Diğer yazarlardan 'Dersim hikâyeleri' isteyip bir küratör gibi birbirine ekleyen Murathan Mungan "Türkiye'nin bilinçdışı artık halının altına gizli gerçekleri kaldıramıyor" diyor. Mungan, Türkiye için söylediği "Neresinden tutayım" sözünü ise bir kitapla açmaya hazırlanıyor.
Neden
Ankara Üniversitesi’nde okurken komşusunun bir Dersim çocuğu olduğunu öğreniyor. Memesine süngü saplanmış annesini emerken ve ağzına kan gelirken kurtarılmış biri olduğunu. Biraz da bu hikâye nedeniyle bir Dersim seçkisi hazırlamaya karar veriyor. Herkesin bir Dersim hikâyesi vardır diyerek, Türk edebiyatının kıymetli yazarlarından öykü istiyor. Sonra bir küratör gibi bu öyküleri birbirine ekliyor. Hikâyeler bu sıralamadan ayrı bir titreşim kazanıyor, birbirini iten vagonlar gibi. Metis’ten çıkan ‘Bir Dersim Hikâyesi-Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle’ böyle ortaya çıkıyor. Mungan’la bu seçki vesilesiyle buluştuk, hem Kürt siyasetini hem solculuğu hem de şiddeti konuştuk.
Ankara’da üniversitedeyken yan komşunuzun Dersim hikâyesini öğreniyorsunuz. O güne kadar Mardinli bir genç olarak Dersim’le ilgili ne biliyordunuz?
Ne kadar susuluyorsa o kadarını bilirsiniz. Baskılanmış bir bölgede büyüdüm. Genelde küçük yerlerdeki ailelerin, taşra münevverlerinin merkezle uyumu söz konusudur. Bazı şeyleri yüksek sesle dillendirmemek, genel sindirilmişliğe uyum sağlamak doğuda az çok her evde vardır. Musa Anter bizim hısımımızdı, evimize girip çıktığı günlerden bazı resimler kalmış belleğimde. Kürt meselesine ilişkin ilk bilgilerim Musa Anter nedeniyle konuşulanlardan kalmadır. Türkiye’nin bugün önemli bir sorunu da sadece coğrafi değil, bellek bölünmesidir. Doğuda yaşayanlarla batıdakilerin bellekleri, hatıra depoları farklı oluştu. Özellikle 80’lerden sonra devlet politikasına ciddi anlamda hizmet eden kirli bir medya palazlandı. Geçmişte olan şeylerle ilgili hatırlanması gerekenlerin milli, destansı örnekleri, seçilmiş ideolojiye hizmet eden resimleri servis yapıldı.
Bu refleks ailelerde de var...
Evet. Toplumsal bir refleks bu. Öte yandan devlet korkusundan, daha çok da bir uyum içinde yaşama ihtiyacından susanları düşünün. Çocuğunu kollama refleksini. Bu yüzden Anadolu’da halkların anadili, dilsizliktir. Türkiye’nin bilinçdışı 800 kilometrekarelik büyük bir halıdır. Altına istenmeyen her şeyin süpürüldüğü bu halı çok kabardı artık, saklanmaya çalışılan bu kadar gerçekle başa çıkamıyor. Hafıza kendini geri çağırıyor.
Dersim Hikâyeleri seçkisini hazırlarken siz ve öyküleri yazanlar neler öğrendiniz?
Ben öncelikle yıllardır edebiyat dünyamızda hasret kaldığımız bir yazar dayanışmasının, güçleri birleştirmenin keyfini yaşadım. Bu seçki bir tür atölye çalışması oldu. Yazarları seçerken farklı renkler ve fırçalar barındıran bir palet olsun istedim. Benim için ilginç iki hikâye şudur: Yazdıklarına bakarak batıdan bir ses olsun diye seçtiğim Murat Yalçın’ın ailesinin bir kanadının Dersim’den göçme olduğunu öğrenmek, onu yıllar sonra köklerine bir yolculuğa çıkartmak ilginçti. Yazarlarımızdan bir diğerinin babaannesiyse evlatlıkmış ve onunla ilgili evde hiçbir şey konuşulmazmış. Ailede bu konuda adeta bir suskunluk yemini varmış. Öyküsünü hazırlarken, geçmişin izini sürüyor ve babaannesinin sahiplenilmiş Ermeni kızlarından biri olduğunu anlıyor.
Edebiyat, kabaran Türkiye halısı için ne yapıyor?
Bazen acıdan ya da ebeveynlerimizin olası günahlarıyla yüzleşmekten kaçabiliriz. Ama edebiyattan kaçılmaz, hikâyeye bir gün yakalanırsın. Bu nedenle bütün ötekileştirme politikalarının özünde başkasının hikâyesini saklamak vardır. Dinledikçe, tanıdıkça, öğrendikçe diğerleriyle aramızda insani bağ kurulmaya başlar. Elbette bazı insanlar direnir, onların retlerini kırmak için yapacak bir şey yoktur. Hayatın beceremediğini edebiyat tek başına beceremez.
Kürt siyasi hareketiyle ilgili bilinciniz bugün neye dönüştü? Örneğin KCK tutuklamalarından sonra BDP Siyaset Akademisi’nde ders verme zorunluluğunu niye hissettiniz?
Asıl sorun başkalarının niye hissetmediği olmalı bence. Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı olayı benim için bir eşikti. Nitekim aynı nedenle gidip TÜYAP Kitap Fuarı’nda Ragıp Zarakolu’nun yerine nöbet tuttum. ınsanların hapishanelerde neler çektiğine bakılırsa, benim yaptığım ne ki? Bugün toplumsal mutabakatı sağlamada benim için önemli iki ölçü var: ılki, ortak değerler, ilkelerdir. Bazı şeylerin ‘bana göre’si, ‘sana göre’si, ‘o durumda’sı, ‘şu durumda’sı yoktur. ıkincisi de; bireysel ahlak ve özgürlük anlayışının tanınmasıdır. Günümüzde her şey satılık ve her şey aşağıya çekiliyor: Ahlak, adalet, vicdan, ilke. Bireysel ahlakı olmayanların siyasi ya da dini inancının gözümde bir değeri yoktur. Bildiğiniz gibi Türkiye’de aşağı çekilmeyen tek şey seçim barajı. Sistemi baraj kapakları ile hapishane duvarları ayakta tutuyor.
Aydınlar için üzerine düşeni yapmak 80’den beri zorlaşıyor mu?
Sadece aydınlar değil, herkes bir şey yapmalı. Ayrıca kimse kimsenin ‘aydınlığının’ kaç karat olduğunu hesaplamaya kalkmasın. Kahramanlara ihtiyaç duymayan bir toplumun oluşması için mücadele ediyorum. Brecht’in dediği gibi, asıl acıklı olan bir toplumun kahramanlara ihtiyaç duyması. Bugün BDP’nin demokratik muhalefet konusunda tek sağlam kale olduğunu düşünüyorum. Farkındaysanız yaşadığımız coğrafya, kültürel ve demokratik ataklarında Kürt siyasi hareketinin lokomotifine bağlandı. Bunun görülmesi gerek artık. Yüzlerce yıldır ezilen analarının hakkını arayan yere sağlam basan kadınlarıyla, gençleriyle Kürt siyasi hareketinde bir Rönesans yaşandığını düşünüyorum.
BDP Kürt milliyetçiliği yapıyor eleştirisine ne diyorsunuz?
Bu eleştiriler ‘milliyetçiliği’ de kendi tekelinde gören Türklerden geliyor. Ezen ulusun milliyetçiliğiyle, ezilen ulusun milliyetçiliğini aynı kategoride değerlendirmeyi doğru bulmuyorum, ama daha önemlisi ben milliyetçiliğin hiçbir çeşidini doğru bulmuyorum. BDP de eleştiriden muaf değil. Türkiye partisi olmak konusunda tıkanıklık yaşadığını düşünüyorum; ayrıca bu durum biraz da koşulların dayatmasıyla ilgili. Ayrıca günümüzde hemen her şey ağır bir hakikat kaybına uğradığı için, milliyetçilik de kendisinin taklidi bir hal aldı.
Nasıl yani?
Açıkçası epeydir bana solcusu solcu gibi, sağcısı sağcı gibi, Müslümanı Müslüman gibi gelmiyor. Keşke sahiden liberallerimiz olsa değil mi, ama bizde pastörize edilmiş sağcılara ‘liberal’ deniliyor. Beni, inandıklarına uygun yaşama gayretinde olanlar ilgilendiriyor. Kendi payıma inandığım şeyleri yapıyor, yazıyor ve söylüyorum. Günün eğrilerine göre yaşayanlara göre ‘demode’ sayılmak hoşuma gidiyor. Hâlâ aydınlanmacıyım, hâlâ ilerlemeciyim, hâlâ solcuyum. Laikliği bu ülkenin vazgeçilmezi olarak görüyorum.
Şiddeti meşrulaştırmıyorum anlamaya çalışıyorum
Kürtler ve solcuların şiddetle ilgisi tartışmasına ne diyorsunuz?
Tartışmaların hangi zeminde, hangi çerçevede ve hangi niyetle yapıldığına bakmalı öncelikle. Devletin sistemleştirdiği şiddeti, tarihini, nedenlerini konuşmaktan başlamalı. Çok yıl önce bir yazıya niyetlenmiştim. Adı ‘Türkiye’de Zorun Rolü’ idi. Engels’in ‘Tarihte Zorun Rolü’nün başucu kitabım olduğu yıllar. O yazıyı hâlâ bitiremedim ama Mustafa Akdağ’ın ‘Türkiye’nin Dirlik Düzenlik Kavgası’nın, Celali isyanlarının, Kemal Tahirler, ınce Memedler, Pir Sultan Abdallar çevresinde, eşkıyalık ve şiddet tartışmalarının yapıldığı o günlerden bana şiddet üstüne çok söz kaldı. şiddetin hiçbir çeşidinin savunulur bir yanı olmadığını biliyorum, ama şiddete başvurmaktan başka hiçbir çaresi kalmamış insanları da anlıyorum.
Bu çelişki değil mi?
Öyle ama kimse bu çelişki zaten çözülmüş de biz bilmiyormuşuz gibi davranmasın. şiddeti meşrulaştırmıyorum, anlamaya çalışıyorum. şiddeti mevcut kılan şartları değiştirmeden, şiddetin aşılamayacağını düşünüyorum. Türkiye bugün Kürt realitesini tanıdıysa, bunu Türk siyasetinin kendi dinamikleriyle demokratik evrilmesine değil, Kürtlerin başkaldırısına borçlu. Keşke bunun başka bir yolu olsaydı, bu kadar çok insan ölmeseydi. şiddetin ortadan kalkmasının tek yolu, demokratik mücadele alanlarına hak ve özgürlük tanımaktır. En haklı savaşların bile utançları vardır. Gelin daha aşağıdan konuşalım: Geçinmeye ne kadar gönlümüz var? Yoksa ben senin açığını, sen benim açığımı sonsuza kadar çoğaltabiliriz. Başka bir çağa geldik. Tarih bizi geçti. Öte yandan teknoloji çok ilerledi, ama insanlık fazla ilerlemedi. Bugün insan olmak yetmiyor, daha çok insan olmamız gerekiyor. Ölen her canı hanehalkından biri bilmeyiz.
Bu çerçevede solun şiddeti denince ne anlıyorsunuz?
Herkesin kendi sol hikâyesi farklılık gösterir. Geçmişte yaşadıklarımız ve ondan hatırladıklarımız farklı olabilir. Ben ‘Kâğıttan Kaplanlar Masalı’nı yazdığımda bir kesim solcular da bundan hiç hoşlanmamıştı. Sol içi çatışmalar ilk kez konuşuluyor değil. Eski TKP bile kendisinden beklenmeyecek ölçüde özeleştiri yaptı. O zamanlar da bunun böyle olmaması gerektiğini söyleyenler vardı. 1977’de, Roma’da ıtalya Komünist Partisi’nin bir komününde kaldığımda çok şaşırmıştım. Aynı komünde solcuların, Maocularla aynı masada şarap içip tartışması, şakalaşması bende ciddi bir algı kırılmasına yol açmıştı. Tarih, diyalektik bir yaklaşımla anlamlanır. O yüzden tarihe diyalektik süreç olarak bakmalıyız, birbirimizi suçlayarak, geçmişi şimdileştirerek ya da şimdiyi geçmişleştirerek değil, geçmişin faturalarını kabartarak değil. Uzun süre 12 Eylül’ü bir elektrik kesintisi zanneden, elektrikler gelince aynı yerden devam edeceklerini sananlar vardı. 30 senedir o elektrik gelmiyor. Bir de yaşamı boyunca hem iktidarın nimetlerinden, hem muhalefetin prestijinden yararlanmak isteyenler tanıdım.
Sol özeleştirisini yaptı mı?
Sol hareketlerle, tek tek insan hikâyelerini ayırt edebilmek gerek. Herkes geçmişten sahip çıktıklarıyla, hesaplaştıklarının, reddettiklerinin dökümünü kendince yapıyor. Sol ağır bedel ödedi. ‘Fırtına’ şarkısında söylediğim gibi, ‘Denizlere çıkar bu sokaklar’ bir metafordur, tıpkı ‘Herkesin bir Dersim hikâyesi vardır’ demem gibi. Ama bunca şairin anayurdu Türkiye eğretileme, metafor, mecazdan anlamıyor artık. Savcılar da anlamıyor olmalı ki, Dink’i 301’den mahkûm ettiler. Hem de ölüme.
‘Denizler’i eleştirmek
Sizin için ‘Denizler’i eleştirmek tabu mu?
Benim için ne tabu ki, bu olsun? Onlara, mücadele tarihlerine duyduğum saygı baki. Bugün bazı görüşlerine katılmıyor olabilirim. Modalaştırılmaya çalışılan “Denizler yaşasaydı ne olurdu” sorusu ise kullanım değeri olmayan kaba bir faraziye. “Sen yaşıyorsun da ne oluyor, seninki de hayat mı” diyesi geliyor insanın. Nice sıkıntısını çekmiş olsam da bana solculuktan kalan, 1970’lerde edindiğim ‘sol ahlaka’ çok şey borçluyum, bu, o günden bu yana üstüne taş koymadığım anlamına gelmiyor elbette.
Bu günlerde Türkiye’deki birçok melanetin kökü niye solda aranır oldu?
Bütün gençliğimiz Süleyman Demirel’le geçti, o da mı solcuydu? Üç darbeyi yapanlar da mı solcuydu? Maraş katliamını da mı solcular yaptı? Yıllar yılı eli kanlı katilleri, sistemli soyguncuları milletvekili, bakan ya da ihale kralları yapan da mı solculardı? Say say bitmez. Bence Türkiye’nin bir başka sloganı da ‘Neresinden tutayım’ olmalı. Bugün tartışılan konuların bir kulpu yok. Yeni bir deneme kitabı hazırlıyorum, adı : ‘Türkiye Saatiyle’. ızninizle gerisini orada söyleyeyim.
Ezgi Başaran - Radikal
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.