Bazılarının düşündüğünün aksine, Başbakan Erdoğan’ın “Dersim özrü”nün önemli bir adım olduğu kanaatindeyim. Evet, özür açıklamasındaki “Devlet adına özür dilemem gerekirse, böyle bir literatür varsa” gibi ifadelerdeki özrü yumuşatma ve geçiştirme çabalarını görmezden geliyor değilim. Keza, Başbakan’ın bu özrü muhalefet ile kavganın bir aracı haline getirdiğinin ve özrün gereğini yerine getirme konusundaki isteksizliğinin (örneğin BDP’nin Meclis Komisyonu için verdiği önergenin reddedildiğinin) de farkındayım. Ama bu zaaflarına rağmen Başbakan’ın özrü değerlidir.
Çünkü bu özür, Türkiye’de yeni bir süreci başlattı ve “Türkiye Cumhuriyeti hatasızdır, geçmişte birtakım üzücü hadiseler meydana gelmişse de bunun müsebbibi Cumhuriyet düşmanlarıdır” düşüncesi üzerine kurulu tarih anlayışında büyük bir gedik açtı. Cumhuriyetin günahsız olmadığı resmi ağızla kabullenildi ve sorgulama kapısı ardına kadar açıldı. Artık bu kapıyı kapatmak ve sırların üzerini örtmek imkân dâhilinde değil. Başbakan’ın tarihin bir kesitinde devletin katliam yaptığını ifade etmesinden sonra Cumhuriyet’in tarihin diğer kesitlerindeki hukuksuzluklarının masaya yatırılmasının önüne kimse geçemez. Başbakan’ın niyeti ve hesabı bu olmayabilirdi ama özür, Cumhuriyet’in kendi tarihiyle topyekûn bir yüzleşmesini kaçınılmaz bir hale getirdi. Bu itibarla -yarım ağızla yapılmış olsa ve birçok eksiklikler barındırsa daözrün önemini teslim etmek lazım.
Nitekim Dersim’le ile birlikte Ermeni soykırımı, Trakya olayları, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, faili meçhul cinayetler gibi unutturulmak istenen devlet politikaları gündeme geldi. Bu olaylarda devletin gadre uğrattığı kesimlerden, devletin kendilerinden de özür dilemesi gerektiği yönünde sesler yükseldi.
Özür bekleyen gruplardan biri de Kürtler. Yıllarca devletin çeşitli baskı, işkence, inkâr ve imha politikalarına maruz kalan Kürtler, devletin kirli ve karanlık geçmişiyle yüzleşmesi babında bir ilk adım olarak kendilerinden özür dilemesini talep ettiler. Aslında bu yeni bir talep de değil; uzunca bir süredir seslendiriliyor, ancak Dersim tartışmaları vesile oldu ve bu talep daha yüksek bir tonda dillendirilmeye başlandı. İşte tam bu noktada dikkat çekici bir gelişme yaşandı ve AKP sözcülerinden devletin Kürtlerden zaten özür dilediği iddiaları yükselmeye başladı. Son dönemde Dersim-38 hakkında konuşan hemen her AKP’li, geçmişle yüzleşmekten imtina edilmemesi gerektiğini, Türkiye’nin de tarihinde yaşananları sorgulamasında bir mahzur bulunmadığını, bu bağlamda Başbakan’ın Dersim için özür dilemesinin çok değerli olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Zaten Başbakan daha önce 2005’te Kürtlerden de özür dilemişti.”
Ben, Başbakan’ın Kürtlerden özür dileyen bir konuşmasını hatırlamıyorum. Ancak Başbakan’ın 2005’te Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmaya atıf yapan AKP’liler bu konuda ısrarcılar. Mesela Dengir Mir Mehmet Fırat, Neşe Düzel’in Dersim’e ilişkin sorusuna cevap verirken bu hususu özellikle vurguluyor: “Her ne kadar 2005 yılındaki Diyarbakır konuşmasında da çok açık bir özür dileme olduysa da... Hatırlayın... Başbakan o konuşmasında “Birçok haksızlıklar yapıldığını biliyorum. Bundan dolayı Kürt vatandaşlarımızdan özür diliyorum” demişse de son Dersim açıklaması çok önemli bir başlangıçtır. Daha da ötesi bir kırılma noktasıdır.” (Taraf, 28.11.2011)
AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik de aynı minvalde sözler sarf ediyor: “Sayın Başbakan 2005 yılında PKK’dan değil ama geçmişte Kürt vatandaşlarımıza yapılan haksızlıklardan, ret, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarından dolayı da özür diledi. 2005 yılındaki özür dilemeyi bazıları kaçırmış olabilir. Bu bir erdemdir. Dolayısıyla gelin ne var ne yok şöyle bir arınma içine girelim.” (Taraf, 01.12.20011)
Sadece AKP’liler değil üstelik bazı yazarlar da Başbakan’ın Kürtlerden özür dilediğini söylediler. Misal Nabi Yağcı, “yıllar yılı devletin İslam’a yaptığı zulmü bizzat tecrübe eden” Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılında “mazlum duyarlılığı” gösterdiğini ve devlet adına ilk özrü o zaman dilediğini ifade ediyor. (Taraf, 01.12.2011)
Çok kesin ve kendinden emin bu sözleri okuduğumda kendimden şüphelendim, “Yoksa Başbakan gerçekten özür diledi de ben mi kaçırdım?” diye içime kurt düştü. Fırat’ın, Çelik’in ve Yağcı’nın bahsettiği konuşmanın 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da yapıldığını ve Başbakan’ın önemli mesajlar verdiğini biliyordum ama Başbakan’ın bir özür beyanında bulunduğunu hatırlamıyordum. “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diyerek gazete arşivlerine girdim ve dört gazetenin (Radikal, Milliyet, Hürriyet ve Zaman)* 13 Ağustos 2005 tarihli nüshalarına baktım. Her dört gazetenin verdiği haberleri -bir kez daha- dikkatle okudum. Vardığım sonuç şu:
Başbakan, Diyarbakır’a yaptığı geziyi “zemini yumuşatıcı ve güven artırıcı bir gezi” olarak nitelemiş ve bu geziye çıkmadan önce Kürt meselesinde demokrat tutumlarıyla bilenen yazarlarla görüşmüş. Bu yazarlardan aldığı ilhamla olsa gerek konuşmasında üç önemli tespitte bulunmuş:
İlkin, Başbakan -mutlaka bir ad koyma gerekiyorsa eğer- bu sorunun Kürt sorunu olduğunu söylemiş, yani sorunu adlı adınca tanımlamış ve bu sorunun herkesten önce Başbakan olarak kendi sorunu olduğunu söylemiş. İkincisi, Başbakan bu sorunun doğmasında ve büyümesinde devletin de hatalarının bulunduğunu ve büyük devletlerin tarihleriyle yüzleşmekten kaçınmamaları gerektiğini bildirmiş. Ve üçüncüsü, Başbakan bu sorunun ancak “daha fazla demokrasi, daha vatandaşlık hukuku ve daha fazla refah” içeren politikalarla çözülebileceğini belirtmiş.
Kabul, o dönemin Türkiyesi için bir Başbakan’ın ağzından duymaya alışkın olunmadık ifadelerdi bunlar. Devletin sorumluluğunu açıkça belirtilmesi mühimdi. Ancak Başbakan Kürtlerden özür dilemiş değildi ve ondan sonra da - bilebildiğim kadarıyla- hiçbir konuşmada özre dair bir ifade kullanmadı. Yani Kürtlerden özür dilendiği ifadesi gerçeği yansıtmıyor.
Dolayısıyla devletin -mağdur ettiği diğer gruplar gibi- Kürtlerden de özür borcu bulunuyor. Eğer bugün devlet toplumsal bir barışı sağlamak istiyorsa, şimdiye kadar acı çektirdiği ve yaşamlarını zehir ettiği insanlarla barışma iradesi göstererek işe başlamalıdır. Bunun öncelikli şartı da kamu önünde, açık bir şekilde ve saygılı bir dille dilenecek özürdür. Devlet, insanlara zulmeden politikalarından pişman olduğunu belirtmeli, mağdurların çektiği acıları paylaşmalı, yaralarını sarmalı ve bir daha onlara böylesine çile çektirecek olaylarının tekerrür etmemesi için seferber olmalıdır. Devlet, Kürt kimliğini -ve tabii ki diğer kimlikleritanımalı, bunu anayasal güvence altına almalı ve bütün eylem ve kararlarında kimliklere saygı politikasına riayet etmelidir. Ancak bu tür bir özür, Türkiye’de devletin günahlarından arınmasının ve vatandaşlarıyla helalleşebilmesinin zeminini sağlayabilir.
Vahap COŞKUN
vahapcoskun@gmail.com
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.