Geçen gün genç Kürt entelektüellerinin de olduğu bir sohbet sırasında akıllı ve yetenekli bir Kürt kızı, içten bir coşkuyla “Apo ‘öl’ derse Kürtler ölür,” dedi.
“Ondan bir kuşkum yok,” dedim, “benim merak ettiğim başka, Apo ‘yaşa’ derse Kürtler yaşar mı?”
Bir sessizlik oldu.
“Apo ‘öl’ dese Kürtler ölür mü” diye sorulsaydı hepsinin hızla “evet” diye cevaplayacağını biliyordum ama “yaşar mı” diye sorunca herkes sustu.
Bu suskunluğu biliyorum.
Aslında bunu hepimiz biliyoruz.
Bir yer geliyor, insanlar savaşa alışıyor, ölmek ve öldürmek, yaşamak ve yaşatmaktan daha çekici görünmeye başlıyor.
Savaş, barış için yapılır.
Savaşın amacı, istediğin türde bir barışı ele geçirmektir.
Barışa doğru ilerler savaş.
Sonunda galip gelen diğerine isteğini kabul ettirir ya da kimse yenemez karşılıklı tavizlerle anlaşırlar.
Ama uzun süren iç savaşlarda bir yer gelir ki “savaş, barış için yapılmaz”, amacından sapar ve “savaş, savaş için” yapılmaya başlar.
Bir barışa ulaşmaya, çıkarına olan bir sonucu elde etmeye, yenişemiyorsan karşılıklı tavizlerle anlaşmaya değil, “intikam almaya, karşısındakine gününü göstermeye, karşısındakini aşağılamaya,” yönelir.
Savaşların en amansızı, en tehlikelisi de budur işte.
Kürt savaşının niye çıktığını biliyoruz.
Devlet, Kürtlerin varlığını yıllarca inkâr etti, dilini konuşmasını bile yasakladı, acılar çektirdi, işkence yaptı, öldürdü.
Kürtler daha önce defalarca yaptıkları gibi bu zulme karşı ayaklandılar.
Ve, daha evvelkilerden farklı olarak bu sefer başardılar.
PKK, kendisinden kat kat kalabalık ve donanımlı bir gücü yenemezdi ama onun zaferi “yenilmemesindeydi”, çok büyük kayıplara rağmen yenilmedi, Kürt varlığının kabulünü sağladı, Kürtlerin yaşadığı haksızlığı toplumun gündemine yerleştirdi ve devleti Kürt meselesini görmek zorunda bıraktı.
Bugün Kürt meselesiyle ilgili olarak konuşulamayan, konuşulmayan tek bir konu bile yok, ayrılmaktan federasyona, özerklikten bağımsızlığa, anadilde eğitim hakkından “iki başbakana” kadar her konu her gün konuşuluyor.
Henüz Kürtler hakları olan “eşit vatandaşlığı” elde edemediler ama hapiste olan Öcalan’ın devletle “resmen” müzakerelere oturmasını ve bu hakları görüşmesini sağladılar.
Bu haklar, seçimlerden sonra yapılacak olan yeni anayasayla kabul edilecek, görünen bu.
Eğer kabul edilmezse de Türkiye tarihinin en kanlı savaşlarından birine yuvarlanacak.
Dün haftalık görüşmesinin notları yayınlanan Öcalan da zaten bunu çok net söylüyor, “15 hazirandan sonra ya büyük bir anlaşma olur, ya da topyekun bir savaş çıkar” diyor, yaptığı müzakerelerin ciddiyetini vurguluyor ve “Bir anlaşmaya varırsak bu Kürt tarihinin ilk büyük anlaşması olacak” diyor.
Öcalan’ın sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla asker de dâhil devletin bütün birimleri bu müzakerelere katılıyor ve çözüm için anlaşmaya yaklaşıyorlar.
Durumun aydınlanacağı tarih de 15 haziran, sadece bir ay var.
Ya “en büyük anlaşma” yapılacak ya da büyük bir savaş yaşanacak.
Devlet bütün birimleriyle Öcalan’la müzakereye oturmuşken ve sonuca sadece bir ay kalmışken askerin gidip “ateşkes” ilan eden PKK’lıları öldürmesinin, PKK’lıların da gidip Kastamonu’da, Silopi’de polisleri vurmasının anlamı ne?
Bir ay duramıyor musunuz?
Ölmek ve öldürmek bu kadar mı çekici geliyor?
Otuz gün sabredin.
Bir ay sonra ya “ilk büyük anlaşma” yapılacak ve Kürtler hakları olanı alacak, bu toplum eşit ve özgür bir toplum haline gelecek ya da Kürtlerle Türkler ülkenin her yanında birbirlerini boğazlayacak.
Şu otuz günde neden insanları öldürmek gerekiyor?
Hükümet askerini, PKK da militanlarını durdursun, bir ay insanları öldürmeden bekleyelim.
Sonra ya barış olur, uygar, eşit, özgür, mutlu insanlar olarak yaşarız.
Ya da anlaşma sağlanmaz, birbirinizi istediğiniz kadar öldürürsünüz.
Bu ülkenin Kürt ve Türk insanları ölmeye ve öldürmeye hazır, bunu anladık ama belki bu kez “yaşama” ihtimali belirecek, bir de bunu deneyelim.
“Ölüme” otuz yıl veren bu ülke, “yaşamaya” otuz gün vermeyecek mi?
Savaş hiç bitmesin mi istiyorsunuz?
Ölüme bu kadar mı alıştınız?
Yaşamayı bu kadar mı unuttunuz?
Taraf
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.