Savaş muhabiri üst üste yığılmış kafataslarının fotoğrafını çekiyor. Bu sırada kederli bir kadın yaklaşıyor adamın yanına. Bir fotoğraf gösteriyor. Baba ve iki küçük oğlu var bu fotoğrafta. Gayet mutlu ve mesutlar. Kadın, fotoğrafı gazetecinin eline sıkıştırdıktan sonra kafatası tepeciğini işaret ediyor. İlk önce ne adam ne de bütün bu olanları izleyen bizler anlayabiliyoruz neler olduğunu. Ama sonra hepimiz birden insanlığın evrensel kodlarını kullanarak, ne istendiğini anlıyoruz. Kadın, gazeteciden fotoğraftaki insanların kafataslarını bu yığının içinden bulmasını istiyor. İlk şaşkınlığın ardından adam kendisinden neyin istendiğini anlıyor; bir büyük, iki de küçük kafatası seçiyor bu yığının içinden. Kadın bu trajik ‘ritüel’le yaşadığı belirsizliğe son verip sevdiklerinin iskeletlerine ulaşmak istiyor. Her ikisi de bu kafataslarının fotoğraftaki insanlara ait olmadığını biliyorlar elbette ama kayıplarını gömüp yas tutmak isteyen kadının iradesine uygun bir oyun oynanıyor.
* * *
Cumartesi Anneleri’nin kayıplarının ‘kemiklerini buluncaya kadar’ oturmaya devam edeceklerini söylediklerini duyduğumda, Colin Farell’in başrolünü oynadığı ‘Triage’ filmindeki bu sahne aklıma gelmişti. Ruanda’da, Türkiye’de ve yakınlarını kaybeden insanların bulundukları her yerde, insanların ilk dileği, içinde bulundukları ‘belirsizlik’ haline, Araf’ta bekleme durumuna bir son vermek. Çünkü bu, bekleyen için sonsuz bir keder ile küçük bir umut arasında çaresizce gidip gelmeye işaret ediyor.
1980 darbesinden sonra, askerlerin alıp götürdüğü ve bir daha kendisinden haber alınamayan oğlu Cemil’i 33 yıl boyunca bekleyen Berfo Ana’nın hikâyesi bu ülkede yaşanan ama bir türlü hissedemediğimiz, ortaklaştıramadığımız acı hikâyelerden bir tanesiydi sadece. Dal gibi titrek parmaklarının, oğlunun resmini sevgiyle sarıp sarmaladığı o fotoğrafıyla hatırlıyoruz onu. 33 yıl boyunca kapısını kilitlememiş Berfo Ana, oğlu çıkıp gelirse sokakta kalmasın diye. Evini boyatmamış, oğlu geldiğinde tanıyabilsin diye...
80’lerden itibaren binlerce insan ‘kaybedildi’ Türkiye’de, on binlerce insan yargısız infazlara kurban gitti. Geçen gün gazetelerde, 93 yılındaki kayıp ve yargısız infazlara ilişkin savcıların dava açtıklarını okuyunca içimde küçük de olsa bir umut yeşerdi yeniden.
Sonra bu küçük umut, bir süre sonra yeniden umutsuzluğa dönüştü. Savcılar neden 93 yılındaki kaybetme ve cinayetlere ilişkin panik halinde dava açıyorlar? Çünkü 20 yıllık zamanaşımı süresini kesmek istiyorlar. Onların baktıkları yerden, bu iyi niyetli bir girişim. Ama bu yaptıkları aynı zamanda 92 ve öncesindeki olayların zamanaşımına uğradığını kabul etmeleri demek. Yine, elindeki hukuki enstrümanları, katı şekilci bir şekilde yorumlayan bir zihniyet işbaşında. Bu kaybetmeler/ yargısız infazlar kelimenin tam anlamıyla insanlığa karşı işlenmiş suçlar. Bunlarda zamanaşımı da olmaz, hukuk kuralları geriye de yürütülebilir.
* * *
Diyarbakır Barosu Başkanı avukat Tahir Elçi, savcıların bu girişimlerini iyi niyetli buluyor ama bir sistem sorunu olduğuna da dikkat çekiyor. Fırat’ın doğusunda açılan bütün bu davaların, sanıkların güvenliği bahanesiyle Fırat’ın batısına taşındığına dikkat çekiyor. Haliyle bu uygulama, bu davaların daha doğmadan ölmesi demek. Tahir’in de dediği gibi, arkasında siyasi bir irade olmadan sadece birkaç savcının iyi niyetli girişimleriyle, bizim bu dönemi yargılayabilmemiz mümkün değil.
Nitekim BM Yargısız İnfazlar Özel Raportörü 18 Mart 2013’te açıkladığı Türkiye raporunda Türkiye’de 90’lı yıllarda meydana gelen kayıp ve yargısız infaz olaylarının ‘ele alınmasında siyasi bir tereddüt olduğu izlenimi’ edindiğini söylemişti.
O siyasi irade ortaya çıkıncaya kadar, birkaç iyi niyetli savcının yaptığı iş, kafatasları yığını içinden rasgele seçtiklerini kayıp yakınlarına uzatmanın ötesine gidemeyecek gibi görünüyor.
Orhan Kemal Cengiz - Radikal
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.