayı öğrendim. Uludere’de lise olmadığı için babamı çok seven Bolu il nüfus müdürü bizlerin liseyi okuması için babamın tayinini Abant ve Gerede’ye çıkardı fakat Hakkari Valisi de babamı çok sevdiği için karşı bir teklif yapıp onu Hakkari il merkezine nüfus müdürü olarak terfi ettirdi. Böyle olması çok iyi oldu çünkü bizi asimilasyona karşı korudu ve yöresel kültürümüz ve dilimiz ile olan bağımızı korudu. Hayatım boyunca her zaman sınıfımın ve okulumun en başarılı öğrencisi idim ama aynı zamanda iyi bir atlet olarak yetiştim. Futbol ve voleybol dallarında lise takımında oynayıp okulumuzu Malatya ve Urfadaki bölgesel yarışmalarda temsil ettim. Hakkari’deki Zap Spor’da oynamaya başlamama rağmen Gever ve Hakkari arasında çok aşırı bir rekabet olduğu için akrabalarım hemen beni Cilo Spor’a yazdırdılar. Velhasıl, futbola olan aşırı tutkum ve insanların beni o yöne itmesiyle, lise birinciliğinden ötürü hak kazandığım Hacettepe Tıp Fakültesi yerine o günkü aklımla daha kolay olduğunu düşündüğüm bir bölüme (Fizik!) kaydoldum. Aslında, Fiziğe olan sevgimin bir sonucu da olabilir bu seçimim. Her ne kadar kendisini görmediysem bile, Müftü olan dedemin astronomiye olan ilgisinin beni etkilediğini düşünüyorum. Üniversitenin ilk yılında sadece İngilizce okuyorduk ve ben de Gençlerbirliği’nde lisanslı olarak futbola başlamak üzereydim. Birden patlayan sağ-sol olayları okulu ve yaşamı burnumuzdan getirmeye başladı. Yaşadığım sakatlık ve Fizik öğrenimime başladığım ilk sömestride bütün derslerden ikmale kalmam kafama tak etti ve uyandım. Ondan sonra tekrar sınıfın en başarılı öğrencisi oldum ve son sınıfta da hocalarım, benim Asistan olarak kalmamı ve doktora yapmamı teşvik ettiler. 12 Eylül 1980 günü Hacettepe Asistanlık sınavına girecektim ama askerler evden çıkar çıkmaz geri yolladılar. Bir hafta sonraya ertelenen sınavı rahatlıka geçtim ama Hacettepe Universitesi Asistanların statüsünü değiştirip ilk kez bizlere uygulanmak üzere yerine Araştırma Görevliliğini getirdi. Sebebi şuydu: Asistanlar çok iyi maaş aldıkları ve pozisyonları kalıcı olduğu için yan gelip yatıyorlardı ve doktoralarını 10-12 yılda bitirenler oluyordu. Sayıştay yeni bir uygulama başlatıp Araştırma Görevlilerin maaşını %40 kesince, ben de henüz bu uygulamaya geçmeyen diğer üniversitelerdeki Asistanlık sınavlarına girmeye başladım bir arkadaşımla. Hepsini de kazanmamıza rağmen H.Ü’deki doktoramı bitirmeden hiç bir yere gitmek istemedim. Ne var ki İnönü Üniversitesi Rektörü Ali Fuat Cesur peşimi bırakmadı. H.Ü’deki Doçentler kadar maaş ve doktora bitinceye kadar Hacettepe’de kalma izni verince ondan aldığım cesaret (!) üzerine İnönü Üniversitesinin kadrosuna geçtim. Ayrıca beni ABD’de yaşayan meşhur bir Malatyalı Fizikçi (Asım Barut) ile tanıştırdı ve doktoramı yapmam için ABD’ye göndereceğine söz verdi. Tabii, evdeki hesap çarşıya uymadı. Sağcı-askeri hükümet YÖK aracılığı ile Ali Fuat Bey gibi ilerici rektörlerin yerine daha muhafazakarları atamaya başladı. Ayrıca hükümet 1975-1980 arasındaki sağ-sol çatışmalarından üniversite hocalarını suçladı. Ankara ve İstanbul’daki ilerici ve çalışkan hocaları Anadolu’nun diğer köşelerine tayin ettirdi. Benim doktora hocam gibi dalında iyi yetişmiş hocalar hemencecik yurtdışından davet mektupları almaya başladılar. Benim hocam Almanya’daki tanınmış Max Planck Enstitüsü’ne giderken, bana da kendini yurtdışına atıp kurtar diye nasihat etmişti. İnönü Üniversitesinin yeni rektörü bütün asistanları Malatya’ya çağırdı. Ben de master derecemi bitirir bitirmez geri gitmek zorunda kaldım. Yurtdışına giderken askerlik başıma iş açmasın diye askerliğimi de çıkardım aradan ve yurtdışına gitmeyi beklerken, Malatya’da 2 yıl hocalık yaptım. Bir anlamda kendi kafamı da dinlemek istedim, biraz yorulmuştum bana mantıksız gelen üniversite Fizik müfredatından. Öğretilen matematik ve fizik arasında bir kopukluk vardı. Buna rağmen teorik olarak iyi bir eğitim almıştım ve ABD’de bana çok yardımcı olacaktı. Birgün Malatya’daki kampüsümüze siyah limuzinler geldi. İçlerinden siyah elbiseli kodaman insanlar çıktı ve Rektörlük binasına gittiler. Sağcı olan rektörümüz beni ve Hacettepe’den gelen diğer asistanı solcu kominist zannediyordu ve bize soğuk davranıyordu. O gün her şey değişti! Bu smokinli adamlar daha sonra benim ofisime geldiler ve ‘Hocam, biz seni Malatyaspor’a transfer etmeye geldik ve Rektör beyden de izin aldık’ dediler. O sıra Malatyaspor 1. Lige çıkıyordu ve ben de “Tamam” dedim. Ama aklım yine yurtdışına gitmekteydi. Bir futbolcuya verdikleri para 10 yıl öncesine göre hiç değişmemişti. Neyse, antremanlara başladık ama benim Cilospor’dan lisansımın gelmesini bekledik. Bazıları kapris yaptı, Malatyaspor başkanının onların ayağına gitmesini bekliyorlardı. Yahu, benim durumum özeldi, hem üniversitede çalışmaya devam edecektim ve hem oynayacaktım; yani yeni tip bir profesyonellik. Lisansımı yollamadılar ve ben de resmi maçlara çıkamadım. 6 ay sonra da yurtdışı doktora sınavlarını kazandım ve futbola bir kez daha elveda dedim. Her halükarda gitmeyi planlıyordum, çünkü futbolculuk kısa bir meslekti ve en geç 35 yaşında emekli oluyordun. Bir de benim bilim aşkım vardı, kafamda evrenle, yaratılışla ilgili sorular vardı, gidip cevaplarını aramalıydım. Yalnız Malatya’dan ayrılmadan önce bir gönül meselesi oldu ama beni oraya bağlamayan cinsten. Aksine benim oradan ayrılmama yardım etti. İstifa ettim, bir ay sonra evlendim ve bir ay sonra da Milli Eğitim Bakanlığının yurtdışı sınavına girdim. Çok emindim kendimden ve kazanacağımı biliyordum çünkü o aralar benim çözemeyeceğim fizik sorusu yoktu. Ankaralı olan eşim (Bedriye) İnönü Üniversitesinde Sanat Hocası idi ve ABD’ye giderken ona da 6 ay dil bursu çıktı ve benimle aynı okulda hem dil okudu ve hem de master yaptı. İkimizin de Türkiyeden Master derecesi vardı alanlarımızda ve ABD’de yenilerini ekledik.
- Doğduğunuz topraklardan uzaklarda yaşamaktan memnun musunuz? Memleket özlemi sizde nasıl?
Ben çok meraklı bir insanım, her taşın altına bakma eğilimindeyim ama gerektiği zaman da bu merakıma bir çizgi çekip ileriye gitmek gerektiğini biliyorum. İlk okulda iken Gever’de çok top oynardık. Herhalde 5 yaşında başlamıştım çünkü daha ben Kuranı hatmetmeden ve o meşhur tokadı yemeden önce arkadaşlar gelip bizim evin orda annemin bana verdiği dersi bitirmemi beklerlerdi. Söylemek istediğim şu: top oynarken arada bir Mor dağına (Van istikametinde) bakar o dağın arkasında neler olup bittiğini ve ordaki bütün insanların neler yaptığını merak ederdim. Bu merak bende bir amaç oluşturmuştu: mutlaka bir gün o insanlara ulaşmalıydım ve görmeliydim hepsinin nasıl bir hayat yaşadığını. Zannederim beni Gever’in dışına taşıyan ve de yurdumun dışında elinde bavul gezmeye iten bu meraktı ve o merak yüzünden herkesin anladığı şekilde bir gurbetlik yaşamadım çünkü yeryüzündeki herkes benim kardeşim, bacım, hısım ve akrabalarımdı.
Neyse, o merak ettiğim insanların en önemlisi ile evlendikten yaklaşık bir yıl sonra, 15 Temmuz 1985’te Şikago uçağı ile ABD’ye indik. Orda 6 ay dil kursu gördük ve arkasından bir soğuk kış günü (1 Ocak 1986) Wisconsin Üniversitesinde okumaya gittik, eşim ve ben. Orası Yüksekova kadar soğuk ve kar doluydu. Her ne kadar ailelerimizin durumu iyi idiyse de kimseden yardım istemedik. O zaman ABD doları TL karşısında çok güçlü idi (1 dolar=150 TL) ve Türkiye’den ABD’ye kendi parasıyla okumaya ya da yaşamaya gitmek çok zordu. Türkiye devleti bana ayda 640 dolar veriyordu. Yalnız, eşime sağlık sigortası vermiyordu ve bu beni çok üzüyordu. ABD’de sağlık sigortası çok pahalı olduğu için kendi cebimizden de alamazdık. O yüzden bir an önce gittiğim üniversiteden Asistanlık almalıydım. İlk sömestir, okulun yanısıra bir biyoloji laboratuvarında tüp yıkayarak ve de okulun restoranlarında garsonluk yaparak ek para kazandım. Eşim de bir şehir lokantasında garsonluk yaptı. Sahibinin Erzurumlu olduğunu duyunca gittim konuştum beni kırmadı.
Birinci sömestirin sonunda doktora yeterlilik sınavlarına girmek istedim, daha doğrusu girmek zorunluluğu hissettim. Kazanırsam hocalar sıraya girer dedim, bana asistanlık vermeye. Bölüm tarihinde hiç kimse 5 yazılı ve 1 sözlü sınavı birden geçememiş. Üstelik 3-4 sömestir ders aldıktan sonra giriyorlardı çünkü sorular o derslerden çıkıyordu. Ben sadece bir sömestir ders almıştım. Bir yandan emindim kendimden ama bir yandan da bir çeşit intihar gibi algıladım. Neyse, her sınavın başında hiç bir sınav sorusunu anlamadım ve defalarca okudum, tabii kendime de bir nevi kızarak sınava bu kadar erken girmemeliydim diye. Velhasıl, bölüm tarihinde ilk kez bütün yazılı ve sözlü sınavları bir defa da geçen uzaylı olarak tarihe geçtim ve hocalar tahmin ettiğim gibi peşimden koşuyorlardı. Birisi çabuk davranıp beni asansörde yakaladı ve 1. Kattan 3. Kata çıkıncaya kadar iyi bir teklif yaptı ve ben de kabul ettim. Ondan nükleer reaktör dersi almıştım; anlatma stili ve öğrenciye gösterdiği saygı hoşuma gitmişti. Eve gidip eşime sarıldım ve ona ‘Artık senin de sağlık sigortan var’ derken ağlamıştım sevinçten.
O günden bugüne tam 34 yıl geçti. Allah’a şükür halimiz vaktimiz yerinde. Eşim bir süre üniversite hocalığı yaptıktan sonra kendi şirketini kurdu ve benden de daha başarılı oldu. Yetişkin, çok zeki ve Gever’i benden daha çok sorup arayan edebiyat uzmanı, şair ve yazar bir kızımız var. Adı Pınar Banu. Benim okuduğum okullardan daha iyi okullara gitti ve kendini iyi yetiştirdi. Bana da çok faydası oldu kızımın. Çünkü felsefe ve edebiyat hakkında ondan çok şey öğrendim. Bunu ilgili bazı makalelerimde dipnot olarak eklemişimdir. Ankaralı olan annesine benzer yönlerinin yanında bana da benzeyen tarafları var. Hatta kendisinin tamamen Geverli olduğunu iddia ediyor. Bizlere ve aile kültürümüze bu kadar sahip çıkacağını hiç beklemiyordum. Allah’a çok şükür, ondaki vicdan, dağın arkasındakine olan merakı, iyi kalpliliği ve güçlü kişiliği ona ışık tutmuştur benim öğrettiklerimin yanısıra. Şimdi Sağlık Yönetiminde master yapıyor.
Başka memleketlere gitmenin ve oralarda yaşamanın bir faturası var elbette. Garsonluk yaptığımız günler ve çektiğimiz diğer zorluklar bunun bir parçası. Eşim hep geri gelmek istedi ama benim şartlarım ve ulusal motivasyonum oralarda kalıp daha iyisini yapma ve milletimin sesi olma sorumluluğunu hissettirdi. Eşimin hatırına, her beş yılda (1993, 1998, 2003) vatandaşı olduğum ülkeye bir sondaj yaptım, hazır mı geri dönüşüme diye. 2003’teki sondajım tuttu ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde memleketin ilk süperbilgisayar merkezinin kurucuları arasındaydım. Hesaplamalı Bilim ve Mühendislik dalında master ve doktora programı kurduk ve endüstrinin çözülemeyen problemlerini çözmeye çalıştık. Bir öğrencim ile Arçelik’in buzdolaplarında kullandığı kompresörlerin verimini büyük ölçüde artıran bir çalışma yaptık. 2-3 cm çapındaki bir kompresörün problemlerini fiziksel denemelerle bulamıyorlardı çünkü, çok küçüktü ve içine kablolarla girilemiyordu. Yılda 5 milyon buzdolabı üreten bir şirketin her kompresörden 1 dolar kar ettiğini düşünürseniz, bunun şirkete getirdiği yarar yılda en az 5 milyon dolardı. En son proje toplantımızda Arçelik Müdür Yardımcısı danışmanlığını yaptığım Ali Koç’a yaklaşımımın çok başarılı olduğunu ve bunu başka konularda da tekrarlanması gereken bir problem çözme yöntemi olarak sununca bana diğer Koç şirketlerindeki problemler de getirildi. Maalesef, ABD’de ilgimi ve çözmemi bekleyen ailevi sorunlar ve üniversitemle ilgili başka problemler vardı. O yüzden 2010’dan itibaren Türkiyedeki projelerime son verdim!
Benim uzmanlık dalım hakkında burada fırsat çıkmışken bir açıklama yapayım. Biliyorsunuz teori ve deney bilim yapmanın iki temel ayağı olarak biliniyordu son yıllara kadar. Şimdi bilgisayar modellemesi üçüncü bir yol olarak biliniyor. Fiziksel olarak deneyde çalışamadığımız sistemler için bu üçüncü yol artık bir gerekliliktir. Çok küçük (atom ve atom altı), çok büyük (güneş sistemi, galaksiler, evren), çok tehlikeli (yanmalı motorların içi, patlamalar), ve aksesiniz olmayan sistemlerin araştırmasında bundan başka alternatif yok. Merakımın merkezi olan o Mor Dağının arkasında ve hatta dünyanın hiçbir yerinde bu konuda henüz bir akademik bölüm olmadığı için, onu da açmak bana nasip oldu. Aradan geçen 20 yılda başka üniversiteler de bu kervana katıldı. Türkiye’deki denememiz de oydu ama 2010 yılından sonra bir türlü bitmeyen bürokrasi, değişen rektörlerin sayısı ve kaprisleri yüzünden elimi eteğimi çektim. Buna benzer bir projeyi Kuzey Irak Kürt Hükümetine sundum. Çok beğenmelerine rağmen parlamentonun kapalı olması, Bağdat ile olan bütçe problemleri ve son 4-5 yıldır vuku bulan olaylar yüzünden askıya aldık projeyi. Yani top artık bende değil, ben üzerime düşeni yaptım; gerisi onlara kalmış.
- Osman Yaşar güne nasıl başlıyor? Bir günü nasıl tamamlıyor? Okuyucularımızla paylaşmak ister misiniz?
60 yaşından sonra sabahları kalkmak biraz daha zor. Vücudun uyanması, kasların açılması ve eklemlerdeki pasın gitmesi için yarım ya da bir saat zaman gidiyor. Geceleri 3-4 kez kalkıyorum çünkü bende bitmeyen tükenmeyen böbrek taşları var. Bir seferinde 24 tane taş düşürdüm iki gün zarfında. Havası kuru bir yerde yaşadığımız için bunun da yarattığı problemler oluyor. Velhasıl, insanı dürten ve iten bir amaç, hobi, sorumluluk, ya da bitirmeğe çalıştığı bir proje olmalı güne başlamak için. Bunların hiçbiri yoksa, o zaman daha kötü günleri hatırlayıp mevcut sağlığın ve aile birlikteliğinin değerini kutlamaya ve de daha kötü durumda olanlara yardım etmek düşüncesiyle güne başlanabilir.
Benim her zaman bitmek tükenmek bilmeyen ve yapmam gereken işlerim var. Bunlar kendi işim, eşimin işleri, kızım ve onun ihtiyaçları ve akrabalarımla ilgili şeyler oluyor. Posta kutusuna bakmaktan bazen nefret ediyorum. Ne yaparsan yap yine de birikiyor posta ve onlarla ilgili vermem gereken cevaplar ve yapmam gereken işler oluyor. Bazen hayatı basitleştirip bu detaylardan kurtulmak lazım. İşte ben hayatımı detaylarla ve o detayları görmezden gelen basitleştirilmiş bir ikilemin içinde geçiriyorum. Bu basitleştirmeyi hobilerimle ve de ara sıra yaptığım meditasyon ile başarıyorum. Haftada 1-2 kez top oynarım ve oynamadığım günlerde oynadığım günleri iple çekerim. Ama genelde hobilerim ve meditasyonlarım günün sonuna doğru vukuu buluyor, dolayısıyla sorunuza henüz cevap vermiş sayılmam bu noktada.
Her günüm aynı değil şüphesiz ama aslında hayatım hep kriz yönetmekle geçiyor, bilhassa bu son 10 yılda. Zaten ben dışarıdan bir dürtü ile çalışan biriyim ve bu kriz-yönetimli hayatta tam bana göre. Boş kaldığım zamanlarda da mutlaka çok kapsamlı ve yapılması zor bir proje tasarlar ve kaynak ararım. Çok yüksek ihtimalle de gereken kaynakları verirler bana çünkü projemi inovasyon ve yenilik dolu buluyorlar. Önerdiğim projedeki amaçlara da her zaman varmayı başarmışımdır. Meslektaşlarım arasında iş-bitirici olarak tanınırım. Yani söz verdiğimi Allah’ın izniyle yerine getiririm. Bu, beni her zaman büyülemiştir. Sanki birisi beni dışarıdan destekliyor. Bazen olamayacak derecede sözler veririm, içine girdiğim konuyu ve gerçeklerini iyi bilmediğimden. Yani inovasyon ve yenilik için havalarda uçmuşumdur. Hatta birlikte yapmak için davet ettiğim bazıları davetimi ret edip sonunda pişman olmuşlardır. Olaya vakıf oldukça ne kadar havalarda uçtuğumu kendim de anlamışımdır ama bir şekilde o söz verdiğim sonuca olaylar kendiliğinden akmıştır. Bir örnek vereyim. Okul durumu çok kötü olan şehrimdeki çocukların matematik ve bilim başarı puanlarını 5 yılda 40 puan arttırmayı öneren bir proje sundum. 15 lisesi olan bu şehir okullarında çocukların puanları 100 üzerinden 20-30 idi, yani o kadar kötü. İnovasyon içerdiği için Amerikan Bilim Vakfı kabul etti ve bana 4 milyon dolar verdi bu proje için. Bu okullarda 300’e yakın öğretmen eğittim ve hem onlara ve hem öğrencilerine bilgisayar modelleme tekniğini ve o teknikle problem çözmeyi öğrettim. Daha projenin 3.cü yılında amaçladığımız 40 puan artışı yakaladık ve bundan dolayı bu şehrin eğitim müdürüne ‘Amerika’nın En İyi Müdürü’ ödülünü verdiler. Beni de Amerikan Kongresine davet ettiler konuşmacı olarak. Aradan geçen yıllarda 1000’den fazla öğretmen eğittim ve neden öğrencilerin bu başarıyı yakaladığını buldum. İnsan beyninin nasıl çalıştığı ve öğrendiği hakkında bir model buldum ve yıllardır fizikte cevabını aradığım soruların cevabını beyin bilimlerinde buldum. Yani, evrende her şeyin nasıl çalıştığına dair bir prensip bulduğumu sandım ve makaleler yazdım son 2-3 yılda. Sanki son 30 yılımı bunu bulmak için gereken tecrübe ve anlayışı geliştirmek için geçirdim. Şimdilik pek bir gürültü yaratamıyorum bu konuda ama projelerim için gerekli kaynakları federal hükümetten almaya devam ediyorum. Zannederim bunun bir başka ayağı olacak ve ona ulaşmam lazım. Dolayısıyla gördüğün gibi ben proje-bazlı çalışan ve günlerini ona göre yaşayan biriyim. Yani şöyle uzun bir tatile ihtiyacım var. Dışarıdan her şey güzel ve çekici görünür ama içine girince bence kimse Osman Yaşar’ın yerinde olmak istemez.
- Bunları sormuşken, ‘zaman’ kavramına ilişkin düşüncelerinizi de kısaca öğrenmek isteriz?
Sizin de bildiğiniz gibi, deneylerle kanıtlanmış olan Einstein’ın İzafiyet teorisine göre zaman da uzayın 3 yönü gibi bir değişkendir ve uzayda sağa sola, ileri geri gidebildiğinize göre teorik olarak zaman dediğimiz 4.cü değişkende de bunu yapabilmeliyiz. Ama, yine Einstein’ın hesaplarına göre bunu yapabilmek nerdeyse imkansızdır. Buna rağmen, bu olasılık yıllardır romanların ve filimlerin konusu olmakta ve insanın hayallerini cezbetmektedir.
Şimdi, daha önceki delillerin yanı sıra bu geçen aylarda Kara Deliklerin varlığı hakkındaki görsel veriler uzay-zaman bağlantısı teorisini daha da güçlendiriyor. Bu bağlantıyı anlamak biraz sıra dışı düşünmeyi gerektirebilir, o yüzden bilim adamları bunu halka anlatmakta güçlük çekmişlerdir. Uzay ve zaman birbiri ile bağlantılı ise, birisindeki değişim diğerini etkilemelidir. Gözümüzle gördüğümüz uzay-zaman boşluğu gergin bir kumaş üzerine konan ağır nesnelerin o kumaşı kırıştırdığı gibi büyük gezegenler ve kara delikler tarafından oraya buraya çekiştirilmiş durumdadır. Yani zaman akışı her yerde aynı değildir. Aynı uzay boşluğunda daha hızlı hareket edenler cisimler için zaman daha yavaş akmaktadır. Dolayısıyla bir uzay gemisiyle 10 yıl sürekli hareket edip, dünyaya dönen bir kişinin biyolojik gelişmesi dünyada kalan birisininkinden çok daha az yaşlanmış olacaktır. İkincisi, uzayda bir noktadan başka noktaya giden yol da gözümüzle gördüğümüz gibi düz olmayabilir. Bir binanın tepesinde ileriye adım atan birinin yönünün aşağıya doğru değişip düşmesi aslında onun sadece dünyanın kendi eksenine doğru kırıştırdığı uzayda düz gitmesinden başka bir şey değildir. Onu aşağı düşüren yer-çekimi dediğimiz şey aslında ona uzay-zaman kumaşındaki geçiş yolundaki hareketine devam etmesidir. Bunları Internet üzerinde şimdi anlaşılacak şekilde izah eden öğretici sayfalar var. (Mesela: https://youtu.be/ScdLqAA_64E)
Sorunuzu cevaplayabilecek mi, bilmiyorum, ama kısacası bana göre de uzay-zaman gördüğümüz boşlukta ne öyle göründüğü gibi düz ve ne de göründüğü kadar uzak ya da yakın değildir. Hızınız ve de yakınında bulunduğunuz nesnelerin kırıştırdığı/yoğurduğu uzay sizin dinamiğinizi etkiler. Sizin dinamiğiniz de (enerjiniz ve kütleniz) içinde bulunduğunuz uzay-zamanı etkiler. Tabi ağır cisimlerin kütlelerinden ötürü uzay-zamanı daha çok kırıştırıp bükmekte (İngilizcesi curved yada warped) ama uzay-zamanı anlamak halen devam etmekte olan bir araştırma konusudur. Yer çekiminin bir kuvvet değil, sadece eğrilen uzay-zaman’ın yarattığı bir etkidir diyoruz ama bu halen kuantum mekaniği ile tamamen örtüşmüyor. Bir de madde ve enerjinin bazı aşırı durumlarında birbirinden çok uzak iki noktayı birleştiren kısa yollar (warmhole) oluşturabileceği ve dolayısıyla uzayda ışık hızı ile bile gidilemeyecek yerlerin ulaşılmasına bir olanak sağlayabileceği düşünülmektedir. Önümüzdeki yıllar çok heyecanlı bilimsel çalışmalara gebedir.
- Televizyonla aranız nasıl? Gündemi takip ediyor musunuz? Gündeme ilişkin neler söylemek istersiniz?
Televizyon seyretmeyi çoktan bırakmış durumdayım. İlgimi çeken bir konu olursa gidip internetten tarayarak buluyorum. Gündemi telefonumdaki sosyal medyadan ya da CNN gibi bir sayfadan takip ediyorum. Gazetedeki makaleleri de yine öyle sosyal medyadan ya da kendi sayfalarından takip ediyorum.
Gündeme gelince, dünyada çalkalanmalar devam ediyor, özellikle Ortadoğu’da. Türkiye yenilenecek İstanbul seçimine kilitlenmişken, ekonomik durumu gittikçe kötüye gidiyor dışarıdan bakınca. Bunun göstergeleri basına düşüyor. Benim gözlemlediğim göstergeler kendi hayatımda şahit olduğum konular. Mesela bir hava alanı için ‘olmazsa olmaz’ gerekliliklerden biri olan ‘uçakları yere indirme’ cihazları olmadan hava alanları çalıştırıyorlar. Neden? Çünkü parası yok hükümetin. Bu konu Yüksekova ile ilgili ve ben de kamulaştırmanın içine giren arazilerden birine sahibim. Bir yandan Van İdare Mahkemesi bu cihazın mutlaka öngörülen arazilere yerleştirilmesi gerekir derken, diğer yandan Asli Mahkeme kamulaştırma fiyatını devletin vermek istediği fiyatın üstünde verince, devlet Yüksekova için hayati bir durum arz eden bu projeden vazgeçiyor. Niye? Çünkü 10 milyon verecek parası yok ya da rantçıların oyunları ortaya çıktığı için o rantı alamayacakları için vazgeçtiler. Bunlardan hangisi esas sebep bilmiyorum ama ikisi de kendi başına memleketin nereye getirildiğini bana göstermektedir. Bu, benim şahsi fikrimdir. Oysa, duyduğum kadarıyla uçuşlar yoğun bir şekilde ya iptal ediliyor ya da başka hava alanlarına çevriliyor. THY’nin zararı aslında arazi sahiplerine vereceğinin onlarca katı. Tabii, bu cihaz olmadığı için de tehlikeye atılan hayatların hesabını kim verecek? Allah korusun bir kaza olursa yoğun sis zamanlarında. Ne olacak?
ABD’de de gündem çok ilginç. Trump son derece değişik biri ve bana göre sabah akşam fikir değiştiren ve her şeyi kendi çıkarı için düzenleyen narsist bir kişiliğe sahip. Adaletin işlemesini bloke ettiği şüphesi üzerine savcılar hareket etti ve konu kanıtlarıyla Kongreye sunulmuş durumda. Meclis’in bir kanadı onu azledecek galiba. Siyaset her yerde aynı ve gittikçe daha berbat bir hâl alıyor. Dünya aslında kötü bir gidişat içinde. İletişim yollarının artması, bilgiye anında ulaşılması ve insanların ilgisinin bu hızlı değişen dünyada dağılması yeni problemler yaratıyor insan karakterinde. İnsanlar artık anlık hisler ve mutluluklar peşindeler ve sabır gittikçe zor bulunan bir karakter oluyor. Zaten Trump gibileri de bunun iyi örneği.
Kapitalizm’in teknolojinin yarattığı fırsatları bol parası olanlara doğru kaydırması sınıflar arasındaki açıklığı daha da açmaktadır. Her yerde büyük şirketler bütün marketleri ellerine geçiriyorlar. Bunun yanısıra dünyada dinler, kültürler, ırklar ve sınıflar arasındaki sürtüşmeler bitmek bilmiyor. Bu sorunları bitirecek bir çözüm sunabilirim ama burada pek vaktim yok. Yarışmak (competition) yerine işbirliği yapmayı (cooperation) öğretmeliyiz. Başkasına verdiğin zararın sonunda kendisine zarar verdiğine inandırmamız lazım. Onun da yolu evrende her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğuna inandırmaktan geçiyor. Tabi, bu kuru bir retorik değil de delilleri olan fiziki bir durum olarak anlatılmalı. Bugünkü fizikçilerin ve felsefecilerin bir kısmı bir çeşit evrensel kuantum bilinci üzerinde kafa yoruyorlar. Bir tanesinin ismini vereyim ilgilenenler için: Ervin Laszlo. Benim de beğendiğim Macar asıllı bir bilim adamı.
- Film, dizi, belgesel, vs. izlemeyi, müzik dinlemeyi sever misiniz? Etrafınızdaki insanlara bu konularda tavsiyelerde bulunur musunuz?
Film, dizi ve belgesel izlerim ama sık değil. Daha çok film ve belgesel izleme arzum oluyor. Eşim bazı diziler izler ve arada bir iki epizoda bakarım ama daha sonra sesini duymamak için başka odaya giderim. Dizide daha sonraki haftalarda neler olacağını önceden kestirdiğim için bitmeyen stresi ve kâr amaçlı senaryosu bana ne bir şey kazandırır ne de eğlendirir. Filmlerde aradığım ise ya gerçek hayattan bir kesit sunmasıdır ya da bilim-kurgu içermesidir. Bir toplumun ahlakını değiştirecek bir senaryo üzerinde sürekli düşündüğüm oluyor. Kızım üniversitede iken tiyatro senaryoları yazıp sahnede oyunculuk yaptığı için bu sinema sektörünün insan hayatındaki yerini bir akademisyen olarak araştırdım ve çok şey öğrendim. Roman okumak gibi insanın hayal gücünü besleyen ve eğlendiren tarafları var filmlerin. Ben bazen onları görsel değil de uzaktan oyuncuların seslerini duyarak da izlerim. Galiba bunu eşimin izlediği ve benim uzak durmak istediğim dizilerle yapmaya başladım istemeden ama sonra ufak bir eğlenceye ve yeteneğe çevirdim. Bir de benim için bir filmin herhangi bir yerinden seyretmeye başlamak hiç sorun değil. Hemen olaya adapte oluyorum ve sanki başından beri seyrediyorum gibi zevk alabiliyorum. O yüzden ara verip tekrar gelebiliyorum da. Bu aslında benim eğitim hayatımda da uyguladığım bir yöntemim olmuştur. Hatta öyle bir eğitim sistemi de tasarlamıyor değilim ama henüz bir proje olarak bir yere sunmadım. Dolayısıyla bir kitabın, bir romanın ya da bir filmin herhangi bir yerinde girdiğim için direksiyonda ben oluyorum, kitabı ya da senaryoyu yazan değil. Eğitim kitaplarını düşünürsen, bu çok yararlı bir yöntem çünkü okuduğun konuya ilgini tamamen vermiş oluyorsun. Biraz web sayfalarındaki okumaya benziyor: bir yerden giriyorsun ve anlamadığın şeyleri tıklayarak geri ya da sıkıldığın yerlerde de ileri konulara geçebiliyorsun. Bunu bir müfredata uygularsak bence çok ilgi görür ve ben ileriki yıllarda üniversite eğitiminin böyle olacağını tahmin ediyorum. Herkes 4 yıl okumak zorunda değil; isteyen istediği noktadan girer ve eksiğine ya da fazlasına göre geri ya da ileri gidebilir.
Başkalarına vereceğim tavsiyeler insanın bilgisine ve hayal kurmasına katkıda bulunacak filmler izlemeleri ve kitaplar okumalarıdır. Vurdulu kırdılı ve şiddet içeren değil de gerçek hayattan kesitler alıp insana bir şey öğreten filmler ve kitaplar tavsiye ederim. Yani amaç bilgi edinme, hayal kurmayı güçlendirme ve şiddet içermeyen hayat dersleri ve eğlendirici komediler.
- Bilim-teknoloji denilince, usunuzda nasıl bir çağrışım oluyor? Sizce her ikisi de bir bütünü mü teşkil ediyor? Yoksa bilim ayrı teknoloji ayrı şey mi dersiniz?
Bilim-teknoloji denilince bendeki çağrışımı bir bütün teşkil ettikleridir. Biliyorsunuz bilimin en büyük soruları, nerden geldik, nereye gidiyoruz, gözlemlediğimiz nesneler nedir, neyden yaratılmıştır; yani bir sürü soru. Velhasılı kelam ta ilk oluşumdan bugüne kadar neler olduğudur. Tabi buna insan beyninin de nasıl çalıştığı üzerine sorularını eklemek gerek çünkü o da biyoloji, kimya ve fizik konularını içerir. Şimdi bilimin teknoloji ile olan bağlantısını kurmak için bir takım argümanlar olabilir ama ben size hiç duymadığınız ve benim yayınladığım makalelere dayalı bir argümanı sunayım. O da insan beyninin nasıl çalıştığı, hatta bilim adamlarının beyinlerini nasıl kullanıp bilim yaptığı ile bilgisayar teknolojinin çalışması arasındaki bağlantı.
Biliyorsunuz, bilgisayarlar insan beyninin yaptığını yapabilmek için icat edildiler. Bu arada o kişinin de adını vereyim ki adamı saygı ile analım. Alan Turing. O dahiyane bir matematikçi idi tıpkı bizim şu anda Oxford Üniversitesindeki Kürt bilim adamı Koçer Birkar gibi. İkinci dünya savaşında Hitler’in savaş istasyonları arasındaki şifreli mesajların içeriğini çözmek için bütün şifre senaryolarını kısa zamanda deneyecek bir bilgisayar yapmaya çalıştı. Başarılı oldu ve hatta bu ENİGMA dediğimiz makina Hitler’in belini kıran ve savaşı durduran bir başarı olarak tarihe geçti. Tabi, pek azımız bunu duymuş olabilir. Bir Einstein kadar dahi ve hatta bilime katkıları yıllar sonra Einstein’inkinden bile daha büyük olarak anılacaktır bence. Çünkü bilimde aradığımız en can alıcı soruları onun buluşu sayesinde bulacağız. Ne yazık ki bir meraklı ve meşhur olmak isteyen bir gazeteci Alan Turing’in homoseksüel olduğunu iddia eder ve o günkü İngiltere’de onu mahkemede yargılarlar. Adamın bütün yaptığı belki de kendi cinsinden yakın arkadaşları olmasıydı. Müslüman aleminde de aynı cinsten yakın arkadaşlar oluyor ve hatta birbirine tapacak derecede. Batı’da bunu anlamadıkları için aynı cinsten iki kişinin yakın arkadaşlığı hep homoseksüellik olarak algılanır. Bu kafayla Mevlana ve Şems’e bile bu iftirayı atmışlardır. Kapitalist dünyada iki kişi ancak dünyevi çıkar için birbiri ile samimi olabilir. Her neyse, Hakim ona ya hapse gireceksin ya da ev hapsinde olup psikolojik bozukluk hapları içeceksin diye bir seçim verir. O da ilaçların aşırı yan etkilerine ve topluma olan hayal kırıklığına daha fazla dayanamayıp iki yıl sonra intihar eder. Şu an dünya tarihinden bu adamı alırsan, son 80 yıldır faydalandığımız her türlü bilgisayar ve telefon teknolojilerini ve bilgisayarla çalışan her şeyi yok saymamız lazım. Bu adamın teknolojisini kullananların hepsi ona müteşekkir olmalı. Gayri müslümlerin icatlarını kullanan günümüzün müslümanları ve mollaları bazen derler ki, ‘‘Allah’ın bana kullanmayı kısmet ettiği şeyi kullanırım tabi, bu bir kısmet işi, bana ne eğer bunu bir kafir icat etmişse.’’ Neyse, Turing hakkında daha da ötesi var sorunu cevaplamak açısından.
Aradan geçen 80 yıl içinde bilgisayarlar yavaş yavaş insan aklı gibi çalışmaya başladı. Hatta son 50 yılda bilgisayar modellemesi ile matematiksel olarak çözülemeyen problemler çözülüyor. Bunun en büyük avantajı şu: eğer yaptığınız simülasyon gerçek hayattaki değerleri vermiyorsa, modelinizi değiştirip tekrar deneyebilirsiniz. Newton’un elinde böyle bir teknik olsaydı, kendi ürettiği teorinin yanlışlığını belki kendisi hayatta iken bulup düzeltirdi. Bu yüzden son 50 yılda bilimdeki gelişme son 300-400 yıldakinden kat kat fazladır. Benim kendi çalışmalarım göstermiştir ki, bu bilgisayar modellemesi ile yapılan eğitimde öğrenciler daha iyi ve çabuk öğrenmekteler. Düşünsenize her öğrenciye bilimsel deney yapma imkanı veriyorsunuz bu sayede. Deneme yanılma ile çocuklar hem eskiden getirdikleri bilgilerini sorgulayabiliyor ve hem de değiştirebiliyor: yani esas öğrenme budur. Bilim de o şekilde gelişir. Önce birileri gözlemlediği verileri bir araya getirip onların arasındaki ilişkiyi bulup ve sentezleyip (bileşenden tüme gitmek) bir genellemeye, teoriye ya da sonuca ulaşır. Bunu size atalarınızdan kalan bir hediyeye benzetelim. Bu paketlenmiş hediyenin içeriğini tam bilmeden kullanırız bir süre ama bir gün çalışamaz duruma gelince merak edip içine bakarız ve bileşenlerine ayırırız (analiz). İçindeki eskimiş bileşenlerini güncelledikten sonra tekrar bir araya koyup (sentezleyip) bir tüme ulaşırız ama bu tüm (paket ya da hediye) artık eskisi değildir çünkü değişime uğramıştır. İşte kafamızdaki kavramları böyle düzeltiriz. Belli bir süre sonra belki yeniden buna benzer kavramsal değişimden geçeriz. Şimdi gerçek bir bilim adamı bileşenlerden tüme (sentez) ve tümden bileşenlere giden iki yönlü bir döngü içinde kendi bilgisini geliştirir. Toplumsal düzeyde de bilim yine böyle gelişir. Dolayısıyla bugün kullandığımız bilgisayar teknolojisi ile beyinlerimizle yaptığımız öğrenme aynı yöntemi takip ediyor. Aslında artık insana ‘biyolojik bilgisayar’ ve diğerlerine de ‘elektronik bilgisayar’ demek lazım.
Peki bu niye böyle. Tamda aynı olmazsa bile, elektronik ve biyolojik bilgisayarların benzer çalışmasının en büyük sebeplerinden biri bence ikisinin ortak olan bir yanı: ikisi de aynı hamur (bilgi) üzerinde işlem yapıyor(yoğuruyor). Bilgi üzerinde yapılan sentez ve analiz aslında bilginin (parçacıklar gibi) sadece o tür işlemlere müsade etmesindedir. Yani bilgi ile sadece o şekilde angaje olabilirsiniz. Bunun da sebebi, bilgi maddeden yansıdığı için o maddenin temel hareketlerini yansıtması olabilir. Big Bang’den bugüne parçacıklar ya birleşip tüme gitmişler ya da tümden bileşenlerine ayrışmışlardır. Yani Evrendeki madde ve bilgi toplama ve çıkarma işlemleri ile dinamiğini sürdürmektedir. Şimdi gelelim soruyu cevaplamaya: uzun zamandır bilim dünyasında bilgisayar bilimlerinin aslında bilimden sayılmadığı iddia edilirdi. Sebebi de bilgisayarların 0 ve 1 gibi ikilenimli yapay bir bilgi üzerinde işlem yapması olarak zikredilmiş. Yani bilim doğal şeylerle ilgilenirken bilgisayar bilimleri doğal olmayan bir bilgi sistemi ile ilgileniyormuş. Halbuki önemli olan bilginin üzerinde yapılan işlemlerdir ve eğer bugüne kadar hiçbir bilimin çözemediği beynimiz bir biyolojik bilgisayar olarak elektronik bilgisayarlara çok benzer yöntemler kullanıyorsa, bilgisayar bilimleri sadece bir bilim dalı değil aynı zamanda bilimin anasıdır. Çünkü Evrende bildiğimiz madde bile bir bilgi gibi davranıyor. İkisinin de davranışı sayısaldır; yani ya toplamaya ya da çıkarmaya maruzdurlar. Eğer elektronik bilgisayarlar biyolojik bilgisayarlar gibi çalışıyorlarsa, o zaman onlar da bilimin alanına girerler; yani bilim ve teknoloji arasında çok kuvvetli bir bağlantı vardır.
- Bilim ve tarih kavramlarını biraz açar mısınız?
Bilimi daha iyi anlamak için bilim tarihini okumak lazım. Maalesef, üniversitelerde bunu pek yapmıyorlar. Ben doktoramı aldıktan 15 yıl sonra bir bilim tarihi dersi vermek istedim ve yıllarca anlamadığım kavramları o zaman daha iyi anladım çünkü, nereden ve nasıl geliştiklerine dair tarihsel bilgilere ulaştım. Tarih bir bilim dalı mıdır diye soranlar da olabilir, tıpkı bilgisayar bilimlerini sorgulayanlar gibi. Eğer tarih bilgimiz olayları daha iyi anlamamızı sağlıyorsa, evet o da bilimin bir parçasıdır.
- Bilim insanı kimdir? Oynaması gereken rolü tam olarak nedir sizce?
Bunun tanımını biraz önce başka soruya cevap verirken açmıştım. Bir bilim adamını normal bir insandan ayıran nokta onun sentez ve analiz gibi düşünme yeteceğini dönüşümlü olarak kendine alışkanlık haline getirmiş olmasıdır. Bütün insanlar bu düşünme yeteneklerine sahiptirler ancak genelde sadece birine meyillidirler. Bir bilim adamı bunları iki yönlü ve daha sık kullanabilendir. Duyduğu her kavramın analizini yapıp bileşenlerine ayırmağa çalışır alışkanlık gereği. Aynı zaman da o bileşenleri tekrar bir araya getirip o kavramı güncelleştirir. Tabi, her bilim adamı bunu aynı derecede yapmaz ama bana göre sadece bilim adamları değil, herkesin analiz (kendine verilen bir kavramı bileşenlerine ayırıp içeriklerine bakma) ve sentez (güncelleştirdiği bileşenleri tekrar bir araya getirip o kavramın yeni şeklini vermek) yapması gerekir. Evrendeki değişim de aynı böyledir. Yaratan’dan bize verilen en temel mesaj şudur; “Etrafınıza bir bakın, her şeyin sürekli bir birleşme ve ayrışma döngüsünde olduğunu ve evrenin bu iki davranış arasında bir denge kurarak bugünkü noktaya evrimleştiğini görün. Size verdiğim akıl da böyle bir çalışma kapasitesine sahip ama ondan ne kadar faydalanacağınız sizin onu kapasitesine uygun kullanmanıza bağlı olacaktır.”
Herkes bu bilimsel metodu alışkanlık haline getirmediğine göre, bunu metodolojik olarak yapan bilim adamları (sadece bilim adamı olması gerekmez), diğerlerine hem kılavuzluk yapmalı hem de mümkün olduğu derecede onları eğitmelidir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.