Cengiz Çandar, Filistin’deki gerilla kampından Cumhurbaşkanlığı danışmanlığına uzanan maceralı, riskli ve tutkulu 40 yıllık hikâyesini “Mezopotamya Ekspresi” kitabında anlatıyor. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan “Mezopotamya Ekspresi,” Çandar’ın Yaser Arafat’tan Celal Talabani’ye, Barzani’den, Abdullah Öcalan’a, Turgut Özal’dan Recep Tayyip Erdoğan’a birçok isimle özel görüşmelerini; Amerika, Suriye, Londra, Filistin ve Irak hattında geçen hareketli yıllarını; Kürt sorununa çözüm bulmak için kurduğu köprüleri; kaçak yaşadığı dönemi ve bugüne kadar hiçbir yerde yayımlanmamış anılarını taşıyor günümüze... 2 kasımda kitapçılarda olacak “Mezopotamya Ekspresi”nden tadımlık bir bölüm yayımlıyoruz...
1999’a dek Türkiye’nin, özellikle Güneydoğu bölgesinde kan gövdeyi götürdü. Kırk bin civarında insan, binlerce fail-i meçhul kurbanı Kürt sorununa bağlı çatışmalar sonucu can verdi. Başta Türkiye’nin en saygın kurumu olan Silahlı Kuvvetler olmak üzere, birçok kurumun üzerine şaibe düştü, devlette mafyalaşma türedi, çeteler üredi, 1990’lı yıllara Türkiye’de “Kirli Savaş” damgasını vurdu. Türkiye’nin 1999’dan sonra açılan yeni tarih diliminde 20’nci yüzyılın son yıllarından devraldığı gerçeği buydu. Turgut Özal’dan sonra Kürt sorununa çözüm umutları, on yılı aşkın bir kayıp döneminin ardından Tayyip Erdoğan ile canlandı. Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılının ağustos ayında konunun üzerine eğilmesi ve Diyarbakır’da yaptığı konuşma, kendisine dönük beklentileri de arttırdı. Ancak, beklentilerin nasıl büyük hayal kırıklıklarına, o beklentilerin büyüklüğünün de ötesine geçen hayal kırıklıklarının nasıl şiddete ve kan banyosuna dönüştüğünü görmüş ve yaşamış birisi olarak, 12 Ağustos 2005’teki Diyarbakır çıkışının ardından hiçbir hareket görmemekten endişeye kapılmış ve Tayyip Erdoğan ile özel görüşme yapmak istemiştim. Londra’dan Ankara’ya dönüş yolunda uçaktaki özel bölmesinde sözcüsü Akif Beki ve Yeni Şafak gazetesinin yöneticisi Mustafa Karaalioğlu bizi izlerken, Tayyip Erdoğan’la konuşuyordum. Önce, Adnan Kahveci’nin raporunu ona uzattım. “Rahmetlinin ne kadar temiz ve saygın bir isim olduğu malûm. Sizin gibi bir Karadenizli. Dahası, yaratıcı bir siyasetçi. Bunu Turgut Bey için hazırlamıştı. Siz de siyasetçi olduğunuza göre, belki dilinden, yaklaşımından istifade edersiniz. Bunu size vermeyi görev bildim, Diyarbakır konuşmanızdan sonra” diye söze girdim ve onunla konuşma ihtiyacımın nedenini söyledim:
“Diyarbakır’da yaptığınız konuşma, açtığınız sayfa çok önemliydi. Biz bu âlemde hayli eskiyiz. Ömrümüz bu konuyla ilgilenmekle geçti. Bir anlamda, aramıza hoş geldiniz diyebiliriz. Ama bu konuyla yıllardır haşır neşir olduğumuz için, korktuğumuz bir yanı da var. Diyarbakır’daki çıkışınızla umutları, beklentileri öyle yükselttiniz ki, arkası gelmezse, ki ağustostan bu yana hiçbir şey olmadı, o umutlar, o beklentiler muazzam bir hayal kırıklığına dönüşür ve bir bumerang olarak geri döner; sizi yaralar. Hem sizin için, hem Türkiye için çok çok kötü olur. Bu kaygıyı dikkatinize getirmek ve bir şeylerin vakit kaybetmeden yapılması, harekete geçilmesi gereğini söylemek istedim. Bu konu, zamana yaymaya gelmiyor. Hele Diyarbakır’da öyle bir çıkış yaptıktan sonra... Madem yaptınız, arkasını fazla oyalanmadan getirmek gerekiyor. O konuşmanız bazı dinamikleri harekete geçirdi çünkü. Bu sorunun tabiatı böyle...”
Tayyip Erdoğan çok dikkatle dinledi ve “Orada bir yanlış yaptık,” diye açık yüreklilikle sözüne başladı: “Ortaya çıkan tepkilerden gördüm ki, Kürt sorunu demiş olmam rahatsızlık yarattı. Daha başka bir şey bulmalıydım. Ne bileyim; Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunları gibi bir şey...”
Dayanamayıp sözüne müdahale ettim ve “Sayın Başbakan, işte Kürt sorunu tam da budur” deyiverdim. Tayyip Erdoğan, yüzüme sorgulayıcı nazarlarla bakıp, “Nasıl yani” deyince, “Kürt sorununun birçok tarifi vardır. Ama bunun en basit ve sorunun aslında ne olduğunu anlatan tarifi budur: Sorunun adını koyamamak. Kürt sorunu diyememek...”
Hızımı alamayıp, “Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunları dediğiniz anda, Tekirdağ’da, Denizli’de, Çankırı’da, Giresun’daki vatandaşlarımızın ortak sorunlarından söz etmiş oluruz. Okul kitapları sorunu, sağlık ocaklarındaki sorun, ne bileyim, her birinde sözkonusu olabilecek kanalizasyon sorunları... Bunlar ülkemizin her yanındaki insanlar için, kökeni ne olursa olsun, ortak sorunlardır. Kürt sorunu ise insanların Kürt olmasından kaynaklanan özel sorundur. Buna Kürt sorunu diyememek, işte sorun budur. Diyarbakır’da doğru yapmıştınız öyle diyerek...”
Başbakan’ın Kürt sorunu demiş olmasından pişmanlık duyduğuna dair ifadesinden kaygılanmıştım; işin en başına, birinci kareye geri dönüyor olduğumuz endişesi içimi sarmıştı. Dahası, Diyarbakır sonrası ne yapılacağını konuşmak yerine, Diyarbakır’da yaptığının yanlış değil, doğru olduğunu anlatmaya çalışmak gibi tuhaf bir durumda kalmıştım.
Bununla birlikte, Tayyip Erdoğan, “Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunları” sözcüklerinde ısrarcı değildi. Benim söylediğimi tam olarak benimsediği de söylenemezdi. Kendi partisinin tabanını, milliyetçi seçmen bloklarını, Türkiye’nin çeşitli yörelerindeki algılamayı düşünüyor olmalıydı. O bir siyaset adamıydı ve kafası bizim gibilerinkinden farklı işliyordu, bizim hiç aklımıza gelmeyen hesapları yapabiliyordu. Ayrıca, aramızda donanım farkı bulunması da normaldi.
“Yani, işte farklı bir şey bulmak lazım” diyerek orta yolu bulmayı aradı. O diyalogumuz sonrasında şöyle düşündüm: İş, Kürt sorununun çözümü ise, Tayyip Erdoğan’a Turgut Özal ölçüsünde bel bağlamamak gerekir. Umutsuz da olmamak, ama daha ihtiyatlı olmak gerekir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.