Al Jazeera'nin sorularını yanıtlayan HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş özellikle bölgede gelinen çatışmalı durumu siyasetin sorunlara çözüm bulamamasına bağladı. "Ortaya çıkan tablo siyasetçilerin başarısızlığının sonucudur" diye konuşan Demirtaş'a göre bu başarısızlığın yüzde 99'u AK Parti, yüzde 1'i HDP'den kaynaklanıyor.
Cemil Bayık'ın "Asker polis öldürme eylemleri yapmamak için şehirlerde öz yönetim ilanlarını destekleme kararı aldık" açıklamasını Demirtaş, 'çok önemli bir şey' diye nitelendiriyor. Demirtaş'a göre devlet bu öneri karşısında, "Tamam, sen madem dağda askere, polise karşı eylem yapmayacaksan, ben de bunu bir düşüneyim" demeliydi. Demirtaş, 'öz yönetim ilanlarını yapanın da halk olduğunu' söylüyor.
HDP Eş Başkanı, "Bu hendeklerin mağdurları var. YDG-H'den korkan kaçan, bu gerilim içinde yaşamak istemeyen insanlar var, bu mağduriyet için ne söyleyebilirsiniz?" sorusuna, "Şüphesiz herkes desteklemek zorunda değil" diye cevap veriyor.
Yaşananların HDP'nin Türkiyelileşme hedefine darbe vurmadığını söyleyen Selahattin Demirtaş, "Türkiyelileşme Kürtlerin Batı'yı kabul etmesi değil, Batı'nın Kürtleri olduğu gibi kabul etmesidir" dedi.
Söyleşinin tamamı şöyle:
7 Haziran'dan sonra aşama aşama çatışmalı ortama geri döndü Türkiye. Önce PKK'nın saldırıları, operasyonlar sonrasında 'şehir savaşı' diye tanımlanan bir sürece geçildi. Uzmanlar bunu PKK'nın bir strateji değişikliği olarak da tanımlıyor. Bu nasıl başladı, siz bunu nasıl tanımlıyorsunuz?
Kısaca PKK ve onun lideri Sayın Öcalan diyalog, masa, müzakere yoluyla çözüm için bir çaba sarf ettiler. Deklarasyonlar yayınladılar, Newroz'da mektuplar, geri çekilme kararı aldılar vs. Bütün zorluklarıyla birlikte ağır aksak da olsa Dolmabahçe mutabakatına kadar bir süreç getirildi. Herkes o noktadan sonra çözümün hayata geçmesini bekledi. Çünkü konuşma artık bitmişti ve iş pratik yapmaya, çözüm sürecinin sonuçlarını hayata geçirmeye gelmişti. Dolmabahçe mutabakatından sonra bunları yapmak gerekiyordu. Bir anda Dolmabahçe mutabakatı yok sayılınca masa devrildi. "Çözüm süreci yoktur" ve "Kürt sorunu yoktur" laflarıyla birlikte toplumda çok büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. Fakat bu gibi çözüm süreçlerinde taraflar birbirleriyle konuşurken, bir yandan da "Müzakere biterse ne yapacağız?" diye düşünürler. Görünen o ki, iki taraf da bunu düşünmüş. Devlet 2014'ün başından beri "Bir gün nasılsa çözüm sürecini bitireceğiz. Bu iş böyle çözülmeyecek. Bitince neler yapacağız?" diye bir plan program yapmış. PKK de "olur da çözüm süreci bir gün biter de, devlet bizim ile yeniden savaşmaya başlarsa" diye düşünmüş. Şimdi onun uygulamasını yaşıyoruz. Artık PKK, "Ben dağda savaşmak istemiyorum. Ben doğrudan şehirlerde etkili olduğumu, arkamda bir halk desteği olduğunu dünyanın görmesini ve çözüm süreci masada çözülmüyorsa, ben zaten halkın önemli bir kısmının desteğini arkasına almış bir örgüt olarak, fiziki olarak da kontrol edeceğim bölgelerin var olduğunu dünyaya gösteririm" demiş oldu.
Tabii ki bu çatışmanın, savaşın derinleşmesi demektir. Hükümet ve devlet çok daha önceden planladığı kıyıcı bir askeri politikayı hayata geçirmeye başlayınca, karşılıklı şehirlere taşınmış olan bir savaş ortaya çıkmış oldu. Cemil Bayık'ın birkaç gün önce yapmış olduğu bir açıklama var, "Biz sorunun asker, polis öldürerek çözülemeyeceğimi biliyoruz. Asker polis öldürme eylemleri yapmamak için şehirlerde öz yönetim ilanlarını destekleme kararı aldık. Devlet üstümüze gelmesin biz kimseye silah çıkmayacağız" dedi. Ankara'dan, hükümet cephesinden bakınca bu çok anlamsız gelebilir fakat bence çok önemli bir şey. PKK ateş etmekten, öldürmekten vazgeçtiği için "Ben şehirlerde öz yönetim ilanlarını destekleme kararı aldım" diyorsa devlet bunun üzerine tankla, topla gitmek yerine "Tamam sen madem dağda askere, polise karşı eylem yapmayacaksan bu iş sivil, siyasi alanda kalsın istiyorsan ben de bunu bir düşüneyim" demeliydi bence.
Bu noktada bir tartışma var zaten, "PKK çözüm süreci boyunca şehirlere yığınak yapmış" diye. Bunu süreç devam etmezse diye geliştirdiği stratejinin bir parçası olarak mı görüyorsunuz?
"Çözüm süreci boyunca yığınak yaptı" filan diyorlar evet. Çözüm süreci olmasa PKK yığınak yapmak istese yapamayacak mıydı? Bu çözüm sürecinin yarattığı bir imkan değil ki PKK'ye. Çok boş tartışıyorlar.
Bu bir anlamda samimiyetini sorgulama ile de ilgili. Yani masada çözümü konuşurken şehirlere silah yığmaya devam etmek...
Bu güvensizlik yaratan bir unsurdur diye tartışılıyorsa, evet. Bunlar çözüm süreci boyunca da tartışıldı ama karşılıklı güvensizlik oluşturan bir sürecin sonunda çıktı bunlar ortaya. Neydi? Hükümetin kalekolların ve karakolların, askeri amaçlı barajların yapımına devam etmesi güvensizliğe yol açtı. Tüm bunlara karşı da anlaşamayınca "Bir gün süreç biterse ben de hazırlığımı yapayım" diye bir hazırlık yapmış. Bu da başka bir güvensizlik yarattı Ankara'da. Karşılıklı bir güvensizlik ortamı oluşturuldu. Yani sanki 'Hükümet tam da her şeyi çözerken PKK şehirlere silah yığdı da, o yüzden süreç bitti' diye bir noktaya ulaşmak yanlış olur, haksızlık olur.
"Bu öz yönetim ilanlarını destekleme kararı aldık" dedi Bayık. Öz yönetim meselesi uzun zamandır var olan ve tartışılan bir proje ama "İlan ettim oldu" diyerek mi hayata geçmesi öngörülüyordu?
Keşke tüm bunları müzakere masasında, diyalogla tüm bunları açıkça konuşabilsek ve tüm bunlara zor da olsa siyaset yoluyla keşke ulaşabilsek. Biz hala o noktadayız. öz yönetim ilanları HDP'nin aldığı bir karar değil. HDP ve siyasiler bu işi masada tartışamadığı için, tartışmayı bitirdikleri için halk inisiyatifleri ve meclisler öz yönetim ilanlarına başladılar. Tam da tartışılıyor, konuşulurken bunlar olmadı. Tartışma bitirildiği için halk "Başka seçenek yok. Bunun tartışması bile yapılmıyorsa biz süreçten ne anladık?" diye düşünmeye başladı. Çünkü çözüm sürecinde özerklik hiç tartışılamadı bile. Kamuoyunda tartışmaya başladığımızda da Cumhurbaşkanı ve Başbakan bunu bölücülük olarak tarif edip, "Kimseye biri bu topraklar üzerinde ameliyat yaptırmayız, bunu tartıştırmayız" dedi. Şimdi tartışamadığımız, konuşmaya bile cesaret edilemeyen bir konu nasıl çözülecek? Biz çözemedik siyasetçi olarak. Ortaya çıkan tablo siyasetçilerin başarısızlığının sonucudur. Bunda kısmen bizim de payımız vardır. Ama bizim payımız 100 parçada 1 ise, 99'u hükümetidir. Halk siyasete alternatif olarak "Ben varım" demeye başladı. Biz bu tartışmaları izliyorduk ve "Siyasette biz başarabiliriz" duygusunu canlı tutmaya çalışıyorduk. Canlı tutamazsak bu olur. Kimse oturup Ankara'da Davutoğlu'nun, Erdoğan'ın vicdana gelmesini beklemeyebilir.
Hendeklerle mi özdeşleşmeliydi bu? Silahlar, çatışma...
Değil tabii. Hendek, barikatın özerklik ve öz yönetim uygulamalarıyla hiçbir alakası yok. Hendek ve barikat polis, asker operasyonları, ev basma, gece gündüz mahalleye girip tutuklamalar ve infazlar yapması üzerine geliştirildi. Bakın Cizre'de 16 sivil öldürüldü. Ne soruşturma açıldı, ne dava açıldı. Bir tek Nihat Kazanhan. Onun dışında herkes kim vurduya gitti. "Kimse AKP'nin emriyle gelip bizi öldüremez" diyenlerin bir kararı sonucunda hendek, barikat ortaya çıktı.
Bir de bu hendeklerin mağdurları var. YDG-H'den korkan, kaçan, bu gerilim içinde yaşamak istemeyen, desteklemeyen insanlar var... Bu mağduriyet için ne söyleyebilirsiniz?
Herkesin özgürce, kendi evinde, mahallesinde, toprağında yaşama hakkı vardır. Şüphesiz herkes desteklemek zorunda da değildir, çok anlaşılır bu. Bir an önce bu tür mağduriyetlerin giderilmesinin tek yolu siyasi ortama dönmektir. Askeri, polisiye operasyonlar ve buna karşı hendekler, barikatlar devam ettiği sürece bunu çözmek mümkün değil. Biz tabii ki insanlara "Gidin çatışmanın içinde, evinizde oturun" diyemeyiz. O insanlardan güvenliği sağlanmadan bunu nasıl isteyebiliriz? Ya da oradan çıkmak istiyorsa, "Sen orada öleceksin" diyemeyiz HDP olarak. Fakat YDG-H'liler ya da barikattakiler tehdit etti, boşalttı propagandasını ben kabul etmiyorum. Tank girmiş mahalleye. o tankın orada bulunması o insanları hiç mi korkutmuyor? Özel harekat polisleri mahalleye girince, "İnsanlar bizi kurtarmaya geldiler" mi diyor? Hayır. "Bizi öldürebilirler, hemen burayı terk edelim" diyor insanlar. Daha çok askerden, polisten korkuyorlar.
Geçen hafta yaptığınız "Direnişi büyüteceğiz" açıklaması ve bir kaç gün önce de söylediğiniz "Barikatların arkasındakilerin elinde hafif silahlar var" sözleri şiddeti meşrulaştırdığınız gerekçesiyle eleştiri konusu oldu. Ne demek istediniz?
Her iki cümle de böyle bağlamından ayrı düşünülürse başka anlamlara gelebilir. Birincisinde "Halk ne kadar sahip çıkarsa bu şiddeti o kadar hızlı durdururuz. Dolayısıyla biz bu savaş politikalarına karşı direnmeliyiz" dedim. "Direnişi büyütelim" derken de halk eylemleri, zılgıtlar, kim nasıl katılıyorsa diye bir çağrıydı. "Gidelim hepimiz barikatların arkasında savaşalım" anlamında değil. Bu savaşı durdurmanın tek yolu AKP'ye biat etmek değil tam tersine buna karşı çıkmaktır. Savaşa karşı bir direniş büyütme çağrısıydı, halen ısrarcıyım, tekrarlıyorum. İki yol var, ya teslim olacaksınız, "Evet siz haklısınız" diyeceksiniz. MHP bunu yapıyor. Ya da buna karşı direneceksiniz. "Gelin, konuşalım" diyorsunuz konuşmuyorlar, "Masa devrilmişti düzeltelim" diyorsunuz yapmıyorlar. "Askeri operasyonları durdurun, sokağa çıkma yasağını kaldırın" diyoruz, yapmıyorlar. "Biz gireceğiz, hepsini öldüreceğiz, temizleyeceğiz" diyorlar. Ne yapabilirsiniz? Bir halk direnişi, kollektif bir direniş geliştirmezseniz, durduramazsınız. Bu bir siyasetçi açısından söylemesi de, yapması da cesaret gerektiren bir şeydir.
Öz yönetim, hendek, direniş deyince artık her şey şiddet olarak algılanıyor, bundan belki...
Zannediyor musunuz ki hendekler kapandığında şiddet duracak? Gezi direnişini insanlar unutmasın. Çocuklar hendek kazmadılar, barikatlar filan vardı ama patır patır öldürüldüler. Her gün gaz, cop, polis saldırısıyla insanlar hendek kazdılar diye mi katledildi, yaralandı? Hiç öyle düşünülmesin. Yani "Hendek olmazsa demokratik bir ülke olacağız". Asla böyle bir şey yok. Bu hükümet silahı, şiddeti, polisi, askeri terbiye etmek için, teslim almak için kullanıyor. Bizim de bundan korkmadığımızı göstermemiz lazım. Toplum korkarsa siz orada demokrasiyi geliştirmezsiniz. Erdoğan ve altındaki hükümet korkutma politikasıyla toplumu tümüyle teslim almak istiyor. Darbe yönetimleri de böyle. 12 Eylül sonrasında bizler belki çocuktuk, birebir hatırlamıyoruz ama şimdi okuyunca, filmlerini görünce daha iyi anlıyoruz. Bütün toplum korkutuldu ve o korkuyu iliklerine kadar herkes hissettikten sonra anayasa yapıldı. Anayasa yüzde 90 evet oyuyla desteklendi. O günlerde en azından toplumun bir kısmı direnebilseydi korku yıkılırdı. Biz direniyoruz. Bugün bizi eleştirenler, yarın bu direnişi ortaya koyduğumuz için bize teşekkür edecekler. Hafif silahlar konusunu ise şehirlerin ağır şekilde tahrip olmasıyla ilgilidir. "PKK şehirleri tahrip etti" diyorlar. "Tahribatı yapanlar ağır silahlardır, barikatların arkasında o kadar ağır silahlar yok" dedim. Yoksa "Gençlerin elinde küçük silahlar var, ne olacak?" gibisinden şiddeti meşrulaştıran bir söz söylemedim.
Son açıklamalarınızda Türkiye'nin batısına dönük bir çağrı dikkat çekiyor. Bir hayal kırıklığı mı var? Bir destek beklentisi mi?
Hayır Batı'da büyük bir potansiyel var, onu harekete geçirmek için sürekli tekrarlıyorum. Yoksa biliyoruz var olduğunu. Batı'da bir çok şehre gidiyorum, insanlarla konuşuyorum. Evet toplumun belli bir kesimi olup bitenlerden rahatsız, tepki duyuyor. ama önemli bir kısmı da "Ne olduğunun farkındayız. AKP'ye karşı bu direnişte yanınızdayız" diyor ama bunu görünür kılamıyor ya da cesaret edemiyor.
Türkiyelileşme projesinin darbe yediğini düşünüyor musunuz?
Bence tüm bu olup bitenlerden sonra Türkiyelileşme daha sağlıklı bir rotaya oturacak. Türkiyelileşme meselesi AKP'lileşme, devletleşme değil, Türkleşme, mevcut Türkçü politikalara uyma, MHP veya AKP gibi olma demek değildir bizim açımızdan. İzmir, İstanbul, Antalya Cizre'deki Kürdü, Kürt gibi kendi kimliğiyle bir halk olarak, kendini yönetime katma hakkına da saygı duyarak kabul etmiyorsa İstanbul ve İzmir reddetmiş olacak. Kürtler reddetmiş diye bir şey yok. En yüksek oyu Kürtler HDP'ye verdiler tarihlerinde.
Türkiyelileşme zaten batının oy vermesini hedefleyen bir proje değil miydi?
Batı'nın Kürtleri kabul etmesidir. Kürtlerin Batı'yı olduğu gibi kabul etmesi değildir. Batı, Kürtleri olduğu gibi kabul etmeyecekse; Türkiyelileşme projesi o zaman sekteye uğrar. Kürtler de budur. Talepleri budur, istekleri budur. Dolayısıyla bizim Türkiye'nin batısına AKP'nin bu Kürtleri dışlayan, Kürtleri biraraya yaşamaktan vazgeçirmeye çalışan politikalarını teşhir etmemiz lazım. Yaptığımız çağrının altında yatan nedenlerden biri budur. Türkiyelileşme budur bize göre. Yoksa MHP'ye ne kadar yaklaşırsak o kadar Türkiyelileşiriz diye bir şey yok. Oy oranı ile de belirlenmez. AKP mesela yüzde 49.5 aldı, dünyanın en demokratik partisi midir? Bütün Türkiye'nin partisi midir? Yok. Bu meşruiyet ile ilgili.
Sizinle ilgili de bir tartışma yürütülüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte yıldızınızın parladığı, 7 Haziran seçimleriyle birlikte popülaritenizi daha arttırdığınız ancak sonra PKK saldırıları ile birlikte HDP'nin bağımsız siyaset üretememesi sebebiyle sizin yıldızınızın da söndüğü belirtiliyor.
Bunları çok iyi anlıyorum. Partimize, şahsıma yönelik eleştirilerin hepsini anlıyorum, saygı da duyuyorum. Bir oranda anlaşılır da görüyorum. Fakat ben bir yıldız olarak doğmadım, yıldız olmak da istemedim, yıldız da değildim. Bir siyasetçiydim, direnişin içinden gelmiş bir siyasetçiydim. Hep böyleydi. O zaman da dedim ki, "Kişilere güvenmeyin, ilkelere güvenin." Biz Türkiye'nin yeni bir liderini yaratmak için uğraşmıyoruz, ilkelerini yaratmak için mücadele ediyoruz ve hep böyle olacak demiştim. Ben bugün varım, yarın olmayabilirim. Lütfen kişilere güvenerek geleceğinizi kurmayın, yeni tabular yaratmayın kendinize. Biz bir ilke manzumesi savunuyoruz. Bunlar iyi mi, doğru mu diye bakarak karar verin. Bunları savunduğumuz sürece bizi destekleyin, savunmaktan vazgeçersek bizi desteklemeyin. Hep bunu söylemiştik. Bu ilkelerden vazgeçiyorsak insanlar bizi eleştirsinler.
Kolay günlerde o ilkeleri savunup, zor günlerde o ilkelerden vazgeçseydik asıl o zaman 'yıldız politikacı' olurduk. 'Yıldız politikacı' olmak için değil, ilkeli politikacı olmak için yola çıktık. o gün Kürtler için özerkliği, anadilde eğitimi savunuyordum. Cumhurbaşkanlığı seçiminde "Türkiye'nin her yeri yerinden yönetime kavuşmalı" diyordum. "Cumhurbaşkanı seçilirsem kesinlikle yetkilerimi sınırlayacağım, yerele devredeceğim" diyordum. Bugün de aynısını söylüyorum. O gün söylediğim koşullarda insanlara iyi geliyordu, hoş geliyordu çünkü ölümler yoktu. Bugün aynı şeyleri söylüyorum ama ölümler var. İnsanlar bu ikisini teraziye koyduğunda acı daha ağır geliyor ve bunu eleştiriye dönüştürüyorlar. Fakat ben tüm bunlara bakarak ilkelerimden vazgeçemem. Bana eleştiri arttı diye kendimi AKP, MHP çizgisine yakınlaştırıp şirin görünmeye çalışamam. O gün şirin görünmek için bir şey yapmadım, bugün de yapmam.
Size çok anlamlı gelmiyor biliyorum ama dışarıdan çok merak edilen bir konu var. HDP, Kandil'den bağımsız bir siyaset üretebilir mi?
Üretiyoruz işte daha ne yapalım? Kandil'e en çok ateşkes çağrısı yapan kimdi? Bizdik. Her gün yaptık neredeyse. Bunlar unutuluyor ama bunlar kolay işler değil. Öyle Bahçeli'nin buradan Kandil'e sallaması gibi değildir bizim çağrılarımız. Bahçeli diyor ya "Kandil'i dümdüz edeceğiz. Gidin yakın" diyor ya, Onun çağrıları Kandil'de duyulmuyor bile. Sinek vızıltısı bile değil. Ama bizim çağrımız etkilidir. Kandil bunu tartışıyor, zorluyoruz. Yaptık, defalarca yaptık. Peki Kandil mi bize diyordu ateşkes çağrısı yapın? Hayır.
Yeteri kadar etkili oluyor mu?
10 Ekim'de ateşkesi kim ilan ettirdi? Seçime 20 gün vardı, ilan etmeyebilirdi PKK, kabul etmiyordu. "Bize saldırı var, biz ateşkes ilan etmeyeceğiz" diyorlardı. Kim yaptırdı? Ben Avrupa'ya gittim, yurtiçinde çok sayıda görüşme yaptım. Arkadaşlarımız her yerde miting yaptılar, ben ondan fazla mitinge katıldım. Bugün öz yönetim ilan edilen ilçelerin hepsine seçimden önce gittim. Ben ne söyledim orada? "Gençler sizin ölmenize gerek yok, biz siyasetçiler olarak sorumluluğu üstleniyoruz. Silaha gerek yok, sorumluluğu biz alıyoruz" dedim. Kandil, KCK yöneticileri açıklamalarında, köşe yazılarında bana ve bu çağrılarımıza dönük çok sayıda sert eleştiri yöneltti.
Aslında size çok tepki, çok eleştiri var ama Kandil'den de çok sert eleştiriler geliyor. Bu da sanki bir otorite düzeni, ast üst ilişkisi varmış gibi algılanıyor...
Biz Kandil ile oturup beraber siyaset belirlemiş değiliz. Biz parti politikalarımızı ilkeli olarak herkese karşı savunuyoruz. Ortak siyaset yapıyorsak ya da Kandil'in vesayeti altında siyaset yapıyorsak geriye dönüp baksınlar bakalım. Bunlar bizim cephemizde hakikaten hiç bir anlamı olmayan değerlendirmeler, sıfır analizlerdir. Biz bunları okuduğumuzda, aslında okumuyoruz da ama önümüze geldiğinde hiç ciddiye almıyoruz. Ciddi analiz nedir bize göre biliyor musunuz? "HDP, PKK'nin yaptığı siyaseti anlamaya çalışıyor. HDP PKK'yi aldığı kararlara götüren süreçleri iyi anlamaya çalışıyor. Doğru yönetmek, doğru siyaset üretmek için çok iyi analiz ediyor. Bu yönüyle PKK'yi en iyi tanıyan, PKK üzerindeki en etkili partidir. Niye bu etkisini kullanmıyor?" diye eleştirilse bu analizlere saygı duyarım. Ama "Bunlar Kandil'in emrinde" analiziyle başlayan cümlelerin altını asla okumuyorum. Yani yazanlar ve televizyonlarda konuşanlar bilsinler, zannediyorlar ki biz gece gündüz onları dinliyoruz. Kusura bakmasınlar, boş boş konuşuyorlar. Ne biz dinliyoruz, ne de Kandil'dekiler dinliyor.
Siyaset etkisini kaybettiği için mi alevleniyor bu tartışmalar? Şiddet ile birlikte PKK ile HDP arasındaki organik ilişki ya da taban ortaklığı daha mı çok dikkat çekiyor?
Bu çok anlaşılır bir şey. İnsanlar ölümden, ortaya çıkan tablodan vicdanen rahatsız oluyor. En vicdansızı bile işte ölümler, cenazeler, ağlayan insanlar, çocukları gördüğünde bir an önce bunların durmasını istiyor. Şimdi bunu durduracak olan siyasetçilerdir. Dolayısıyla bize eleştiri yönelmesini ben çok iyi anlıyorum. Bu beklenti toplumda var.
Evet, yaygın olarak elinizden geleni yapmadığınız, beklentileri karşılayamadığınız düşüncesi var...
Evet, yapmış olsaydık, başarmış olsaydık bu görüntüler olmazdı. Röportajın başında belirttim. Yüzde 1'i bizim payımızdır. Masayı canlı tutamadık. Dolmabahçe'ye kadar getirdik ama AKP başka bir rotaya getirdi ve bizim ondan sonrasına gücümüz yetmedi. Erdoğan bir karar verdi. Artık başkanlık kendisi açısından vazgeçilmezdi, biz tutamadık. Toplum da bu konuda güçlü bir barış isteği ortaya koyamadı. Biz kendi payımıza sorumluluk yüzde 1 de olsa kabul ederiz. Bunun için özeleştiri de veririz. Ama yüzde 99 sorumlu olanların şu pervasızlığına baktıkça, sanki hiç bir sorumlulukları yokmuş gibi o kadar ahlaksızca saldırıyorlar ki, o yüzde 1 için de çıkıp konuşasımız kalmıyor. (Al Jazeera)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.