Peşmergeye gazeteci olduğunu söyleme
Dağ yolculuğum 12 Mayıs Pazar günü Erbil’den başladı. Beni otelden alan beyaz jipin sürücüsü Şırnak’tandı, ismi Star’dı. “Dört beş saatlik yolumuz var. Sonra onlar alacak seni” dedi ve uyardı: “Kontrol noktalarında peşmergeye sakın gazeteci olduğunu söyleme... Kürtçe bilmediğini söyle...”
Artık kavga dağda değil, masada olsun
Adı Robian olan lokantanın önünde duruyoruz. Genç garson; “Hasan Abi, beni tanıdın mı? Yüksekova’da kaldığın otelin resepsiyonunda çalışıyordum” diyor. Hatırladım tabii. Yüksekova’da adı Oslo olan bir otel!.. Diyor ki: “Süreç iyi gidiyor galiba. Artık kavga dağda değil, masada olsun. Silah devri bitti.”
Her taraf sondaj kulesi
Nereye baksam sondaj kulesi. Kürdistan Yönetimi’nin elini güçlendiren, bölgeyi karmaşıklaştıran, Ankara’yla Erbil’i yakınlaştıran, Kürtlerin geleceğinde önem taşıyan petrol kuyuları... Star, “Son kontrol noktasını da geçtik mi, dağlar bizimdir” diyor, “Sonrasını bilmiyorum, seni alacaklar...”
Öcalan kaynaklı 'devrimci gençlik' sempatisi
Beyaz bir kamyonetten iki gerilla iniyor. Birinin adı Umut, diğerinin Ulaş. “Ulaş Bardakçı” diyorum, gülüyor. Kandil’de tanıdığım Mahir Çayan geliyor aklıma. 12 Mart askeri döneminde hayatını kaybetmiş “devrimci gençlere” PKK saflarında duyulan sempatide, sanıyorum, Öcalan’ın payı büyük...
Irak Kürdistanı, Metina bölgesinde bir PKK kampı
Dağ yolculuğum 12 Mayıs Pazar günü Erbil’den, Kürtçe asıl adıyla Hewler’den başladı.
Beni sabah vakti otelden alan Toyota marka beyaz jipin sürücüsü Şırnak’tandı, ismi Star’dı. 1992’de altı yaşındayken ailesi yaşadığı baskılar yüzünden göç etmek zorunda kalmıştı. Babası inşaat işi yapıyordu.
“Dört beş saatlik yolumuz var. Sonra onlar (gerillalar) alacak seni, dağa çıkarmak üzere” dedi.
İlk istikamet Duhok.
Bu arada tembih etti:
“Kontrol noktalarında peşmergeye sakın gazeteci olduğunu söyleme... Kürtçe bilmediğini söyle...”
Beyaz taşlarla tepenin üstüne KÜRDİSTAN yazmışlar. Musul’a değil, Duhok’a sapıyoruz. Bir tarafımızdan Zap Suyu akıyor. Kocaman bir turist otobüsüne rastlıyoruz.
“Hewler’den binerler, Van’a, Diyarbakır’a gezmeye giderler.”
“Sen de gitsene...”
“Pasaport yoktur ki.”
“Dağdan git o zaman...”
“Tadı yoktur öyle...”
“Artık barış zamanı gidersin.”
“He vallahi, barış zamanı giderim Şırnak’a, memleketimi görmeye...”
'Allah’a emanet olun!'
Bulutların arasından bir dağ silsilesinin belli belirsiz silueti önümüze çıkıyor. “Gara Dağı derler, arkası Türkiye...”
Vakit öğleyi geçiyor. Adı Robian olan lokantanın önünde duruyoruz.
Genç garson:
“Hasan Abi, beni tanıdın mı? Birkaç yıl önce Yüksekova’da kaldığın otelin resepsiyonunda çalışıyordum.”
“Hatırladım. Oslo Oteli’ydi. Hakkâri’nin Yüksekova’sında adı Oslo olan bir otel...”
“Norveç’e göç etmiş, para kazanıp dönünce de otelinin adını böyle koymuş...”
“Oslo Oteli galiba Yüksekova’yı ikiye bölen bir sınır gibiydi. Ondan öteye asker - polis geçemezdi. Hatta ben oradayken bu kırmızı çizgiyi geçen bir başçavuş vurulmuştu.”
“Evet, Oslo Oteli’yle o köprü sınırdı. Devlet onun ötesine geçemezdi.”
“Senin yolu buralara nasıl düştü?”
Anlaşılan Yüksekova’dan kaçmak zorunda kalmış, şöyle diyor:
“Önce İran’a geçtim. Bir ay önce de buraya geldim.”
“Süreci izliyor musun?”
“İyi gidiyor galiba. Öyle gözüküyor. Artık kavga dağda değil masada olsun. Silah devri bitti.”
Rowyam beldesiymiş. Uzakmış ama Yüksekova’nın karşına düşüyormuş...
PKK’nın neredeyse her durakta, her düzeyde belirttiği eleştiriyi Yüksekovalı garson gencin ağzından da dinliyorum:
“Hem çekilme olsun, hem bu kadar karakol kurulsun, olur mu hiç?.. Derecik’le Yüksekova arasında dokuz tane kontrol merkezi kurulmuş yeni...”
Bana soruyor:
“Gezmeye mi geldin buralara, nereye geldin?”
“Dağlara geldim!”
“Allah’a emanet olun!..”
Duhok’a girmiyoruz.
1993 yılında Sabah gazetesinde yazarken, Mesut Barzani’yle ilk mülakatımı Duhok’ta yapmıştım. 20 sene olmuş. Yıllar ne çabuk geçiyor.
Her tarafta petrol sondaj kuleleri...
Gara Dağı sağımızda kalıyor.
İki yanımızda yemyeşil topraklar uzanıyor. Papatyalarla, gelinciklerle, adını bilmediğim bir dolu bahar çiçeğinin gelin gibi süslediği topraklar uzaklardaki dağlara kadar göz alabildiğine dümdüz gidiyor.
Öylesine güzel ki, o kadar iç bayıltıcı kokular ki, yaşamak ne güzel, dedirtiyor insana...
Amediye yoluna sapıyoruz. Gara Dağı bu kez karşımıza geçiyor. “Burası Secan beldesi, Ezidiler yaşar.”
Yanık yanık söylüyor, Halil Hemgin.
“Avrupa’da yaşıyor. Türkiyeli bir Kürt. Çok değerlidir. Kahramanlık türküsüdür söylediği... Yaşı 50’yi geçmiştir. Hiç para peşinde koşmadı.”
Atrosh mıntıkası.
Dağlara vuruyoruz.
“Bundan sonrası hep dağlıktır. Kürdistan böyledir. Dağların arkası da Hakkâri’dir.”
Dikkatimi çekiyor.
Başımı nereye çevirsem kule görüyorum, petrol sondaj kuleleri. Irak Kürdistan Yönetimi’nin elini güçlendiren, bölgesel politikayı karmaşıklaştıran, bu arada Ankara’yla Erbil’i yakınlaştıran, Kürtlerin de geleceğini güvence altına alabilecek ham petrol kuyuları...
Dağlar iki yanımızda yükseliyor. Vadilerden aşağı doğru yol alıyoruz. Taşlık, kayalık bir arazi bodur ağaçlarla kaplı. Gittikçe vahşileşen bir coğrafya...
“Son kontrol noktasına geliyoruz” diyor Erbil’den beni getiren jipin sürücüsü Star, “Orayı da geçtik mi dağlar bizim artık. Benim işim seni onlara teslim etmek... Ondan sonrasını bilmiyorum.”
Ekliyor:
“Araçla gelip seni alacaklar.”
Telefon çalışmıyor, servis dışı.
Derin vadilere iniyoruz, dağlara tırmanıyoruz. Ve bir yerde duruyoruz, jipi kenara çekip, gürül gürül suların aktığı, ceviz ve çınar ağaçlarının yemyeşil yükseldiği bir doğanın orta yerinde beklemeye koyuluyoruz.
Bulutlar toplanıyor dağ tepelerinde, yağmurun habercisi kara bulutlar... Tek tük kuş sesleri... Telefonu çalıyor, bana dönüyor:
“Geliyorlar!”
'Adım Ulaş' deyince Kandil'deki Mahir'i hatırladım
Toyota marka beyaz bir kamyonet yaklaşıyor. İki gerilla iniyor. Birinin adı Umut, diğerinin Ulaş.
“Ulaş Bardakçı” diyorum, gülmekle yetiniyor. Kandil’de geçen Mart ayında tanıdığım Mahir Çayan geliyor aklıma. 1970’lerin başında, 12 Mart askeri döneminde hayatını kaybetmiş ‘devrimci gençlere’ PKK saflarında duyulan sempatide, sanıyorum, Öcalan’ın payı büyük...
Umut 30 yaşında. 10 yıldır dağda. Muş’tan, CHP’li bir aileden geliyor. “Sizinle meslektaşım” diyor, bir iletişim fakültesinde okumuş...
Ulaş, 36 yaşında. 15 yıldır dağda. Lise mezunu. Memleketi Serhat. Neredeyiz, diye sorunca, bulunduğumuz coğrafyayı kısaca anlatıyor Umut:
“Buraları Behdinan, savaş bölgesi... Şu anda bulunduğumuz yer, bunun içindeki Metina bölgesi... Zap Suyu’yla Habur Suyu’nun arasnda kalan, dağların yoğunlaştığı topraklar... Sağ tarafımız Türkiye sınırı, Çukurca... Bu dağ silsilesine de Metina diyoruz. Buraları 2003’ten beri bizim kontrolümüzde, Medya Savunma Alanları... Irak-Türkiye sınırı, Irak-İran sınırı ve yine İran sınırı boyunca uzanan Kandil... Şuraları, uzaklarda sol taraf Uludere – Beytüşşebap - Şırnak’tır, sağ taraf Çukurca’ya, Zap Vadisi'ne iner.”
Ekliyor:
“Aşağıdaki şu yemyeşil, ağaçlıklı vadiyi görüyorsunuz ya. Oraya Amerikalıların insansız keşif uçağı Predatör düşmüştü geçen yıl...”
Aynur ne güzel söylüyor: 'Şeytan beni kışkırtıyor!'
Toprak yola sapıyoruz. Ağaçların arasında yitip gidiyoruz. Böbrekte taşım varsa mutlaka düşecek, bel disklerim de yerli yerine oturacak bu yolda...
Meşe palamutları, incir, ceviz ağaçları...
Aynur ne de güzel söylüyor Zazaca, Dersim’den bir aşk şarkısını:
“Şeytan beni kışkırtıyor!..”
Çekilme Günlüğü’nün yedincisi yarın. (T24)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.