İki bin yıl öncesi Romalı hukukçulardan Sayın Baykal’a mektup
Sayın Baykal, Bu size son mektubum.
İzninizle burada bir ayraç açmak isterim.
Geçen salı günkü mektubum üzerine, öncekinde olduğu gibi, beni çok arayan oldu. Ama biri vardı ki onu yazmadan edemeyeceğim.
Kimse kıskanmasın. Türk ve dünya yazınının yaşayan en büyük adı: Yaşar Kemal.
Baba ocağında yalnızca Kürtçe konuşan, ama elliye yakın dünya diline çevrilen öykülerini, romanlarını, söyleşilerini Türkçe yazan, Karacaoğlan dilinin erişilmez doruğu Büyük Usta, “Beni iki yerde ağlattın” diye saat 19’da başladığı konuşmasını bitirdiğinde saat 20’yi geçiyordu. Neler anlatmadı ki!...
O konuştukça acıların, sevinçlerin, umutların salıncağında gidip geldim. Hele orman uğultusunu bastıran aslan kükremesiyle birçok kez yinelediği bir sözü vardı ki, ruhumun kılcalları titriyordu: “ Türkler ve Kürtler için en büyük yıkım, diyordu, ayrılmaktır. Bu akılsızlığa kimse kalkışmamalı.” Bu yazıları kimilerine yollamamı istedi. Ona, “sağlığına dikkat et. Ülkenin sana çok gereksinme duyduğu günleri yaşıyoruz” dedim. Başka ne diyebilirdim ki?
Sayın Baykal, bu mektupları okumanın hiç okumamaktan daha yararlı olacağını düşüneceğinize inandığımı belirterek satırlarımı sürdürmek istiyorum.
Bu son mektupta son gülleri atanlar, meslektaşlarınız, daha çok eski Romalı hukukçular olacaklar.
Her şeyden önce başkalarıyla görüşmeden hüküm kurmanızı, hatta bunu bir tür hükümlülük kararına dönüştürmenizi hukuka da uygun bulamıyorum.
Çünkü binlerce yıldır uyuşmazlıkları diyalektikle, tartışmayla, yüze karşılık, sözlülük, dolaysızlık/doğrudanlık ilkelerine yaslanan duruşmayla iki yanı mutlaka dinleyerek çözen; bu ilkeler kimileyin zor kullanılarak çiğnendiğinde “ zor karşısında hukuk çaresizdir” (contra vim non valet ius) ilkesinden yola çıkan hukuka göre, bir insan; bir suç işlemekle suçlansa, yani sanık bile olsa, “eylemi/suçu yasal olarak saptanıncaya dek suçsuz/masum sayılır”.
Bu “suçsuzluk karinesi ilkesi”, 1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları ve 1948 BM İnsan Hakları Evrensel bildirgeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de yerini almıştır, Anayasamızda da (m. 38/4). Ancak kötü bir anlatımla. Çünkü, Anayasamız, küresel anlatımlardaki “ suçsuz sayılır” sözcükleri yerine “suçlu sayılmaz” diyerek sadece ulus üstü hukuka ters düşmekle kalmamış, henüz hüküm giymemiş kişinin yalnızca suçlu sayılmadığını belirterek ve bir bakıma suçsuzluğun kanıtlanacağını anıştırarak, sanığın korunması aşamasına geçen çağcıl yargılama hukukunun da gerisine düşmüştür.
Bu ilkeyi tamamlayan bir ilkeye daha değinmek gereğini duyuyorum ve geçiyorum: “Yargı hükmü olmadan kimse cezalandırılamaz” (nemo damnetur nisi per legale iudicium).
Sayın Baykal,
Terörle iç içe olduğunu söylediğiniz Parti hakkında yargı henüz hükmünü vermedi.
O halde sizden “suçsuzluk karinesi ilkesi”ne duyarlılıkla uyduğunuzu sergileyen görüşler, ilkeli duruşlar beklemek toplumun hakkı değil mi?
Bırakalım yargı bu konuda hukukun ne dediğini söylesin önce. Çünkü unutmayalım ki, “Hukukun ne dediğini söylemenin, verilen hüküm uygulanmadığı zaman bile arındırıcı ve iyileştirici bir değeri vardır” (Paul Ricúur).
Tam da bu noktada dile getirilecek bir şey daha var.
Varsayalım ki bu Parti hüküm giydi.
O zaman bile hukuk şunu söylüyor: “Yargılanmış şey, gerçek sayılır” (res iudicata pro veritate habetur).
Dikkat ediniz. “Gerçektir” değil. “Gerçek sayılır” deniyor.
Çünkü ucu açıktır verilen hükmün. Bir başka hükümle kaldırılabilir yargılanmış şey.
Ama kaldırılmadığı sürece herkes yargılanmış şeye göre davranmak zorunda.
Bu Partinin zaman zaman teröre karşı çıktığı, ama belli bir terör örgütünü kınamadığı doğru.
Ama yine de siz hukukun şu genel kuralını uymalısınız: “Olaylar varsayılmaz, kanıtlanır” (facta non praesumuntur, sed probantur).
O halde varsayılanları bir yana, kararı da mahkemeye bırakalım.
Çünkü mahkemede hüküm kuracak olan “yargıç(lar), hesap yap(a)maz(lar)” (judex est lex loquens). Şu ya da bu kaygılarla, önyargılarla karar ver(e)mezler. “Kanıtları tartarlar, ama (asla) saymazlar” (argumente non sunt numeranda sed ponderanda).
Unutulmamalıdır ki, o Parti ve Başkanı da hukukun koruması altındadır. Çünkü hukukun üstünlüğüne inanan bir hukukçu bilir ki, çok ağır bir suç işlemiş olsa bile, hiç “kimse hukukun korumasından yoksun kılınamaz” (justitia nemini neganda).
Yıllarca yasa koyucu olarak yasalar yaptınız. Biliyorsunuz, o “yasalar koyucusunu (da) bağlar” (leges suum ligent latorem),
Ve “hiç kimse yasa(lar)dan/hukuktan daha akıllı olduğunu düşünmemelidir” (neminem opertet esse sapientiorem legibus).
Değerli Baykal,
Size iki bin yıl öncesinden bu yana geçerli olan hukukun iç diliyle seslenmeye çalıştım.
Sizin iki kimliğiniz olduğunu biliyorum: Hukukçu ve siyasetçi.
Lütfen siyasetçi kimliğinizin hukukçu kimliğinizi yutmasına izin vermeyin.
Bu ilkelere insanlık nice ağır bedeller ödeyerek ulaştı ve yaşattı onları. Yaşatmak zorunda da. “İnsan derisiyle kaplanmış anayasa”larda görebilirsiniz hepsini.
Siz de yaşatın onları. Savunun. Hukukçu olarak esasen göreviniz de, ödeviniz de bu.
Biz hukukçular şunu asla unutamayız: “Yasaya/hukuka dayanmadan konuştuğumuzda yüzümüz kızarır” (erubescimus, cum sine lege loquimur).
Son diyeceklerim, yineleme pahasına şunlar, Sayın Baykal,
Herkesle görüşün. 2408 yıl önce ölen Sokrates’in insanlığa armağan ettiği diyalojinin ve aynı yaştaki hukukun ilkelerine kıymayın.
Konuşacağınız kişi belki pişman olmuştur, tövbe de etmiştir. Fark etmez ki. Bin kez tövbesini bozmuş olsa da onunla bir dergâhta buluşun, yüzleşin. Sokratesçi yöntemle onu sorgulayın. Hesaplaşın. Ne diyecekseniz yüzüne karşı söyleyin.
Sayın Başbakan önce “görüşmem” demişti. Sonra bu yanlışından döndü. Siz de dönün. Bu, erdemdir.
Sayın Baykal,
Biliyorsunuz, demokrasi uzun soluklu, sürekli yarışlar rejimidir.
Ancak sağlıklı ve doyurucu bir yarış, sık sık birbirini geçebilen yarışçılar arasında olur.
Yarışçılardan birinin ötekini geçmeyeceği önceden kesinlikle belli ise o yarış, göstermelik bir oyuna dönüşür.
Türkiye’de yaşanan, işte tam bir göstermelik demokrasi oyunu.
Çünkü sizin Partinizin iktidar Partisiyle yarış içinde olduğu söylenemez.
Oylarınız, o Partinin oylarının ancak yarısına ulaştı ulaşacak.
Buna yarış denilebilir mi?
Partinizi başa baş yarışan bir öğe durumuna getirmek zorundasınız.
Bu sadece Partinizin yararı için değil, iktidarın ve ülkenin yararı için de böyle.
Çünkü hiçbir iktidar, iktidar seçeneği olmayan bir partiyi ciddiye almaz. Bu yüzden de başına buyrukluğa kayma tehlikesinin kıyısında dolaşır. Yanlışlar yapabilir.
O zaman hepimiz yitiririz.
İktidar da, ülke de, Partiniz de.
Gelin, iktidarla gerçek üstü, bedensiz, bezdirici çene yarışını bırakın.
Sorunları nasıl çözeceğinizi halkımıza duyurun.
Siz de kazanın. İktidar da kazansın. Ülke de.
Gerisi, kırık dökük boş söz ve hovardaca enerji savurganlığı.
Sayın Baykal,
Bütün mektuplarımda bir sorunu anlamak ve çözmek için, ilkin sarsıntıdan doğrudan zarar görenlerle konuşmak, görüşmek gerektiğini açıklamaya çalıştım.
Takdir sizin.
Saygılar ve sevgiler, değerli meslektaşım.
Sami Selçuk / Star
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.