Cihan Haber dergisine konuşan Berkan, Ergenekon sürecinden Danıştay saldırısına, EMASYA protokolünden medya içerisindeki ajan gazetecilere kadar değişik konularda önemli açıklamalar yaptı.
Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan için 'doğuştan gazeteci' dense abartılmış olmaz. Annesi de gazeteci olduğu için hayatı hep meslek erbaplarıyla aynı ortamlarda geçmiş Berkan'ın. Daha 14 yaşında atmış kendisini medya okyanusunun derinliklerine. Mesleğe genç yaşta başladığı için kimi zaman dünyayı keşfetmek için ara vermiş gazeteciliğe ama bir türlü kopamamış. Berkan'la röportaj için yaklaşık iki hafta uğraştım. İşlerinin yoğunluğuna rağmen bize zaman ayırdığında, kafamda soru işaretleri vardı. Ne de olsa Türkiye'nin önemli bir gazetesinin en tepesindeki kişiydi. 'Zor bir röportaj olacak' düşüncesiyle gazeteye gittiğimde beklediğimin tam tersi bir tabloyla karşılaştım. Patron değil, daha çok basın emekçisi tadında bir duruşu vardı. Zaten odası da gazetenin mutfağıyla hemen iç içeydi. Belli ki o mutfaktan uzaklaşmak istemiyordu. Çok samimi bir şekilde karşıladı beni. Akşam atıştırması olarak yediği simit ve çayına ara vererek röportaja başladık. Yaklaşık 45 dakika sürer diye düşündüğümüz röportaj sohbet havasında 2 saat kadar sürdü. Kaleme aldığı yazılar ve özellikle Ergenekon konusundaki tespitleriyle çevresinin tepkisini üzerine çeken Berkan ile başta Ergenekon olmak üzere, zihinlerde yer etmiş birçok konuyu konuştuk. Berkan, kendisine yapılan ajan gazetecilik teklifinden Danıştay saldırısına, Ergenekon yazılarından daha birçok konuda sorularımızı samimiyetle cevapladı.
Büyük Ergenekon'a henüz ulaşılamadığını yazıyorsunuz. Kuvvet komutanlarının ifadelerinin alınması soruşturmanın Büyük Ergenekon'a ilerlediğini gösterir mi?
Hâlâ bence hükümetin ve hükümete bağlı organların kendi elindeki bilgilerin tamamını savcılarla paylaşmadığını düşünüyorum. Mahkeme yazı yazıyor 'biz göndermeyiz falan' diyorlar. MİT'e soru soruluyor. MİT 'Bende yok, şuraya gönderdim' diyor. Oradan isteniyor. Başbakanlık'a soruyorlar onlar 'bizde de yok' diyor. İkincisi benim 'büyük Ergenekon' adını verdiğim darbe teşebbüsleri, açılan davaların merkezinde maalesef değil. Ya savcının soruşturma metodolojisinde bir yanlışlık var ya da savcı çaresizlikten öyle yapıyor. Büyük ihtimalle ikincisi… Kendisine de kimse yardımcı olmuyor o konuda. O yüzden de kamuoyundaki tepki de bundan kaynaklanıyor. Türkiye'de darbe teşebbüsleri olduğu, muhtıra hazırlıkları yapıldığı vs. Herkesin bildiği sırlar bunlar; fakat onları direkt hedef alan iddianameler yok. Onun yerine işte bu çeşit tertiplerde doğrudan ya da dolaylı işbirlikçi olarak bilerek ya da bilmeyerek rol aldığı iddia edilen insanlarla ilgili soruşturmalar yapılıyor. Bazılarının rol aldığından benim kuşkum yok. Ama bazıları hakikaten ne kadar rol alıyordur bilmiyorum. Bu çeşit insanların ön planda olması bu tepkiyi de yaratıyor tabii. Orada Mustafa Balbay'ın savunması da anlamlıydı bu noktada. 'Ben bu notları aldım, tuttum. Darbe işbirlikçisi olmakla yargılanıyorum. Bu notları tutarken benimle konuşan insanların hepsi dışarıda bu nasıl iştir' diyor. O çok haklı bir soru tabii. Bu tepkiyi de yaratan şeyden bende çok memnun değilim açıkçası. Ve sanki böyle 12 Mart-12 Eylül döneminin siyasi yargılamalarına dönüşüyor gibi bir izlenim içindeyim, inşallah böyle bir şey olmaz.
Muvazzaf ve emekli kuvvet komutanlarının ifade vermeye gelmesini yeterli bulmuyor musunuz?
'Sarıkız' diye bir darbe planımız var. Jandarma Genel Komutanlığı'nın bilgisayarlarında yazılmış. Bunun kanıtını Ergenekon dosyasında görüyorsunuz. Yani en azından bu hükümeti devirmek için bu devletin bütçe imkân ve kabiliyetleri kullanılmış. Planı hazırlayanların tamamı devlet memuru asker kişiler ve mesailerini buna harcamışlar. Bu planın varlığını hükümet 2004 yılının Şubat ayında biliyordu. Ve hiçbir şey yapmadı. Yani o dönem bazı önde gelen hükümet üyelerinden biz işittik, 'Sarıkız filan onların hepsini biliyoruz' laflarını. Sarıkız'ın falan ne olduğunu biz daha sonra birkaç yıl sonra 'dedikleri buymuş meğer' olduk. Yapabileceği çok küçük bir işlem vardı. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nu olağanüstü yüksek teftiş yetkileri vardır. Başbakan bir talimat verir, devletin her yerine girer o teftiş kurulunun müfettişleri. Onlar neredeyse savcı yetkisine sahiptir, girerler her şeyi bulurlar çıkartırlar, ifadelerini alırlar, raporlarını yazarlar, raporları başbakana iletirler, başbakan altına bir imza çakar, suç duyurusu olarak Ankara-İstanbul nereye gönderecekse savcılığa gönderir. Bu darbe teşebbüsü 2004'te ortaya çıkarılabilirdi. Ama ne oldu? Dönemin genelkurmay başkanı, o teşebbüsün nakıs kalmasını sağladı. Ve üstü örtüldü. Şimdi 'Balyoz'u konuşuyoruz. Aynı dönemde MİT müsteşarı Cumhuriyet Gazetesi'nin yöneticileriyle konuştuğunda, 'siz 1. Ordu'ya bakın, onlar ihtilal planlarını hazırladılar bile' diyor. Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerine söylemekten çekinmeyeceği bir bilgiyi herhalde Başbakan'a, Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı'na da söylüyordu. 2003'de bunun hukuki gereği yapılmış olsaydı, 'Sarıkız', 'Ayışığı', 'Eldiven' 'Kafes' diye bir planımız olmayacaktı.
Sizce bu kadar kolay mı bu dediğiniz şeyler?
Seferberlik Tetkik Kurulu'nda bir arama yapıldı ama ne kadar zor gerçekleştiğine şahit olduk.
Girilmedi değil en sonunda girdi hakim, haftalarca arama yaptı. Her şeyin bir hukuki durumu var. Onları yerine getirdiğiniz sürece bir şey olabileceğini zannetmiyorum. Türkiye'nin 3. Ordu'sunun komutanı bir dava iddianamesinde terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. Bu örgütün üyesi ve yöneticisi olmakla suçlanıyor ve görevde. Ya hükümet savcının iddianamesini o kadar da ciddiye almıyor ya da başka bir şey var. Hukukun hepimize eşit işlemesi gerekir ve hükümetin de başlıca görevi kanunların uygulanmasını sağlamaktır. Ya da savcı yetersiz bir iddianame yazıyorsa, bu da çok önemli bir problem. Eften püften suçları alt alta yazıp bir iddianameye çevirip Türkiye'nin saygın, saygıdeğer insanlarını zan altında bırakıyorsa savcılarımız, bununla ilgili tedbir almak da hükümetin görevidir. Ya ciddiye alacaksın savcıların yaptığı iddianameleri ya da ciddiye almayacaksan neden ciddiye almadığını ortaya koyup bunu düzeltecek çareleri üreteceksin. Aynı şey Şemdinli'de de oldu. Şemdinli'deki savcı, belki de üzerine vazife olmayan bir şeylere kalkıştı ve hakkında hiçbir delil yazmadığı insanların isimlerini iddianamesine koydu. Bunun cezası da adamın işten atılması oldu. Şemdinli savcısı bir arkadaşının avukatlık bürosunda avukatlık lisansını kaybettiği için kendi kendine çalışıyor, ailesini geçindirmeye çalışıyor zavallı adam. Bu da çok aşırı bir cezalandırma biçimi.
Darbe ve muhtıra sorunlarının ana sebebi askerin kendini konumlandırdığı noktadan mı kaynaklanıyor?
EMASYA protokolleri denen şeyler var. Asker diyor ki 'Yarın öbür gün bana asayişi sağlamak açısından bir görev düşebilir. Onun için ben önceden hazırlık yapayım. Kimler tehlikeli insanlar…' Bu derece detaylı hazırlıkları, planları var. Bu kapsam içinde de insanları fişliyor. 'Bunlar tehlikeli insanlardır. Ben bir hadise olduğunda bunları toplayayım' İşte o Balyoz'da deniyor ya 200 bin kişi çıkan orada. Sözde bir soru soruluyor. 'Nedir böyle bir şeyin tepkisi ne olur?', 'İstanbul ve civarında bu çeşit sakıncalı işlere bulaşabilecek 200 bin civarında nüfus var.' deniyor. 'Birazını Abdi İpekçi'ye, birazını Fenerbahçe Stadı'na doldururuz falan' diyorlar. EMASYA protokollerini iptal etti hükümetimiz. Göstermelik bir şeydi. Esas kanunda yazıyordu. Daha önemlisi şu: Bizim bir Milli Güvenlik Siyaseti belgemiz var. İşte devleti gizli anayasası, kırmızı kaplı defter filan böyle diye abartılı ifadelerle anlatılıyor. 'Nedir bu kardeşim, bir hukuk devletinde bunun geçerliliği nedir? Sıfır.' İç tehdit diye bir kavram var. Oradan da iç düşman diye bir kavram var. Kim bu iç tehdit, düşman? Bizim vatandaşlarımız. Bunlar suç mu işlediler? 'Yo hayır. Ama işleyebilirler. O yüzden tehditler.' İşlesin, savcı gitsin yakalasın. İşlemediyse adamı niye fişliyorsun. 'Fişliyoruz abi biz.' Bu mantık buradan geliyor. Bunu tersyüz etmeden; iç düşman diye bir şey olamayacağını içtenlikle kabul etmeden hiçbir yere varamayız. Bu iş bir anlamda paranoyaya da varmış durumda. Asker savaşmak için var. Sokaklarda asayişi korumak için yok ki.
Danıştay saldırısında bozuk olduğu iddia edilen kameraların aslında silindiği ortaya çıktı. Soruşturma bu noktadan sonra nasıl bir seyir izler?
Bu soruşturmanın bütün detaylarına da hâkim değilim. Şunu biliyorum: Danıştay saldırısı sonuçları itibarıyla Türkiye'de Ayışığı ve Yakamoz adı verilen darbe planlarının hayata geçmesinde bir manivela olarak kullanıldı. Sonuçları itibarıyla böyle kullanıldığını biliyoruz. Çok büyük bir cenaze töreni yapıldı, arkadan mitingler yapıldı, o oldu, bu oldu. Ve Türkiye'de tuhaf bir ortam oluştu. Zaten o ortamdı o planların arzuladığı, oradan da maksimum faydayı elde etmeye çalıştılar elbette. Dolayısıyla Danıştay saldırısı çok önemli bir saldırı her bakımdan şimdi. Biz bugün neyi öğreniyoruz? Ergenekon mahkemesi o hard diskleri istiyor, ondan sonra TÜBİTAK'a gönderiyor. Ankara'da ilk Danıştay davasını gören mahkeme bayağı 'yasak savar' bir soruşturma ve yargılama yapmış. Yani mahkeme başkanı kendisini şey diye savunuyor. 'Suçüstü haliydi adam inkar etmedi zaten itiraf etti.' Aynı tipik durum Hrant Dink cinayeti için de söz konusu. Ergenekon savcılarının Ümraniye'de kıytırık bir gecekondunun üst katında çıkan 26-27 tane el bombasından hareketle başlattığı soruşturmanın geldiği yere bir bakın. Bir de Hrant Dink soruşturmasının geldiği yere bir bakın. Aynı savcı, aynı yöntem, aynı isteklilikle Hrant Dink'i soruştursa onlarca polis ve jandarma görevlisi o mahkemede o gün Samast ve Yasin Hayal ile birlikte yargılanırdı. Azınlıklar Tali Komisyonu'nun belgelerine ulaşır ve komisyonun üyelerini de o mahkemede yargılıyor olurdu. Dışişleri Bakanlığı'nın koca koca adamalarını, İçişleri Bakanlığının, MİT Müsteşarlığının koca koca adamları evlerinde basılır, gözaltına alınır giderdi.
Danıştay saldırısı sonrası en ağır manşeti atan gazetelerden birisiydiniz. Hiç kandırıldığınızı düşündünüz mü?
Ne manada? Hürriyet 'Türkiye'nin 11 Eylül'ü' dedi. Biz o çizgide değildik. Biz 'Danıştay'a Türk İslam sentezci saldırı' dedik.
Şu anda hâlâ öyle gözüküyor mu?
Ben Danıştay saldırısında bunun bir provokatif eylem olduğunu düşündüm zaten. Bunu 'İslamcılar Akit gazetesi okudu ondan sonra da öldürdü' falan diye düşünmedim. Bu çeşit komploları hazırlayan örgütlerin öyle yöntemleri olabiliyor ki. Siz gidiyorsunuz bir yere bomba atıyorsunuz. Size bomba attıranın onlar olduğunu bilmeyebilirsiniz. Alparslan Arslan da bilmiyor olabilir. Hatta bilmemesi gerekir belki. Onu teşvik edenler, 'böyle bir şey yapsan ne olur' diyenler o örgütün aracısının aracısı olabilirler. Mehmet Ali Ağca şimdi gitti Papa'yı vurdu. Bizde hâlâ 'Ben gittim kendi kendime Papa'ya kızıyordum vurdum.' sözüne inanmamızı bekliyor. Değil, arkasında bir örgüt var. Ona yardım edenler var, silah verenler var.
Son dönemde fişlenen gazeteciler arasında sizin de adınız geçti. Sizi neden fişlemiş olabilirler?
Şener Eruygur kaynaklı olduğundan hiç şüphem olmayan bir belge var. 10-11 kişi vatan hainleri listesi var.
Vatan haini olduğunuz fikri neden oluşmuş olabilir?
Kıbrıs'ta çözümü savunduğum için.
Yazılarınızdan dolayı eleştiri aldınız mı?
Tabii olmaz mı. Sadece Ergenekon değil. Tabii Ergenekon da bir parçası ama bu Türkiye'deki kutuplaşma ortamı o hale gelmiş ki artık görüşemediğim arkadaşlarım var. Benimle görüşmeyi tercih etmeyen bir sürü tanıdığım da vardır eminim. Kavga çıkıyor masada hemen. Vay 'siz satılmışsınız bilmem nesiniz' falan.
Ajan gazeteciler tartışması var bir de. Uzun süre yöneticilik yaptınız. Bu yönüyle şüphelendiğiniz bir mesai arkadaşınız oldu mu?
Direkt ben çalışmadım; ama dolaylı olarak çalıştım. Yeni Yüzyıl gazetesini çıkartırken Turkish Daily News gazetesiyle bir nevi haber ortağıydık. Turkish Daily News'in Ankara haberlerini de kullanırdık. Hayri Birler de Turkish Daily News'in Ankara'da çalışan gazetecilerinden biriydi. İyi de bir gazeteciydi. Hepimiz bilirdik, Hayri Birler MİT ajanıydı. Herkes bilirdi.
Peki kendinizi savunma anlamında ne yapıyordunuz?
Biliyorsun onun MİT ajanı olduğunu. Onun haberlerine o gözle bakıyorsun. Bazen çok önemli, çok ilginç haber getiriyor size. Bazen de sizi manipüle etmeye çalıştığını fark ediyorsunuz. Manipülasyona gelmemeye çalışıyorsunuz çok fazla. Ama işte ondan da bazen çok özel durumlarda çok özel bilgiler gelebiliyor. O bilgiler de gazeteciler için kıymetli bilgiler kabul etmek gerekir ki. Ankara'da bu, hep bilinen bir şeydi. Fakat dedikodu seviyesindeydi. Hayri MİT'çidir falan diye. Şimdi bugün Hayri Birler gazetecilik yapmıyor. MİT'de çalışıyor. Böyle bir örneğimiz var. Hasan Cemal'in verdiği meşhur bir örnek vardır. 27 Mayıs'tan sonra galiba. Cumhuriyet ya da başka bir gazetenin Ankara bürosunda çalışan birisi. Darbenin ertesi günü subay üniformasıyla gelir işe. Meğer adam subaymış.
Size bu yönde bir teklif geldi mi?
Bana öyle bir tehditle karışık bir teklif geldi. Esasında tehdit edildim. Hikâye şu, çok komik bir hikâye. Alaattin Çakıcı, Fransa'da yakalandı. Yakalandığı sırada üzerinden çıkan şeylerin de fotoğrafını gösterdi. Kırmızı pasaportunun açılmış Alaattin Çakıcı'nın fotoğrafı olan sayfasının fotoğrafı vardı. Ben de o zaman Radikal'in Ankara temsilcisiyim, o fotoğraf geldi. Pasaportun üzerinde bir numara var. Telefon ettim Dışişleri Bakanlığı'ndaki arkadaşlarımdan bir tanesine 'Ya bir şey soracağım. Kırmızı pasaport nasıl hazırlanıyor?' Dedi ki: 'Biz hazırlıyoruz. Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi hazırlar kırmızı pasaportu.' 'Peki nedir bunun yöntemi?' Açtım sordum 'Bu nasıl hazırlanıyor? Dediler ki: 'Her yıl kırmızı pasaportlara bir numara veriyoruz. Diyelim ki o yıl ne 1999 olsun. 1999/1 mesela o yıl verdiği 1. pasaport; 2, 3, 4, 5 diye devam ediyor. Bu Alaattin Çakıcı'dan çıkan pasaportun üzerinde de bir numara var. Unuttum şimdi numarayı ama diyelim ki 1999/167 olsun. Dedim ki 'Bir şey sormak istiyorum. Gizli bir şey değilse bunu bana söyleyebilir misiniz?' '1999/167 numaralı pasaport kime ait?' 'Dur bi bakayım dedi defteri açtı adam buldu', 'Bunu size söyleyemem kusura bakmayın gizli bilgi.' dedi. Biraz daha araştırınca bu pasaportun MİT'e tahsisli bir pasaport olduğu anlaşıldı. Biz de ertesi gün 'Çakıcı'nın pasaportu MİT'ten' diye verdik. Haber çıkınca, bir hafta sonuydu, hatta hatırlıyorum otelin havuzunun kenarında kitap okuyorum. Bir telefon çaldı. Dediler ki 'MİT'ten bekleniyorsunuz.' Şenkal Atasagun Müsteşar. Ağzından alevler çıkıyor. Ama nasıl bağırıyor. Dedim ki 'Ya niye bağırıyorsunuz, nedir yani?' Bir de böyle soruşturma dosyalarını yığmış masasına. 'Gel sana göstereyim' dedi. 'Bakmam' dedim. Çakıcı hakkında kaç tane soruşturma açmış, Çakıcı ile ilişkisi olanlar hakkında ne kadar soruşturma açmış, bir sürü böyle dosya var. 'Gel bak' dedi. 'Ya niye bakayım bakmam. Beni sırlarına dahil edeceksin, ondan sonra da manevi baskı altında bırakacaksın. Bakmam.' Daha sona iş şu noktaya geldi: 'Benden haber kaynağını istiyor. Ben de size anlattığım hikayeyi aynen anlatıyorum orada. İnanmıyorlar bana. Bağırış çağırış. En sonunda şuraya geldik. Bir tehdit. Dendi ki: 'Sen bize yardımcı olursan biz de sana yardımcı oluruz. Biz sana özel haberler veririz, sen de bize zaman zaman böyle bilgi verirsin. Bu ilişki bir kere böyle başladı mı bir daha onun ucunu getiremezsiniz. Dedim ki 'Sakın ha ne siz bana böyle bir şey teklif edin ne de ben sizden böyle bir şey duymuş olayım. Hadi bana eyvallah' dedim, çıktım gittim.
Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan için 'doğuştan gazeteci' dense abartılmış olmaz. Annesi de gazeteci olduğu için hayatı hep meslek erbaplarıyla aynı ortamlarda geçmiş Berkan'ın. Daha 14 yaşında atmış kendisini medya okyanusunun derinliklerine. Mesleğe genç yaşta başladığı için kimi zaman dünyayı keşfetmek için ara vermiş gazeteciliğe ama bir türlü kopamamış. Berkan'la röportaj için yaklaşık iki hafta uğraştım. İşlerinin yoğunluğuna rağmen bize zaman ayırdığında, kafamda soru işaretleri vardı. Ne de olsa Türkiye'nin önemli bir gazetesinin en tepesindeki kişiydi. 'Zor bir röportaj olacak' düşüncesiyle gazeteye gittiğimde beklediğimin tam tersi bir tabloyla karşılaştım. Patron değil, daha çok basın emekçisi tadında bir duruşu vardı. Zaten odası da gazetenin mutfağıyla hemen iç içeydi. Belli ki o mutfaktan uzaklaşmak istemiyordu. Çok samimi bir şekilde karşıladı beni. Akşam atıştırması olarak yediği simit ve çayına ara vererek röportaja başladık. Yaklaşık 45 dakika sürer diye düşündüğümüz röportaj sohbet havasında 2 saat kadar sürdü. Kaleme aldığı yazılar ve özellikle Ergenekon konusundaki tespitleriyle çevresinin tepkisini üzerine çeken Berkan ile başta Ergenekon olmak üzere, zihinlerde yer etmiş birçok konuyu konuştuk. Berkan, kendisine yapılan ajan gazetecilik teklifinden Danıştay saldırısına, Ergenekon yazılarından daha birçok konuda sorularımızı samimiyetle cevapladı.
Büyük Ergenekon'a henüz ulaşılamadığını yazıyorsunuz. Kuvvet komutanlarının ifadelerinin alınması soruşturmanın Büyük Ergenekon'a ilerlediğini gösterir mi?
Hâlâ bence hükümetin ve hükümete bağlı organların kendi elindeki bilgilerin tamamını savcılarla paylaşmadığını düşünüyorum. Mahkeme yazı yazıyor 'biz göndermeyiz falan' diyorlar. MİT'e soru soruluyor. MİT 'Bende yok, şuraya gönderdim' diyor. Oradan isteniyor. Başbakanlık'a soruyorlar onlar 'bizde de yok' diyor. İkincisi benim 'büyük Ergenekon' adını verdiğim darbe teşebbüsleri, açılan davaların merkezinde maalesef değil. Ya savcının soruşturma metodolojisinde bir yanlışlık var ya da savcı çaresizlikten öyle yapıyor. Büyük ihtimalle ikincisi… Kendisine de kimse yardımcı olmuyor o konuda. O yüzden de kamuoyundaki tepki de bundan kaynaklanıyor. Türkiye'de darbe teşebbüsleri olduğu, muhtıra hazırlıkları yapıldığı vs. Herkesin bildiği sırlar bunlar; fakat onları direkt hedef alan iddianameler yok. Onun yerine işte bu çeşit tertiplerde doğrudan ya da dolaylı işbirlikçi olarak bilerek ya da bilmeyerek rol aldığı iddia edilen insanlarla ilgili soruşturmalar yapılıyor. Bazılarının rol aldığından benim kuşkum yok. Ama bazıları hakikaten ne kadar rol alıyordur bilmiyorum. Bu çeşit insanların ön planda olması bu tepkiyi de yaratıyor tabii. Orada Mustafa Balbay'ın savunması da anlamlıydı bu noktada. 'Ben bu notları aldım, tuttum. Darbe işbirlikçisi olmakla yargılanıyorum. Bu notları tutarken benimle konuşan insanların hepsi dışarıda bu nasıl iştir' diyor. O çok haklı bir soru tabii. Bu tepkiyi de yaratan şeyden bende çok memnun değilim açıkçası. Ve sanki böyle 12 Mart-12 Eylül döneminin siyasi yargılamalarına dönüşüyor gibi bir izlenim içindeyim, inşallah böyle bir şey olmaz.
Muvazzaf ve emekli kuvvet komutanlarının ifade vermeye gelmesini yeterli bulmuyor musunuz?
'Sarıkız' diye bir darbe planımız var. Jandarma Genel Komutanlığı'nın bilgisayarlarında yazılmış. Bunun kanıtını Ergenekon dosyasında görüyorsunuz. Yani en azından bu hükümeti devirmek için bu devletin bütçe imkân ve kabiliyetleri kullanılmış. Planı hazırlayanların tamamı devlet memuru asker kişiler ve mesailerini buna harcamışlar. Bu planın varlığını hükümet 2004 yılının Şubat ayında biliyordu. Ve hiçbir şey yapmadı. Yani o dönem bazı önde gelen hükümet üyelerinden biz işittik, 'Sarıkız filan onların hepsini biliyoruz' laflarını. Sarıkız'ın falan ne olduğunu biz daha sonra birkaç yıl sonra 'dedikleri buymuş meğer' olduk. Yapabileceği çok küçük bir işlem vardı. Başbakanlık Teftiş Kurulu'nu olağanüstü yüksek teftiş yetkileri vardır. Başbakan bir talimat verir, devletin her yerine girer o teftiş kurulunun müfettişleri. Onlar neredeyse savcı yetkisine sahiptir, girerler her şeyi bulurlar çıkartırlar, ifadelerini alırlar, raporlarını yazarlar, raporları başbakana iletirler, başbakan altına bir imza çakar, suç duyurusu olarak Ankara-İstanbul nereye gönderecekse savcılığa gönderir. Bu darbe teşebbüsü 2004'te ortaya çıkarılabilirdi. Ama ne oldu? Dönemin genelkurmay başkanı, o teşebbüsün nakıs kalmasını sağladı. Ve üstü örtüldü. Şimdi 'Balyoz'u konuşuyoruz. Aynı dönemde MİT müsteşarı Cumhuriyet Gazetesi'nin yöneticileriyle konuştuğunda, 'siz 1. Ordu'ya bakın, onlar ihtilal planlarını hazırladılar bile' diyor. Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerine söylemekten çekinmeyeceği bir bilgiyi herhalde Başbakan'a, Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı'na da söylüyordu. 2003'de bunun hukuki gereği yapılmış olsaydı, 'Sarıkız', 'Ayışığı', 'Eldiven' 'Kafes' diye bir planımız olmayacaktı.
Sizce bu kadar kolay mı bu dediğiniz şeyler?
Seferberlik Tetkik Kurulu'nda bir arama yapıldı ama ne kadar zor gerçekleştiğine şahit olduk.
Girilmedi değil en sonunda girdi hakim, haftalarca arama yaptı. Her şeyin bir hukuki durumu var. Onları yerine getirdiğiniz sürece bir şey olabileceğini zannetmiyorum. Türkiye'nin 3. Ordu'sunun komutanı bir dava iddianamesinde terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. Bu örgütün üyesi ve yöneticisi olmakla suçlanıyor ve görevde. Ya hükümet savcının iddianamesini o kadar da ciddiye almıyor ya da başka bir şey var. Hukukun hepimize eşit işlemesi gerekir ve hükümetin de başlıca görevi kanunların uygulanmasını sağlamaktır. Ya da savcı yetersiz bir iddianame yazıyorsa, bu da çok önemli bir problem. Eften püften suçları alt alta yazıp bir iddianameye çevirip Türkiye'nin saygın, saygıdeğer insanlarını zan altında bırakıyorsa savcılarımız, bununla ilgili tedbir almak da hükümetin görevidir. Ya ciddiye alacaksın savcıların yaptığı iddianameleri ya da ciddiye almayacaksan neden ciddiye almadığını ortaya koyup bunu düzeltecek çareleri üreteceksin. Aynı şey Şemdinli'de de oldu. Şemdinli'deki savcı, belki de üzerine vazife olmayan bir şeylere kalkıştı ve hakkında hiçbir delil yazmadığı insanların isimlerini iddianamesine koydu. Bunun cezası da adamın işten atılması oldu. Şemdinli savcısı bir arkadaşının avukatlık bürosunda avukatlık lisansını kaybettiği için kendi kendine çalışıyor, ailesini geçindirmeye çalışıyor zavallı adam. Bu da çok aşırı bir cezalandırma biçimi.
Darbe ve muhtıra sorunlarının ana sebebi askerin kendini konumlandırdığı noktadan mı kaynaklanıyor?
EMASYA protokolleri denen şeyler var. Asker diyor ki 'Yarın öbür gün bana asayişi sağlamak açısından bir görev düşebilir. Onun için ben önceden hazırlık yapayım. Kimler tehlikeli insanlar…' Bu derece detaylı hazırlıkları, planları var. Bu kapsam içinde de insanları fişliyor. 'Bunlar tehlikeli insanlardır. Ben bir hadise olduğunda bunları toplayayım' İşte o Balyoz'da deniyor ya 200 bin kişi çıkan orada. Sözde bir soru soruluyor. 'Nedir böyle bir şeyin tepkisi ne olur?', 'İstanbul ve civarında bu çeşit sakıncalı işlere bulaşabilecek 200 bin civarında nüfus var.' deniyor. 'Birazını Abdi İpekçi'ye, birazını Fenerbahçe Stadı'na doldururuz falan' diyorlar. EMASYA protokollerini iptal etti hükümetimiz. Göstermelik bir şeydi. Esas kanunda yazıyordu. Daha önemlisi şu: Bizim bir Milli Güvenlik Siyaseti belgemiz var. İşte devleti gizli anayasası, kırmızı kaplı defter filan böyle diye abartılı ifadelerle anlatılıyor. 'Nedir bu kardeşim, bir hukuk devletinde bunun geçerliliği nedir? Sıfır.' İç tehdit diye bir kavram var. Oradan da iç düşman diye bir kavram var. Kim bu iç tehdit, düşman? Bizim vatandaşlarımız. Bunlar suç mu işlediler? 'Yo hayır. Ama işleyebilirler. O yüzden tehditler.' İşlesin, savcı gitsin yakalasın. İşlemediyse adamı niye fişliyorsun. 'Fişliyoruz abi biz.' Bu mantık buradan geliyor. Bunu tersyüz etmeden; iç düşman diye bir şey olamayacağını içtenlikle kabul etmeden hiçbir yere varamayız. Bu iş bir anlamda paranoyaya da varmış durumda. Asker savaşmak için var. Sokaklarda asayişi korumak için yok ki.
Danıştay saldırısında bozuk olduğu iddia edilen kameraların aslında silindiği ortaya çıktı. Soruşturma bu noktadan sonra nasıl bir seyir izler?
Bu soruşturmanın bütün detaylarına da hâkim değilim. Şunu biliyorum: Danıştay saldırısı sonuçları itibarıyla Türkiye'de Ayışığı ve Yakamoz adı verilen darbe planlarının hayata geçmesinde bir manivela olarak kullanıldı. Sonuçları itibarıyla böyle kullanıldığını biliyoruz. Çok büyük bir cenaze töreni yapıldı, arkadan mitingler yapıldı, o oldu, bu oldu. Ve Türkiye'de tuhaf bir ortam oluştu. Zaten o ortamdı o planların arzuladığı, oradan da maksimum faydayı elde etmeye çalıştılar elbette. Dolayısıyla Danıştay saldırısı çok önemli bir saldırı her bakımdan şimdi. Biz bugün neyi öğreniyoruz? Ergenekon mahkemesi o hard diskleri istiyor, ondan sonra TÜBİTAK'a gönderiyor. Ankara'da ilk Danıştay davasını gören mahkeme bayağı 'yasak savar' bir soruşturma ve yargılama yapmış. Yani mahkeme başkanı kendisini şey diye savunuyor. 'Suçüstü haliydi adam inkar etmedi zaten itiraf etti.' Aynı tipik durum Hrant Dink cinayeti için de söz konusu. Ergenekon savcılarının Ümraniye'de kıytırık bir gecekondunun üst katında çıkan 26-27 tane el bombasından hareketle başlattığı soruşturmanın geldiği yere bir bakın. Bir de Hrant Dink soruşturmasının geldiği yere bir bakın. Aynı savcı, aynı yöntem, aynı isteklilikle Hrant Dink'i soruştursa onlarca polis ve jandarma görevlisi o mahkemede o gün Samast ve Yasin Hayal ile birlikte yargılanırdı. Azınlıklar Tali Komisyonu'nun belgelerine ulaşır ve komisyonun üyelerini de o mahkemede yargılıyor olurdu. Dışişleri Bakanlığı'nın koca koca adamalarını, İçişleri Bakanlığının, MİT Müsteşarlığının koca koca adamları evlerinde basılır, gözaltına alınır giderdi.
Danıştay saldırısı sonrası en ağır manşeti atan gazetelerden birisiydiniz. Hiç kandırıldığınızı düşündünüz mü?
Ne manada? Hürriyet 'Türkiye'nin 11 Eylül'ü' dedi. Biz o çizgide değildik. Biz 'Danıştay'a Türk İslam sentezci saldırı' dedik.
Şu anda hâlâ öyle gözüküyor mu?
Ben Danıştay saldırısında bunun bir provokatif eylem olduğunu düşündüm zaten. Bunu 'İslamcılar Akit gazetesi okudu ondan sonra da öldürdü' falan diye düşünmedim. Bu çeşit komploları hazırlayan örgütlerin öyle yöntemleri olabiliyor ki. Siz gidiyorsunuz bir yere bomba atıyorsunuz. Size bomba attıranın onlar olduğunu bilmeyebilirsiniz. Alparslan Arslan da bilmiyor olabilir. Hatta bilmemesi gerekir belki. Onu teşvik edenler, 'böyle bir şey yapsan ne olur' diyenler o örgütün aracısının aracısı olabilirler. Mehmet Ali Ağca şimdi gitti Papa'yı vurdu. Bizde hâlâ 'Ben gittim kendi kendime Papa'ya kızıyordum vurdum.' sözüne inanmamızı bekliyor. Değil, arkasında bir örgüt var. Ona yardım edenler var, silah verenler var.
Son dönemde fişlenen gazeteciler arasında sizin de adınız geçti. Sizi neden fişlemiş olabilirler?
Şener Eruygur kaynaklı olduğundan hiç şüphem olmayan bir belge var. 10-11 kişi vatan hainleri listesi var.
Vatan haini olduğunuz fikri neden oluşmuş olabilir?
Kıbrıs'ta çözümü savunduğum için.
Yazılarınızdan dolayı eleştiri aldınız mı?
Tabii olmaz mı. Sadece Ergenekon değil. Tabii Ergenekon da bir parçası ama bu Türkiye'deki kutuplaşma ortamı o hale gelmiş ki artık görüşemediğim arkadaşlarım var. Benimle görüşmeyi tercih etmeyen bir sürü tanıdığım da vardır eminim. Kavga çıkıyor masada hemen. Vay 'siz satılmışsınız bilmem nesiniz' falan.
Ajan gazeteciler tartışması var bir de. Uzun süre yöneticilik yaptınız. Bu yönüyle şüphelendiğiniz bir mesai arkadaşınız oldu mu?
Direkt ben çalışmadım; ama dolaylı olarak çalıştım. Yeni Yüzyıl gazetesini çıkartırken Turkish Daily News gazetesiyle bir nevi haber ortağıydık. Turkish Daily News'in Ankara haberlerini de kullanırdık. Hayri Birler de Turkish Daily News'in Ankara'da çalışan gazetecilerinden biriydi. İyi de bir gazeteciydi. Hepimiz bilirdik, Hayri Birler MİT ajanıydı. Herkes bilirdi.
Peki kendinizi savunma anlamında ne yapıyordunuz?
Biliyorsun onun MİT ajanı olduğunu. Onun haberlerine o gözle bakıyorsun. Bazen çok önemli, çok ilginç haber getiriyor size. Bazen de sizi manipüle etmeye çalıştığını fark ediyorsunuz. Manipülasyona gelmemeye çalışıyorsunuz çok fazla. Ama işte ondan da bazen çok özel durumlarda çok özel bilgiler gelebiliyor. O bilgiler de gazeteciler için kıymetli bilgiler kabul etmek gerekir ki. Ankara'da bu, hep bilinen bir şeydi. Fakat dedikodu seviyesindeydi. Hayri MİT'çidir falan diye. Şimdi bugün Hayri Birler gazetecilik yapmıyor. MİT'de çalışıyor. Böyle bir örneğimiz var. Hasan Cemal'in verdiği meşhur bir örnek vardır. 27 Mayıs'tan sonra galiba. Cumhuriyet ya da başka bir gazetenin Ankara bürosunda çalışan birisi. Darbenin ertesi günü subay üniformasıyla gelir işe. Meğer adam subaymış.
Size bu yönde bir teklif geldi mi?
Bana öyle bir tehditle karışık bir teklif geldi. Esasında tehdit edildim. Hikâye şu, çok komik bir hikâye. Alaattin Çakıcı, Fransa'da yakalandı. Yakalandığı sırada üzerinden çıkan şeylerin de fotoğrafını gösterdi. Kırmızı pasaportunun açılmış Alaattin Çakıcı'nın fotoğrafı olan sayfasının fotoğrafı vardı. Ben de o zaman Radikal'in Ankara temsilcisiyim, o fotoğraf geldi. Pasaportun üzerinde bir numara var. Telefon ettim Dışişleri Bakanlığı'ndaki arkadaşlarımdan bir tanesine 'Ya bir şey soracağım. Kırmızı pasaport nasıl hazırlanıyor?' Dedi ki: 'Biz hazırlıyoruz. Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi hazırlar kırmızı pasaportu.' 'Peki nedir bunun yöntemi?' Açtım sordum 'Bu nasıl hazırlanıyor? Dediler ki: 'Her yıl kırmızı pasaportlara bir numara veriyoruz. Diyelim ki o yıl ne 1999 olsun. 1999/1 mesela o yıl verdiği 1. pasaport; 2, 3, 4, 5 diye devam ediyor. Bu Alaattin Çakıcı'dan çıkan pasaportun üzerinde de bir numara var. Unuttum şimdi numarayı ama diyelim ki 1999/167 olsun. Dedim ki 'Bir şey sormak istiyorum. Gizli bir şey değilse bunu bana söyleyebilir misiniz?' '1999/167 numaralı pasaport kime ait?' 'Dur bi bakayım dedi defteri açtı adam buldu', 'Bunu size söyleyemem kusura bakmayın gizli bilgi.' dedi. Biraz daha araştırınca bu pasaportun MİT'e tahsisli bir pasaport olduğu anlaşıldı. Biz de ertesi gün 'Çakıcı'nın pasaportu MİT'ten' diye verdik. Haber çıkınca, bir hafta sonuydu, hatta hatırlıyorum otelin havuzunun kenarında kitap okuyorum. Bir telefon çaldı. Dediler ki 'MİT'ten bekleniyorsunuz.' Şenkal Atasagun Müsteşar. Ağzından alevler çıkıyor. Ama nasıl bağırıyor. Dedim ki 'Ya niye bağırıyorsunuz, nedir yani?' Bir de böyle soruşturma dosyalarını yığmış masasına. 'Gel sana göstereyim' dedi. 'Bakmam' dedim. Çakıcı hakkında kaç tane soruşturma açmış, Çakıcı ile ilişkisi olanlar hakkında ne kadar soruşturma açmış, bir sürü böyle dosya var. 'Gel bak' dedi. 'Ya niye bakayım bakmam. Beni sırlarına dahil edeceksin, ondan sonra da manevi baskı altında bırakacaksın. Bakmam.' Daha sona iş şu noktaya geldi: 'Benden haber kaynağını istiyor. Ben de size anlattığım hikayeyi aynen anlatıyorum orada. İnanmıyorlar bana. Bağırış çağırış. En sonunda şuraya geldik. Bir tehdit. Dendi ki: 'Sen bize yardımcı olursan biz de sana yardımcı oluruz. Biz sana özel haberler veririz, sen de bize zaman zaman böyle bilgi verirsin. Bu ilişki bir kere böyle başladı mı bir daha onun ucunu getiremezsiniz. Dedim ki 'Sakın ha ne siz bana böyle bir şey teklif edin ne de ben sizden böyle bir şey duymuş olayım. Hadi bana eyvallah' dedim, çıktım gittim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.