• BIST 9549.89
  • Altın 3002.717
  • Dolar 34.5123
  • Euro 36.1711
  • İstanbul 3 °C
  • Diyarbakır 4 °C
  • Ankara -3 °C
  • İzmir 4 °C
  • Berlin 11 °C

Bir Gülen eleştirisi: Bazen kaçmamak ister insan!

Bir Gülen eleştirisi: Bazen kaçmamak ister insan!
Sibel Eraslan'ın 22 Haziran 2012 tarihli Star gazetesinde yayınlanan “Bazen Kaçmak İster İnsan” başlıklı köşe yazısına eleştiri...

Sibel Eraslan Hanımefendinin 22 Haziran 2012 tarihli Star gazetesinde yayınlanan “Bazen Kaçmak İster İnsan” başlıklı köşe yazısı, özetle Başbakan Erdoğan’ın Fethullah Gülen Hocaefendiye yönelik “Bu sıla hasreti artı bitmelidir, bitsin istiyoruz” (1) çağrısına, Hocaefendi’nin “Bir müddet daha –ömrüm vefa ederse– burada... yaşayacağım” (2) demesi çerçevesindedir. Duygu yüklü yazı biraz da mistik ve nostaljik çeşniyle tatlandırılmaya çalışılmıştır. Avukat kimliğiyle tanıdığımız Sibel Hanım, Hocaefendiyi –ehl-i tarikat misüllü– alabildiğince yüceltirken, işin hukuksal boyutuyla hiç ilgilenmemiştir. Hâlbuki onun da sorgulanması gerekir.

Sibel Hanım, Başbakan’ın çağrısı için “Her kesimden büyük destek aldı” (3)  tespitinde bulunuyor. “Her kesim” ifadesi bir genelleme olup doğruyu yansıtmamaktadır. Düşünülmeden söylenmiş abartılı bir ifadedir. Zira Türkiye kamuoyu ortadadır. Hocaefendi’ye yakın çevrelerin “Gel” çağrısına destek verdikleri bir gerçektir ancak toplumun kahir bir ekseriyetinin de çağrıya hiç destek vermediği ya da tamamen ilgisiz kaldığı da ayrı bir gerçekliktir. Hatta yaşam şartları itibariyle çağrıya tamamen yabancı ve ilgisiz duranların varlığı da bir realitedir. O halde, sübjektif ve göreceli yaklaşımlardan sakınıp objektif olmalıyız. Ters otursak da, ters noktalarda da dursak doğru konuşmalıyız. 

Hocaefendi’nin Ülkeden kaçışını “Ashab-ı Kehf’in mağaralarına geri dönüşü” (4) ve “Hz. Şems’in sevilme sınavından harap olarak terk-i diyar eyleyişi” (5)  benzetmeleriyle açıklayan Sibel Hanım, Hocaefendi’nin Amerika’da ikamet ettiği mekânına kapanmasını da “Hz. Yesevî’nin kendisini kabre kapayarak yaşaması”na (6) teşbih etmesi, yine abartılı ve ilgisiz kıyaslamalar gibidir. Zira benzer şartlar için bu kabil benzetmeler doğru olabilir, ama farklı niteliklere sahip şahıslar ile şartları birbirinden uzak mekânlar arasında böyle bir kıyaslamaya girişmek doğru değildir. Yani, şu anı konuşacak olursak, ne Hocaefendi’nin Ülkesinde zalim Dakyanus var ne de kendisini mağaralara ilticaya mecbur eden bir dikta rejim var. Ayrıca, Şems’in kendi yakınlarından gördüğü vefasızlığa denk düşen bir vefasızlığa da maruz değildir. Aksine, Cumhuriyet tarihinde görülmedik bir hoşgörü ve saygıya mazhardır. Sosyal, siyasal ve hukukî anlamda da gelişine mümanaat eden bir durum sözkonusu değildir. Diğer yandan, Hocaefendi gibi yaşamı aksiyonla geçen birini, Ahmed Yesevî’nin 63 yaşından sonraki kabir münzeviliğine teşbih etmek tam bir kıyas-ı maalfarıktır. Hocaefendi’nin bu gün yaşadığı mekânını kabirle, yalnızlığa kapanmakla açıklamak da aynı ölçüde yanlıştır, realiteden uzaktır. 

Sibel Hanım’ın, Hocaefendi’yi âşıklara benzetmesi ve âşıklar için “Kader onları kalabalıklara, insanlar arasında hizmete, vazifeye gayreylemiş olsa bile, onlar menfi müspet her dünyalık dokunuşu, En Sevgili’den gurbet bilip, bir an evvel yola revan olmayı dilerler” (7) demesi de, tabloyu net ve bütüncül olarak gösterememektedir. Hocaefendi’ye “gel” demekle “dünyalık dokunuş” arasında ilişki kurması da anlaşılır gibi değildir. Sibel Hanım’ın da bildiği gibi, Hocaefendi bu ülkenin aşığıdır; hatta mecnunlık derecesinde bir aşk... ve bu aşkını müteaddit vesilelerle dillendirmiştir. İsterseniz hatırlatma kabilinden bir-iki numunesini arzedelim: 

“Odamda Türkiye'nin belki 50 ayrı yerinden topraklar var. Muhfazalar içinde. Kâbe'den gelmiş toprak gibi. (Bir başka açıklamasında ‘Hacerü'l-Esved gibi’ (Sızıntı Eylül 2002 Yıl: 24 Sayı: 284). Bunlara bakıp teselli oluyorum.” (8) 

“Vatanımın bir karış toprağını cennetlere değişmem. Şu anda rahatsızlıklarım el verse hemen yurduma dönerim. Ama dönsem dahi artık orada uzun kalabileceğimi de zannetmiyorum... Bu durumda olmak da bana çok dokunuyor ve vatanımdan uzaklık adeta içimi kanatıyor.” (9) 

Evet, görüldüğü gibi Hocaefendi’de ifrat derecesinde bir vatan ve toprak aşkı var. O halde, Başbakan’ın yaptığı çağrıya “lebeyk” demesi gerekmez miydi? Hâlbuki çağrıya verdiği cevabı okuduğumuzda bu aşkı ve hasreti yansıtacak doyurucu bir açıklamayı bulamıyoruz. Hocaefendi’nin açıklamaları içinde en can alıcı ve adeta “gelmiyorum” demesine gerekçe gösterdiği “Gittiğimde oraya, birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar vermek suretiyle, idareyi zor durumda -yüzde bir ihtimalle- bırakacaklarsa şayet, Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı; ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dau’s-sıla deyip sıla sevdasıyla, kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak, burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak, yaşayacağım...” (10) izahatı da tatmin etmekten çok uzaktır. Kaygılarını “yüzde bir ihtimalli” tehlikelere bina etmesi anlaşılır gibi değil. “Bırakacaklarsa”, “Olacaksa” gibi müphem ve ihtimal ifade eden sözcüklerle “bazı müesseler” temelinde ileriye sürdüğü gerekçe de doğrusu inandırıcılıktan uzaktır. Hocaefendinin açıklamalarında “Mevhum mazarratı mutlak maslahata tercih etmek” gibi bir dil hâkimdir. 

Sibel Hanım’ın şunu da görmesi lâzım: Hocaefendi kendi cevabî yazısında “Başbakan kendine yakışanı yaptı... Sayın Cumhurbaşkanı da... Ricâl-i devletten daha başkaları da... o arkadaşlardan yanıma gelenler de” gibi anektodlarla kendisine bu yönde farklı kimselerden çağrılar yapıldığını ve bunların bire “civanmertlik” olduğunu belirtiyor. Peki, bu kıymetli şahısların civanmertliği, mukabil bir civanmertlik gerektirmez miydi? Hani ya, kendisi devletinin ricaline çok bağlıydı? Bu tenakuzu nasıl anlamalıyız? O kaygılandığı müesseselerin hamisi “Allah” değil mi? En tehlikeli dönmelerde bile bu müesseselere bir şey olmamış iken, Cumhuriyet döneminin en emin bir iktidarında kimlerden ve nelerden endişe ediliyor? Acaba bu kabil kaygılardan mevcut iktidarın zan altına sokulması kaygısı da doğmaz mı? Başbakan’ın “takdir kendisinin” demesi daha büyük bir “civanmertlik” gösterisi iken, Hocaefendi’nin bu civanmertlik altında ezilmemesi adına da olsa artık şahsî kuruntularına “yeter” demesi gerekmiyor mu? 

Her neyse, Sibel Hanım’ın bilmesi ve Hocaefendi’nin de derhatır etmesi adına önemli gördüğüm, hatta konumuz açısından canalıcı bulduğum bir anektodu buraya alacağım: 

Malumunuz Hocaefendi’nin Kur’an ve Sünetten sonra en büyük ilham kaynağı Risale-i Nur Külliyatı ve en önemli örneği Bediüzzaman’dır. Hocaefendi’nin eserlerini okuyan herkes bunu bilir. Şeyh Said hadisesi sırasında Hükümet kuvvetleri, hiç bir medhali olmadığı halde, Bediüzzaman’ı da derdest ederek Van’dan Burdur’a sürgün ettikleri sırada, Van çevresindeki bazı aşiret ileri gelenlerinin kendilerine bağlı kuvvetlerle bu sürgünü durdurma ve Bediüzzaman’ı kolluk kuvvetlerinden kurtarmak istediğini biliyoruz. Bunlar, “Müsaade edin sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz sizi Arabistan’a gönderelim”  demelerine karşılık, Bediüzzaman: “Hayır, ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum” (11) demiştir. Bir başka eserinde ise, “Mektubunuzda benim istirahatımla ilgili olarak, eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair hükümet-i hazıraya müracaat maddeniz ise; evvela: imanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için Mekke’de olsam da buraya gelmem lazımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtela olsam ve zahmet çeksem, yine bu milletin ve imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.” (12) 

Şimdi, gerek Hocaefendi’nin Vatan’a, toprağa ilişkin ifrat hissiyatları olsun, gerekse Üstad’ın Kur’ana ve imana hizmet noktasında Anadolu’ya atfettiği ehemmiyet olsun, bunlar dikkate alındığında, Hocaefendi’nin “burada kalacağım” demesini, Sibel Hanım’ın deyişiyle “dönüşünü bir başka tarihe tehir” etmesini nasıl yorumlamalı? Bunun izahını “Bazen Kaçmak İster İnsan” yazısında bulamadığımız gibi, Hocaefendi’nin video konuşmasında da bulamadık. 

Hocaefendinin arzettiği “Eğer sizin bir gaye-i hayaliniz varsa, bir mefkûreniz varsa; o da, o Türkiye’de yeni yeni problemlerin olmaması, bir kısım huzursuzlukların olmaması, bir kısım huzursuzlukların çıkmaması, bir kısım kazanımların -hafizanallah- kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse, işte ben o endişeyle, şahsım adına değil de o endişe ile gitmek istemem. O endişemi de izale edebilecek bir tablo görürsem.. o zaman fakirin bileceği şey. Fakirin bileceği şey..” (13) gerekçeler de sadre şifa olmaktan uzak açıklamalardır. Egosantrik bir muhteva taşıyor. Hatta tevazu içinde ululanmayı işmam ediyor. “Bazen tevazu küfran-ı nimeti intaç ediyor” sözünün tamı tamına tefsiri gibi bir durum... Yine“Bir kısım kazanımlar” ve o kazanımlara “Yüzde bir ihtimalle zarar gelir endişesi” temelinde geliştirilen güvenlik sendromu psikolojisi ve nihayette “o endişe ile gelmek istemiyorum” kararı. Peki, aynı güvenlik endişesini neden yüzbinlerce mensupları ve hâlihazırdaki çalışmaları için de düşünmüyorlardır? Sibel Hanım biraz da bu hususları açsaydı bari...    

Sibel Hanım’dan sorgulamasını beklediğim en önemli husus, onun hukukçu kimliğini de ilgilendiren “Hocaefendi’nin ülkeye dönüşünün önünde bir engelin olup olmaması”dır. Keşki bu konuda bir tahşidat yapsaydı. Ama ne gezer! “Can güvenliği”ni sormayacağım; zaten Hocaefendi de o hususta endişesi olmadığını beyan etmişlerdir. Ancak şu sorgulanmalıdır: Hocaefendi’nin vatanına dönmesi karşısında hiç bir hukukî engel kalmadığı halde, dönmeyişi... Kim ne derse desin, ortada bir realite var. Hoca’nın dönmesinden daha çok dönmemsi ses getiriyor. Ama müspet bir ses değil. Siz “çatlak” de derseniz, vakıa bu sesler gittikçe daha da “kaygı”, “şüphe”ler eşliğinde gürleşecek. Zira Hocaefendi’nin ikamet ettiği ülkenin sicili İslâm dünyasında ve Müslümanlar nezdinde temiz değil; kanlıdır. Burada uzun soluklu yaşamanın bir bedeli olur ve oluyor da. Eğer piyasanın nabzını tutarsanız, bu seslerin fısıldaşmalarının kulakları sağır edercesine güçlü olduğunu göreceksiniz. Şaibeler zemininde yükselen bir karşıtlığın varlığını gözardı edemeyiz. Kendi sırça saraylarımızda ortalığı tozpembe görebiliriz. Ancak gerçek hiç de öyle değildir. Lanetlik Ergenekoncu zihniyeti kastetmiyorum, bahsettiğim inançlı çevrelerdir... Bu böyle biline!   

Şimdiye kadar öne sürülen “sağlık”, “yasaklılık” ve “güvenlik” gerekçeleri bu gün için tamamen ortadan kalkmış durumda. Gerek tebabet, gerek hukuk ve gerekse güvenlik anlamında Türkiye geçmişle kıyaslanmayacak ilerlemeler kaydetmiştir. Bu gün için bazı hukuk ihlâlleri sözkonusu olsa da, Hocaefendi ve müntesiplerine karşı şimdiye kadar böyle bir ihlâl yaşanmamıştır; duymadık. O halde, o halde tarihinin cennetasa baharını yaşayan güzelim Türkiye dururken, halen Amerika’da ısrar etmenin ne anlamı vardır? Gelindiği takdirde bu anlamsızlık izale edilmiş olacaktır, yok gelinmezse, -dost acı söyler-  o takdirde şüphe ve kaygılarla yüklü bir anlam kazandırılmış olacaktır. Madem bu ülkenin en tepesindeki kişi (Başbakan) “yeter bu hasret; artık dön!” diyor. Öyleyse “başüstüne” deyip koşarak gelinmelidir. Yoksa “bir başka bahara” dercesine müphem ve muammalı cevablarla geçiştirmek çeşitli şaibeleri davet eder, bilinmelidir. Sevenler, sevdiklerinin ölüsünü değil, canlısını görmek isterler. Üstelik mecburiyet-i kat’iye olmadan sicili bozuk bir ülkede vefat etmenin ayrı bir açıklamaya ihtiyacı olmaz mı? Öte taraftan bazı kimselerin “Hocaefendi gizliliklere, görünmezliklere sarılarak manevi nüfuzunu, karizmasını arttırmaya çalışıyor” kabilinden söylentilerine neden mahal veriliyor? Anlaşılmaya muhtaç...  

Sibel Hanım’ın “Gülen’in düşünsel çağrısı; maddiyat karşısında maneviyatı, bedenden ibaret olmayan hayatı ve ruhu, bize yeniden hatırlatıyor” (14) gibi mistik bir ifadeyle Hocaefendi’nin düşünselliğini tasvir etmesi de problemli ve biraz da “müridvarî” bir ifadedir. Hocaefendi’nin çağrılarında elbette maneviyatın tonu baskındır; ancak pratik hayatta Hocaefendi’nin etrafında “halelenmiş” cemaatin devasa ve ihtişamlı bir “maddi varlığı” da söz konusu; görmezlikten gelinemez. “Geceleri gündüzlere ekleyerek tüm insanlık için istiğrak halinde dua eden bir Allah Dostundan bahsediyoruz” (15) diyen Sibel Hanım, kendisince Hocaefendi’nin bir başka vechesine ayna tutmuştur. Bu cümle de bir önceki gibi, “inanmak istediğini yazmıştır” izlenimini vermektedir. “Kişi sevdiğinde körelir” diye bir söz var. Hocaefendi’yi bu denli yüceltmenin kanaatimce faydadan ziyade zararı olur. Zira o da bir beşerdir ve onun da beşeriyet muktezası zaafları, yanlışlıkları olabilir,  olmuştur ve olabilir de. Böylesi tamamen özel bir hissi hisli cümlelerle ifade etmek daha çok İslamiyeti şahıs kültüne ve mistisizme tahvil eden çevrelerde görülür. Hâlbuki şahısları yücelteyim derken, karşı, ama ters yöndeki yüceltmeci anlayışları da ihdas ettiğimizi unutmamalıyız. Aşırı muhabbetler her zaman aşırı nefretlere hamiledir; biri ötekini doğurur. Demek, muhabbette ölçülü olunmalı; ifrat ve tefritlerden uzak durulmalıdır. Fıtrî ve faydalı olanı hadd-i vasattır. 

Sibel Hanım, sizin de malumunuz, Hocaefendi’ye olan ileri, bazen de aşırı muhabbetlerin sebebi ortada görülen devasa hizmetidir. Özellikle geniş çevrelerde yankı uyandıran kimi kültürel ve sosyal etkinliklerle bu muhabbet ve alaka her zaman canlı tutulmaktadır. Ama unutulmamalıdır ki, maddî ve zahirî muvaffakıyetler hiç bir zaman bizi şahıslar hakkında aşırılıklara sevk etmemelidir. Zira bu faaliyetlerin ve başarıların altında koca bir camianın alın teri, el emeği ve göz nuru vardır. Elinden, dilinden, parasından, zamanından, mekânından, rahatından, canından fedakârlık yapan geniş bir insan kitlesinin netice-i sa’yi nasıl görmezlikten gelinebilir? Ve nasıl olur da bu muazzam netice bir tek şahsın inhisarına terkedilebilir? Bu muazzam kitleyi bypass edip her defasında sadece Hocaefendi’yi nazara verirseniz, bu hem kendisine hem de etrafında halelenmiş yüzbinlerce fedakâra zarar vermiş olursunuz. Bu hususta Bediüzzaman’ın uyarı mahiyetindeki şu açıklamasını hatırlamamızda fayda vardır: 

“Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zabtetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar.” (16) 

Yine, bu ifadeyi teyid eden bir başka açıklamasında, “Cemaatin hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaate isnad etmek... binler hayırları birtek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünkü nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, her bir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur... Ve mevcut şerefler, zaferler tek adama verilse, binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer, söner; daha kusurlara karşı kefâretü'z-zünub olmaz.” (17)  

Bediüzzaman’a sadık olduğunu düşündüğümüz Hocaefendi’nin bu hakikatleri bilmemesi düşünülemez. Dolayısıyla, hem insanî, hem ahlakî, hem hukukî ve hatta itikadî olan bu düsturların nazar-ı dikkate alınarak umumî hizmetlerin ve neticelerin kişiselleştirilmemesi ve tekelci bir anlayışla değerlendirilmemesi gerekir. Bu noktada, ne yazık ki sapla saman gittikçe daha çok karıştırılmaktadır. Özellikle naehil kimselerin artmasıyla birlikte bu suiistimalliğin de kesafet kazandığını teessürle izlemekteyiz. Muhabbet ve hürmet elbette her zaman lazımdır ve insanî-İslamî bir erdemdir. Ancak meşru sınırlardan aşmaması ve taşmaması kaydıyla... Teslisçilerin Hz. İsa’ya, Rafizîlerin Hz. Ali’ye olan aşırı ve taşkın(ifrat) muhabbetlerinin boşa gitmesi ve zararlı olması gibi, üstadlara, şeyhlere, hocalara, hocaefendilere olan müfritane muhabbet ve hürmetlerinin de –Allah korusun – beşer putperestliğine götüreceği akıldan ırak tutulmamalıdır. (18) Bilindiği gibi Teslisçilerin aşırı muhabbeti onları Hz. İsa hakkında “İbnullah” demeye kadar götürdü. Rafızîlerin de Hz. Ali’ye olan ifrat muhabbetleri onları Hz. Ebubekr ve Hz. Ömer’in düşmanlığına ve tüm faziletlerini inkâra sevketmiştir. (19) 

İşte bu hassasiyetlerin dikkate alınması ve “baki davaların fani şahıslar üzerinde bina edilmemesi” (20) dileğimle herkese istikametli bir hayat diliyorum.

Kaynakça:
(1) Recep Tayyip Erdoğan, 15 Haziran 2012 (10. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları Kapanış Töreni)
(2) Fethullah Gülen, Zaman Gazetesi, 16 Haziran 2012
(3) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(4) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(5) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(6) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(7) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(8) Nuriye Akman Röportajı, 2004 (Bkz. http://tr.fgulen.com/content/view/12070/15/)
(9) (Fethullah Gülen, Kırık Testi;110)
(10) Fethullah Gülen, Zaman Gazetesi, 17 Haziran 2012
(11) Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, 1995, s. 150
(12) Emirdağ Lahikası c. I, Envar Neşriyat, 1995, s. 195
(13) Fethullah Gülen, Zaman Gazetesi, 16 Haziran 2012
(14) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(15) Sibel Eraslan, Star Gazetesi, 22 Haziran 2012
(16) Onyedinci Lem’a, Onüçüncü Nota, Beşinci Mesele
(17) Emirdağ Lahikası I, Envar Neşriyat, 1995, s. 285 
(18) Sözler, Envar Neşriyat, 1995, s. 643
(19) Mektubat, Envar Neşriyat, 1995, s. 106
(20) Emirdağ Lahikası, Envar Neşriyat, 1995, s.

Gulcan Şirnexî

Kaynak: Haber Kaynağı
  • Yorumlar 20
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89