• BIST 9367.77
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 7 °C
  • Diyarbakır 6 °C
  • Ankara 11 °C
  • İzmir 17 °C
  • Berlin -2 °C

Altan Tan: Halk silahlı mücadele istemiyor

Altan Tan: Halk silahlı mücadele istemiyor
HDP’li Altan Tan’a göre çözüm sürecinin sona ermesiyle gelinen çatışmalı ortamdan halk rahatsız. Al Jazeera’nin sorularını yanıtlayan Tan, “Halk, haklarını elde etmek için savaş, silahlı mücadele istemiyor. Politikanın devrede olmasını istiyor” dedi.

Al Jazeera'den Gonca Şenay HDP Diyarbakır milletvekili Altan Tan'a Türkiye'nin gündemindeki başlıkları sordu. İşte o söyleşi:

7 Haziran ile 1 Kasım arası Türkiye için çok büyük bir dönüşümün yaşandığı bir süreç oldu. Kürt sorunu şu anda siyasi aktörlerden çok güvenlik bağlamında tartışılıyor. Türkiye’yi bu noktaya ne getirdi?

Biliyorsunuz masa 7 Haziran seçiminden önce devrildi.  Çözüm süreci veya diğer ifadesiyle Dolmabahçe mutabakatı 7 Haziran seçimlerinden önce bozuldu. Burada karşılıklı olarak, “Sen bunu yaptın. Ben bunu yaptım” polemiğine girmek yerine hem hükümet hem de PKK ile ilgili daha genel bir fotoğraf ortaya koymak lazım. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Türkiye içinde ve Türkiye sınırları dışında, yani Suriye ve Irak’ta, Kürt meselesi ile ilgili üzerinde mutabakata varılmış bir makro projesi yok. Üzerinde mutabakata varılmış dediğim, hükümeti, asker ve polisi ile MGK’nın yani devletin topyekun iradesi haline gelmiş bir makro proje yok.

Oysa bölgesel şekillenme şu an çok önemli…

Tabii ki! Geldiğimiz noktada Kürt meselesini sadece Türkiye içerisinde bir sorun olarak değil mutlaka Ortadoğu sorunu içinde ve küresel ele alma mecburiyeti var. Bu denklem böyle. Onun için makro projenin mutlaka Türkiye içi ve Türkiye dışı, birbiriyle uyumlu, kararlı, istikrarlı ve uzun vadeli olma mecburiyeti var. Proje yok tesbitine AK Parti ve hükümet çevreleri  itiraz ediyorlar. “Olur mu? Biz bu kadar demokratik adımlar attık.” diyorlar. Doğru. Türkiye’de bu yönde bazı adımlar atıldı ama benim dediğim daha başka bir şey.  Türkiye Cumhuriyeti 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla şekillenmeye başladı. 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyet kuruldu. Ama bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin paradigması 1924 Anayasası ile birlikte oluşmaya başladı. Yani 1920 ile 24 arası ayrı, 1924’ten sonrası ayrı. 1920 ile 1924 arasında Türklerin ve Kürtlerin eşitliği var. Laikçi Ulus Devlet anlayışı yok. 1924’ten sonra ise laikçi ulus devlet paradigmasının devreye sokulması ve tekçi, Türkçü bir anlayış ile yeni bir kimlik inşası var. Türkiye Cumhuriyeti 1924’te bu yola girdi. “Niye, nasıl oldu, neler yaşandı?” bunlar başka bir tartışma konusu. Ama bugün bu paradigma artık 1950’nin, 1980’in, 2000’in, 2010’un paradigması ile götürülemez. Ortadoğu’da 40 milyon civarında Kürt var. Bunun yaklaşık yarısı Türkiye’de yaşıyor. Irak’ta bunların bir statüsü oldu, kimliği oldu. Suriye’de fiilen bir pozisyon elde edildi. Türkiye’de de artık yeni bir paradigmaya ihtiyaç var. Bundan sonra  ulus devlet anlayışıyla devam etmek mümkün  değil. “Laikçilik büyük oranda törpülendi” Kemalist paradigmanın ‘laikçi’ jakoben yanı önemli oranda törpülendi. Ancak laik cumhuriyetin Müslüman olmayan ya da dindar olmayanın da tüm hak ve hukukunun korunduğu, Alevilerin haklarının tanındığı, Cemevi, tekke ve tarikatların, medreselerin açılabildiği demokratik bir laiklik anlayışı kurulması lazım. Laikçilik törpülendi ama Cumhuriyet’in “Türk” anlayışı değişmedi. Bu ne demek? Kürtler ya da diğer halklar kültürel haklarıyla yani dershaneyle, okulla, şarkıyla, türküyle yetinebilir ama devletin dili Türkçe. Bakın resmi demiyorum, devletin dili Türkçe. Bütün herşey “Türk’e göre”. Diğer unsurlar ise bir aksesuar olarak durabilirler. Kürt halkının bunu bu şekliyle kabul etmesi mümkün değil. Peki ne olacak? Kürtler ayrı bir ulus devlet mi kuracak? Kürtler buna uzun zamandır karşı çıkıyorlar. Bugün sadece dindar Kürtler değil sosyalist Kürtlerin de büyük bir kısmı buna karşı. Korktukları veya takiye yaptıkları için değil. İki sebebi var bunun. Birincisi, “Dünyada artık ulus devlet modeli eskidi. Balkanlar’da da, Kafkaslar’da da, Ortadoğu’da da Avrupa Birliği gibi bölgesel, havzasal entegrasyonlar dönemi. ” diyorlar. İkincisi, “Bu bugün Kürtlerin yararına değil. Büyük acılar getirecek. Çözüm değil.” diyorlar. O halde Türk’ün, Kürdün, Arabın… birlikte yaşayabileceği yeni bir Cumhuriyet inşa etmek lazım. Suriye’deki Kürtler Suriye içinde, Irak’taki Irak içinde, İran’daki İran içinde bütün haklarına sahip olsunlar. Nedir bunlar? Eşit vatandaşlık, ana dilde eğitim…

Eşit vatandaşlıktan kastınız nedir?

1.Ana dilde eğitim hakkı. Zaten anadilde eğitim dediğiniz zaman, kurs, dergi, türkü, şarkı bunların hepsi bunun içine giriyor.

2. Dilin kamusal alanda kullanılması.

3.Bölgesel yönetimler.

Bölgesel yönetim deyince biz, “Türkiye’yi ikiye bölelim. Bir taraf Türkistan olsun. Bir taraf Kürdistan olsun. Fırat’ı sınır kabul edelim” demiyoruz. İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da, Bursa’da, Antalya’da da Kürtler var. Benim bölgesel yönetim deyince zihnimdeki, eyalet ya da büyükşehir diyebileceğimiz iki ya da üç milyonluk nüfusların olduğu bölgesel idareler. Bunun hem teknik hem de siyasi sebepleri var. Dünyada artık ülkeler merkezden yapılanmıyor. Yani sağlık, eğitim, su, kanalizasyon gibi hizmetler yerinden yapılıyor. Türkiye’de son çıkarılan Büyükşehir Belediye Yasası ile içinde eksiklikler ve yanlışlıklar olmasına rağmen çok önemli bir mesafe kat edildi. Ana çerçevesi itibarı ile doğru. İkinci sebep ise siyasi. Şu an Türkiye Cumhuriyeti Hükümet’i kanun değişikliği ile seçmeli ders hakkı tanıdı. 1500 tane Kürtçe öğretmeni mezun oldu ama bunların şu ana kadar 28’i tayin edilebildi. Biz burada diyoruz ki, “Hükümet, devlet bu işte kötü niyetli, oyalıyor.” Hükümet de cevaben “Talep yok” diyor.

Doğru olamaz mı bu?

Doğruluğunu yanlışlığını tartışmadan başka bir şey diyorum. Siz bölgesel yönetimler kurduğunuz zaman, mesela Adana Eyaleti, Van eyaleti… Yetkiler, bunun Büyükşehir Meclisi’ne verilmiş. Adana’da seçmeli ders isteyen bu sene 50 bin öğrenci var veya yok. Kaç okul açılacak bunun kararını ona bırak, yapmazsa sorumluluk ona ait. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin şu ana kadar Kürtçe ana dilde eğitim olabilir, özyönetim olabilir, Kürtçe ikinci üçüncü dil olabilir gibi ortak eşit vatan inşa etme iradesi henüz Milli Güvenlik Kurulu ve devlet iradesi olarak tecelli etmedi. Devlet bu dönem zarfında kontrol edilebilir bir kriz politikası sürdürdü. Önüne şunu koydu, “PKK silahları bırakırsa yavaş yavaş ben bu işi yürütebilirim” diye düşündü. Onun için de sadece PKK’yi muhatap aldı, PKK’nin liderini muhatap aldı. Kafasında Kürt sorunun çözümü denildiği vakit, silahların bırakılmasını anladı. Demokratikleşmeyi öteledi ve ayrı gördü. Önce silahlar bırakılacak sonra gerisine ‘bakılacak’. ‘Şunlar, şunlar yapılacak’ değil ‘bakılacak’ dedi. Somut bir proje olsaydı bu da anlaşılabilirdi. Onun için çözüm süreci  bitti.

PKK bunun neresinde, ne yapmaya çalışıyor?

Masanın öbür tarafına gelince, PKK de kendi kimliği ve kendi ideolojisi ile ve kendi ifadesiyle ‘öz savunma’ güçleriyle var olacağı bir bölge yönetimi istedi.

Hangi devlet buna “evet” der?

Hiç bir devlet buna evet demez. Zaten siyasetin şu an gelip de patinaj yaptığı nokta bu. Siyaseten “Eyalet, federasyon, demokratik özerklik, eşit vatandaşlık talep edilebilinir. Bunların hepsi tartışılabilir. İkinci resmi dil olur, beşinci resmi dil olur! 17 vilayet mi, 95 vilayet mi olsun? Bu da tartışılır. Ama soru şu, bunlar demokratik bir ortamda ve demokratik yollarla mı tartışılır, yoksa silahla mı elde edilir?” Konu bu. Sayın Öcalan 2013 Diyarbekir Newroz’unda, “Bundan sonra Kürtlerin hak arama iradesi silahla değil demokratik yollarla olacak.” dedi.

Şu an tam tersi yapılıyor…

Şu ana kadar Abdullah Öcalan’dan bunun tersi bir beyan gelmedi. “Ben bu fikrimden vazgeçtim” dediğini duyan olmadı. Dolayısıyla bizim de siyasetçiler olarak savunabileceğimiz, “Türkiye’de her şey tartışılabilir. Federasyon, ana dilde eğitim dahil. Bunlar talep edilebilir. Ama bunun iki yolu var. Bu ya demokratik yollarla olur ya da savaşarak, devrimci halk savaşı, iç savaş gibi.” Bizim tercihimiz demokratik olandır. Ortadoğu’da silah, şiddet daha büyük silahlı güçleri daha büyük şiddeti getiriyor. Bu Suriye’de de böyle oldu, Irak’ta da, Filistin’de de, Afganistan’da da. ABD, İngiltere, Rusya…

PKK neden çözüm sürecinde görüşmeler devam ederken şehirlere silah depoladı? Bölge yeniden şekilleniyor diyorsunuz. Bazı uluslararası istihbarat örgütlerinin Kandil üzerinde etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Madem Öcalan aksini söylemedi PKK bunu neden yapıyor?

Bunun birinci sebebi karşılıklı güvensizlik. Çözüm süreci devam ederken de PKK’nin çok ciddi bir silahlanmaya gittiği söyleniyordu. Ama aynı dönemde devlet de dört bir tarafa kalekollar yaptı. Beytüşşebap’tan tutun Çukurca’ya kadar… Aynı dönemde hangi istihbarat örgütü ne yaptı? Amerika ne dedi? Rusya ne yaptı? İran bu işin neresinde? Bu tip şeylere girmek istemiyorum. Niye? Bu konuştuğumuz noktada bunun çok faydası yok. Neticede ana tablo şu, “Siz  evin içinde bir sorunu kendi aranızda çözemezseniz önce akrabalar ve dostlar girer devreye. Sonra tüm mahalle ve  bütün şehir.” Şu anda Suriye’de adı konulmamış bir üçüncü dünya savaşı yaşanıyor. Amerikan, İngiliz, Fransız ve Rus uçakları kendi açık kimlikleriyle Suriye’de bir yerleri bombalıyorlar. Lübnan Hizbullah’ı devrede, İran devrede. 26 İran’lı generalin öldürüldüğü söyleniyor. Fiili bir savaş var. Dolayısıyla Kandil’de kim etkili oldu gibi sorular konusunda sayfalar dolusu konuşulabilir ama biz başka bir şey diyoruz. Ya Türkiye’yi Türkiye’nin içinde demokratik yollarla, halkı ikna ederek, birleştirerek demokratikleştireceğiz. Veya birbirimizle savaşacağız.

Biz derken kimi kast ediyorsunuz?

Hepimizi. Türk, Kürt.. Türkiye’de sadece Kürt sorunu yok. Alevi sorunu, laik-dindar gerilimi de var. Biz derken kendimi kast ediyorum. Altan Tan. Benim sorunlarım var. Benim dini, etnik ve ekonomik sorunlarım var. Ben bunlar için ya demokratik yollarla sivil bir mücadele içinde olacağım veya dini, mezhebi, ekonomik ve sınıfsal haklarım için silahla çarpışacağım. Sonuçta bundan 4 sene evvel Beşar Esad’ın asker ve polisleriyle direnişçi halk karşı karşıya iken bugün tüm dünya tankını, topunu, tüfeğini aldı geldi, Suriye’de savaşıyor. Yarın Suriye’de bu savaş biterse, ABD ya da İran, Rusya  ve Beşar Esad kazanırsa veya  IŞİD kazanırsa Suriye halkının dediği mi olacak? Biz aynı şeyi Türkiye için de söylüyoruz. O da şu, bu gidişat ülkeyi Afganistan’a çevirecek. Ne demek bu? Şehirler daha fazla yıkılacak, daha fazla insan ölecek, daha büyük göçler olacak. Bu büyük bir felakettir. Önümüzde iki yol var. Ya demokratik yollarla bu Türkiye’yi doğru düzgün ortak vatan haline getireceğiz. Ya da sonucunu göremediğimiz veya kestiremediğimiz dünyadaki süper güçlerin yönetimi süper güçlerin belirleyeceği bir Afganistan haline dönüşeceğiz.

Bu aşamada şunu sormak istiyorum, HDP ardı arkası gelmeyen bir şekilde uluslararası kamuoyuna destek çağrıları yapıyor. Osman Baydemir’in Meclis’teki konuşması da bu bağlamda çok tartışıldı. Bunun dışında Avrupa Birliği’ne de çağrılar var. Ancak bekledikleri yanıt gelmiyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Osman Bey’in konuşması üzerinden değil de genel bir değerlendirme yapabilirim. Biz yaşını başını almış, okumuş yazmış siyasetçileriz. Dönüp biraz geriye bakalım. Suriye’de 400 bin insan öldü bugüne kadar. 8 milyon insan göç etmek zorunda kaldı. Bu ülke nüfusunun yüzde 40’ı. Daha hala NATO, BM oraya bir güç çıkarıp da durun demedi. Aynı şey Irak’ta da oldu. Avrupa’nın göbeğinde Bosna Hersek’te Srebrenitza katliamı oldu. BM Barış Gücü’nün gözleri önünde 8300 Müslüman Boşnak katledildi. BM seyretti.

Buradaki durumun aynı olduğunu mu düşünüyorsunuz?

BM gelip müdahale edecek, NATO Türkiye’ye asker çıkaracak, bunlar hayal. Bunu söylemeye çalışıyorum. Ne zaman olur bunlar? Ülke Afganistan haline geldikten sonra. Bugüne kadar BM ve NATO hiç bir sorunu büyük katliamlar olmadan çözmedi. Biz BM’ye, NATO’ya barış yönünde baskı kurun diyelim ama gerçekleri de görelim.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dahil tüm başvurulan makamlardan olumsuz yanıt alındı. Görüntü o ki HDP ve PKK dışarıdan bakıldığında da haklı görülmüyor…

Dış devletlerin iki önemli paradigması var. Birincisi kendi çıkarları. İkinci noktada ise geçerli hukuk tabiriyle bir yerdeki mücadele “Demokratik tüm kanallar tıkanmamışsa meşru görünmüyor”.

Bu noktada başka bir destek arayışını daha sormak istiyorum. PKK’nın bir “devrimci halk savaşı” çağrısı vardı. HDP’den sık sık eylem çağrıları yapılıyor ama bölgede bir karşılık bulmuyor. Sizce bu süreçte PKK ve HDP halk desteğini kaybediyor mu?

Kürt halkının yaşadığı 40 yıllık bir savaş dönemi var. Halk, Kürtlüğüne, kimliğine, inancına, dinine sahip çıkıyor. Ama halk bunları elde etmek için, bu haklarını elde etmek için savaşmayı, silahlı mücadeleyi istemiyor.

Yani bu çatışmalar halka rağmen mi yapılıyor?

Halkın önünde çok kötü bir Suriye ve Irak örneği var. Milyonlarca insanın evinden göç ettiği, perişan olduğu, hayatını kaybettiği örnekler bunlar.

Halk bunu istemiyor. Politikanın devrede olmasını istiyor. Ama bundan, halk HDP’den PKK’den desteğini çekti sonucunu da çıkarmamak lazım. Hepsi AKP’li oldu ya da korucu oldu diye bir şey yok. Halk devlete daha fazla öfkeleniyor. “Bu demokratik kanalları niye bu kadar kapattın? HDP’yi niye bu kadar suçlu göstermeye çalıştın? Atman gereken adımları niye atmıyorsun?” diyor. Bunun son örneği de Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Mardin konuşması. Mardin’de, “Kardeşiz, biriz, birbirimizi kucaklayacağız. Selahaddin Eyyubi ile Alparslan, Kuttülamare, Buhara, Semerkand; Mardin-Kudüs” dedi. Yahu sevgili kardeşim bunlar çok güzel sözler ama Arapça bir atasözü vardır. Diyor ki, “Dili tatlı olanın ikramı az olur.” Dil tatlılığı başım gözüm üzerine ama sofraya bir şeyler koy. Nedir koyacağın? “PKK terör örgütüdür, PYD terör örgütüdür. Kürtler sosyalist değil” diyor. Peki sen ne diyorsun? Kürtçe ana dille ilgili sen ne diyorsun?

Başta da sormuştum. Bunların konuşulabileceği bir ortam kaldı mı ki? Şu anda gündem başka…

Masada da konuşulmadı bunlar. “Halkı muhatap alacağım” diyor. Tamam sor halka. Referandum yap. Halk ne istiyor, ne istemiyor görelim. Yok bir projesi. Hazır değil. 15 gündür ABD ile tartışma sürüyor mesela, PYD teröristtir değildir tartışması. Peki kardeşim, diyelim ki sen PKK’yi, PYD’yi, HDP’yi bir çuvala koydun attın denize. Peki senin projen ne? Sayın Davutoğlu ile Barzani Diyarbakır’a geldiğinde Sayın Erdoğan’ın yemeğinde bizi yan yana oturtmuşlardı, bir saat tartıştık. PKK Rojava’ya el koydu, başka siyasetlere, Barzani’ye izin vermiyor diye bir konu açıldı. Barzani de gündüz belediyede böyle bir konuşma yaptı. Masada da bu konuşuluyor. Aslında bölgede devrim yok, PYD Baas ile işbirliği yapılıyor diye bir de Türkiye’de çözüm sürecinde tek muhatap PKK alınıyor diye şikayet ediliyor. Ben de döndüm, “Bundan niye şikayet ediyorsunuz? Siz başka bir siyaset koydunuz mu ortaya? Diyelim ki PYD Suriye’de böyle bir şey yaptı. Sizin Rojava politikanız ne? Suriye’deki Kürtler ne yapsın?”

Sizce PYD Suriye’deki diğer Kürt gruplar üzerinde baskı kurmadı mı?

Ben onu tartışmıyorum. Diyelim ki öyle. Ben başka bir şey soruyorum, “Peki siz ne yaptınız? Türkiye Cumhuriyeti sınıra tankını, topunu koysaydı. Suriye Kürtlerinin can, mal, kimlik emniyetinin garantörü benim deseydi. Oradaki tüm Kürt partilerini ayırmadan Suriye’deki muhalif grupları Türkiye’ye getirdiği gibi getirip konuştursaydı. Anlaştırsaydı ve bunun karşısına çıkanlara karşı da müeyyide uygulasaydı?” dedim. Bana verdiği cevap şu oldu, “Ne yapsaydık, İslamcı Kürt örgütü mü kursaydık?” Sonra başladık tartışmaya. Ben sana “İslamcı bir Kürt örgütü kur, savaştır PYD ile” demiyorum. Yapılması gereken oradaki Kürtlerin can, mal haklarını gelecek Suriye’de garanti altına alacak bir proje ortaya koymak. Yarın IŞİD gelip de tüm Kürt şehirlerini işgal ettiğinde Türkiye ben bunun garantörüyüm diyebiliyor mu? Ya da Suriye’de Kürtlerin kimlik hakları tanınmalıdır diyebiliyor mu? Hiçbirisini demiyor. Oturduğu yerden PKK’ya, PYD’ye bindiriyor.

Uzun zamandır HDP ile Hükümet arasında, İçişleri Bakanlığı ile yapılan görüşmeler dışında, bir temas gerçekleşmedi. Başbakan, Sırrı Süreyya Önder’in “Kaçak çay içerler giderler” sözlerinin ardından randevusunu iptal etti. Son olarak Leyla Zana, Cumhurbaşkanı ile görüşmek istedi ama o da gerçekleşmedi. Bir fırsat heba mı edildi sizce?

Şimdi ben şunu doğru bulmam, diyelim ki Başbakan sizinle görüşecek. Boş konuşacak ya da dolu konuşacak neyse. Bir Başbakan geliyor. “Şunları şunları konuşacaksak gelme” diyebilirsiniz. Şu an Sayın Tayyip Erdoğan da Leyla Zana’ya dedi ki, “Pazarlık etmeye geliyorsa gelmesin.” Bunu diyebilirsiniz. Ama bunu dedikten 3-5 gün sonra Başbakan’ın önünü kesip görüşmek istiyoruz diyorsanız burada bir çelişki var demektir. Bana göre siyasette bu denli küslük olmaz. Bu diyalog mekanizmasının mutlaka işlemesi lazım. Bu kapıların sürekli açık olması lazım. Böylesine hassas bir dönemde böyle bir lüksümüz yok.

HDP’de “Hükümet ile görüşülmesin” diye düşünen bir kesim mi var?

Bizim 7 Haziran’dan sonraki siyasetimizde de, 7 Haziran gecesinden itibaren şöyle bir siyaset hakim oldu, “Bu çözüm süreci durdu, masa devrildi, dolayısıyla önce Türkiye’de iktidarın değişmesi lazım. Yeni bir iktidar oluşturulması, bizim de onunla görüşmemiz lazım.” Bu fikir kulağa çok hoş gelebilir. Zaten şu an Türkiye’de Tayyip Erdoğan’dan nefret edenler zümresi var. Ben Tayyip Erdoğan ile siyaseten yollarımı 25 yıl önce ayırdım. Ama nefret etmek ayrı bir şey, bütün siyaseti bir şahıs bir parti üzerine indirgeyip onun karşıtlığı üzerinden bir cephe oluşturmak ayrı bir şey. Daha açık söyleyeyim, “Önce Tayyip Erdoğan gitsin, ondan sonra ne olacaksa olsun” Türk solunun da bir kısım Kemalistler’in de fikr-i sabitleriydi. Peki gitsin, nasıl olacak? Ben de gitsin diyorum ama nasıl? 7 Haziran’da Hükümet fiilen düştü, başkanlık yolu tıkandı. 3 parti oturup da ortak bir Hükümet ve alternatif ortaya koyamadı. İkincisi, Tayyip Erdoğan gitsin, AK Parti bitsin. Peki kim gelsin? Önümüzde üç alternatif var. CHP, MHP ya da darbe. Ölümlerden ölüm beğen. Gitse bile bundan daha iyi gelecek bir alternatifiniz yok. Yani ne demek istiyorum? Siz ne yapacaksanız, bu demokratik mücadeleyi bu hükümet ve bu devlet ile yapacaksınız.

Şu anda HDP’de egemen olan zihniyet bunu kabul etmiyor mu?

Etmedi. 7 Haziran gecesi çıkıp, daha ilk geceden “Hiç bir şekilde AKP ile koalisyona yokuz” tabiri kapıyı kapattı. Diyorlar ki, “AK Parti zaten bizimle koalisyon yapmazdı”. Bunu herkes biliyor. Ama siyaset bu algıları yönetebilme sanatıdır. Siz ilkelerinizi ortaya koyarsınız. AKP hükümetten düştü, Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hatta sultanlık yolu kapandı. Aslında biz ABD tipi veya başka bir model başkanlık sistemini tartışmayız demiyoruz. Biz sultanlığa, tek adamlığa, diktatörlüğe karşıyız. İmralı tutanaklarında da, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda da böyle bu.

Bunları söylüyorsunuz ancak bir yandan da siz partide biraz  daha farklı bir sessiniz. Son yönetimin de dışında kaldınız. Parti Meclisi’ne giremediniz. Girmek istiyor muydunuz?

Önce kendi şahsımla ilgili olarak, ben geçen dönem Parti Meclisi ve MYK’daydım. 2011 seçimleri ve son iki seçim dahil partiye milletvekilliği müracaatı haricinde hiç bir özel çabam olmadı. Kulis, görüşme, konuşma gibi. Şimdi içinde olduğunuz bir yapıda bile ana politikaları siz belirlemiyorsanız, aday tespitini siz yapmıyorsanız, siz derken kurumları kastediyorum. Bunlar üzerinde ciddi bir etkiniz yoksa içinde olsanız da dışında olsanız da çok önemli değil.

HDP’nin söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

HDP ilk kurulduğu zaman da benim itirazlarım oldu. Bizim hitap ettiğimiz ana gövde olan Kürt kitlesinin yüzde 80-90’lık ana gövdesinin dindar muhafazakar olduğunu söyledim. Bu partinin Türk solu ve sosyalist kimliğinin çok fazla öne çıkarılması bir uyumsuzluk yaratır demiştim o dönem. Sonra Selahattin Demirtaş’ın Eş Genel Başkanlığa getirildiği kongrede parti kendisini sosyalist bir parti olarak değil bir demokratik kitle partisi olarak tarif etti. İçinde dindar Müslümanların, İslami kesimlerin, sosyalistlerin, liberallerin, sınıfsal olarak işçilerin köylülerin, herkesin olduğu ortak paydası Türkiye’nin demokratikleşmesi olan bir parti olarak tanımlandı. Bu doğruydu ama bugün geldiğimiz noktada eş başkanlardan yönetime, genel başkan yardımcılarına kadar oluşan tabloya baktığınız zaman eski BDP, HADEP geleneği artı Türk solunun yüzde 80-90’lık bir temsile geldiğini görüyoruz. Bizim seçmen kitlemiz ise daha farklı. Ana gövde daha muhafazakar Kürt kitlesi.

Sol gruplar nasıl ve neden bu kadar etkili oldu HDP’de?

Ben o konuda şu an çok fazla bir şey söylemek istemiyorum. Tabloyu gözler önüne seriyorum.

Ama bunu olumlu bulmuyorsunuz?

Doğru bulmuyorum. Mesela 7 Haziran seçimlerinde yüzde 13.2 oranındaki oyun yüzde 11.5’ının Kürtlerden geldiği görüldü. İkincisi de AKP’den bize 4.5-5 puan civarında bir seçmen kitlesi geldiği de saptandı. Bu da yaklaşık 2-2.5 milyon muhafazakar Kürt seçmen demek.

Bunun çoğunu kaybettiniz son seçimde…

Bunun 1 milyonu geri gitti 1 Kasım’da. Sandık sandık belli. Sadece Diyarbakır’da bizim 60 bin oyumuz azaldı, AKP’nin 60 bin oyu arttı.

Bu sol söylemi sevmiyor mu Kürt seçmen? Sert mi buluyor?

Kürt seçmenin iki önemli hassasiyeti var bir çok hassasiyetlerinin yanında. Birincisi, AKP’den gelen 2-2.5 milyonluk kitle AKP ile bir savaştan ziyade AKP’ye bir ders vermek, çözüm sürecinin devamını sağlamak ve Kürt temsiline destek olmak istedi. Bu Tayyip Erdoğan’a da bir ikazdı. Bu kitlenin beklentisi çözüm sürecinin AKP ile HDP arasındaki devamıydı. Sorduğunuz zaman, “Masanın devrilmesine gönlümüz razı olmadı. Müslümanız, dindarız ama Kürtlüğümüzden de vazgeçmiyoruz dedik.” Diyorlar. Ama 7 Haziran’dan sonra süreç böyle işlemedi.

Hendekler kazıldı…

Onu da şu an söylemek istemiyorum. Çatışmalı sürece girildi. Kutuplaşma arttı. Seçmenin ikinci söylediği de, “Biz metropolllerde olsun, diğer illerde olsun sol, sosyalist kimliklerin bu kadar öne çıkarılmasını doğru bulmadık.” Bu seçmenin yarısı gitti. Bana göre PKK’nin bir hatalı değerlendirmesi de şu, HDP’ye verilen tüm oyları aynı zamanda kendisine verilmiş bir destek olarak gördü. Bunun böyle olmadığı ortaya çıktı. Bugün de yeni çıkan bu parti kimliğinde görüntü eski HADEP, BDP geleneği artı Türk solunun temsilinin vitrinin yüzde 80-90’ına oturmasıdır. Bunun hakkında doğru veya yanlış kararını seçmen verecek.

Bu PKK’nın işine gelen bir tablo mu sizce?

Bilmiyorum onu. Daha çok çok yeni. Böyle bir tercihtir bu. Bu tercih hakkındaki kararı seçmen verecek.

HDP’nin Türkiyelileşmesinden ülkenin batısındaki insanların anladığı, PKK’dan bağımsız bir siyaset üretilebilmesiydi. HDP, Kandil’den bağımsız bir siyaset üretebilir mi?

Biz başından beri diyoruz ki, “PYD PKK mi? HDP Kandil’den bağımsız bir siyaset uygulayabilir mi?” Bence bu sorulardan ziyade “Siyaset adım adım sivilleşebilir mi?” Bunu tartışmak lazım. Şimdi HDP Kandil’den her türlü selamını, sabahını kessin. Uzayda mı siyaset yapacak? Bir Kürt gerçekliği var. 30-40 yıllık bir mücadele var.

Ama yaşanan çatışmalardan, Cizre’den bahsederken sadece devleti eleştirip PKK’ya tek bir söz bile söylenmemesini kast ediyorum.

HDP şunu yapabilir, bundan sonra da bunu yapmalı bence. Siyasetin sivil kanadının güçlenmesini sağlamalı. Arkadaşlarımızın da bunu istedikleri kanaatindeyim ben. Bunu şu an Eş Genel Başkanlardan alt kadrolara kadar arkadaşlarımızın bunu istedikleri kanaatindeyim. Ama olaylar öyle hızlı ve öngörülemeyen bir şekilde gelişti ki HDP sıkıştı.

Nasıl tanımlarsınız bugün HDP’nin durumunu. Kandil’in kuklası diyen de var… Nedir HDP?

HDP şu an bu savaşla beraber, demokratik siyasetin alanının daralması ile beraber çok açık bir şekilde büyük bir sıkışma yaşıyor. Daha fazla, daha güçlü bir irade koymak gerekir. O da nedir? 21 Mart 2013 Newroz’undaki iradeye sahip olmaktır. Türkiye’nin içinde demokratik mücadeleyi öne koymaktır. Aslında HDP bunu yaptı, bu çatışmaları HDP başlatmadı. “Hadi bu iş olmadı, masa devrildi, gelin devrimci halk savaşı yapalım” demedi HDP. Ama bunu PKK’ye daha güçlü olarak söyleyebilmesi lazım. Siyasetin alanını genişletmesi lazım. Devlete karşı da en geniş ittifakları sağlayarak, yeni anayasa ve demokratikleşme sürecine yüklenmesi lazım.

Korktuğu için mi PKK’ya daha güçlü çağrı yapamıyor HDP, ya da Eş Başkanlar?

Korkma çok “basit” bir tabir. İnsanlar kendi içinden geldikleri geleneklere çoğu zaman bir şey söyleyemiyor. Ben Selahattin Bey veya başka bir arkadaş üzerinden eleştirmeyeyim, kendimden örnek vereyim. Ben çocukluğumdan beri İslami yapıların içinden gelen birisiyim, halen de dünya görüşüm bu. Kolejlerde okumama rağmen dünya görüşüm bu. Allah bizi imanla götürsün öbür tarafa. Ben ilk olarak 1991 senesinde Erbakan, Alparslan Türkeş ile seçim ittifakı kurunca Diyarbakır 1.Sıra milletvekilliği adaylığından istifa ettim. Tayyip Bey ile seçimden sonra kendi odasında 3 saat konuştum ve yollarımız ayrıldı. O günden bugüne kadar tüm arkadaşlarım ve çevre, hatta Tayyip Bey’in kendisi tarafından da “Kürtçü” olarak damgalandım. Bugüne kadar attığım her adımda bunun sıkıntısını yaşıyorum ben. “Bu adam zaten yoldan çıktı, öyle oldu” diyorlar. Ama bu 25 yıllık kavganın neticesinde maalesef diyorum, keşke yanılan biz olsaydık, tarih bizi haklı çıkardı. İnsanın kendi içinden geldiği geleneğin tersine bir siyaset ortaya koyması, karşısına çıkması, diklenmesi, bunlar doğrudur, bunlar yanlıştır demesi zannettiğinizden çok zor. Bazen bir şey söylüyoruz, bak benim kafamda kırılmadık yer kalmadı. Benim ömrüm Türkiye’de kendini ümmetçi zanneden Türk İslamcılara Kürt meselesini anlatmakla geçti. Kendilerini ümmetçi zannediyorlar ama Türk İslamcı, milliyetçi. Kürt sol hareketlerine de, “Bu halk Müslümandır. Bunun sol, sosyalist, komple seküler bir yapıya gitmesi mümkün değil. Bunun ana hassasiyetlerine dikkat edilecek. Yok kültürel İslam, yok namaz kıl ama şeriatı uygulama. Şunu kabul et ama buna yanaşma diye format atamazsınız. Bu yanlıştır” demekle geçti ömrüm. Dolayısıyla ben HDP’nin en altından en üstüne kadar bu sıkışıklığı da anlayabiliyorum. İnsanın kendi geleneği ile çatışması da çok kolay değil.

Neden hala HDP’nin bir parçasısınız? Çok eleştiriniz var partiye…

Ben HDP’yi değil en fazla AK Parti ve Devlet’i eleştiriyorum. Benim yaptığım tüm özeleştiriler tüm değerlendirmeler Türkiye’nin demokratik bir cumhuriyet olması, Kürt sorunu dahil Türkiye’nin tüm sorunlarının kavgasız, kansız, iç savaşsız çözülmesi için bir katkı mahiyetinde. Ben bunları muhalefet olarak değil katkı olarak görüyorum. Bu katkının sonuçları 7 Haziran’da da 1 Kasım’da görüldü. Milyonlarca Kürt kitle kimliğine sahip çıktı. Bunun hepsini ben yaptım gibi bir paranoya içinde de değilim tabii. Ben bazıları gibi elhamdülillah narsist de değilim. Şu an en büyük sıkıntıda olan Türkiye’deki Müslüman dindar Kürt kitledir. Çünkü AK Parti’ye ve Tayyip Erdoğan’a kimliğini kabullendiremiyor. PKK’nin de politikalarını bugünkü şekliyle benimsemiyor. Yani altını çizeyim, bugün Türkiye’de en fazla sıkıntıda olanlar Müslüman, muhafazakar, dindar Kürtlerdir. Çünkü bunlar Kürtlüklerinden de Müslümanlıklarından da vazgeçmek istemiyorlar. iç savaş istemiyorlar, bölünmek istemiyorlar, şiddet istemiyorlar ama bu Kürt kimliklerini ve taleplerini AK Parti’ye ve devlete kabullendiremiyorlar. AK Parti içinde siyaset yapamıyorlar. PKK’nin de bugün gelinen noktada siyasetini doğru bulmuyorlar. Bu büyük bir sıkışıklık hali. Ya evinizde oturacaksınız. Ya da taleplerinizi AK Parti’ye de PKK’ye de söyleyeceksiniz. “İç savaşa götürmeden demokratik bir cumhuriyette birlikte yaşamak” diyeceksiniz. Benim yaptığım bir muhalefet değil. Doğru bildiklerini söylemek. Bugün benim partiye katkı olarak yaptığım parti içi eleştirilerin iki mislini CHP içindekiler de, MHP içindekiler  de söylüyor. MHP’de üç tane genel başkan adayı çıktı.

HDP’nin yapısı biraz “farklı” olduğu için olabilir mi?

AK Parti’de de söyleniyor. Dolayısıyla bu bir isyan, yıkma değil, katkı. İnşallah bu değerlendirmelerimizle doğru bir yere varırız. (Al Jazeera)

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89