• BIST 9367.77
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 7 °C
  • Diyarbakır 6 °C
  • Ankara 11 °C
  • İzmir 17 °C
  • Berlin -2 °C

Ali Fikri Işık: Kürtçe özgürleşmeden Kürt sorunu çözülemez!

Ali Fikri Işık: Kürtçe özgürleşmeden Kürt sorunu çözülemez!
Ali Fikri Işık son 4,5 aydır yaşadıklarını ilkehaber'e değerlendirdi: TSK, Askeri mahkeme, Anadilde savunma, KCK ve açlık grevleri ...

ilkehaber.com yazarları Ali Fikri Işık ve Hamid Omeri İstanbul Maltepe’de bir araya geldi ve beğeniyle okuyacağınızı umduğumuz bu söyleşi ortaya çıktı. 

 Aylardır Edirne Askeri Ceza ve Tutukevi’nde bulunan Işık’ın tahliye edilmesi üzerine  İstanbul’da buluşan ilkehaber.com yazarları Ali Fikri Işık ile Hamid Omeri, Işık’ın son 4,5 aydır yaşadıklarını, TSK, Askeri mahkeme, Anadilde savunma, KCK ve açlık grevleri çerçevesinde değerlendirdiler. 

Hamid Omeri: Kör Saatçi, Taraf gazetesindeki köşesinde ve İlkehaber’de yazdıklarıyla okurunun başka bir perspektifle edebiyata, futbola ve hayata bakmasını sağlıyordu. Ancak okurunu ve dostlarını şaşırttı bir süre önce. 4,5 aydır da okurun bu şaşma hali devam ediyor. Okurunuz neden şaşırdı?

Açıkça söylemek gerekirse, okurun ‘’şaşma/şaşkınlık’’ haline ilişkin heybemde tatminkar yanıtlar yok. Ama galiba gazete aracılığıyla yazılarını okudukları ve dönem dönem ekranda yüzüne aşina oldukları birinin, birden bire ‘’ yasadışı’’ kişi ilan edilmesi bir parça o etkiye yol açmış olabilir. Belki de yaşım bu şaşkınlığı artırmış olabilir. Bu konuda ne söylersem akıl yürütmek olur, çünkü o süreçte bildiğiniz gibi ben ‘’içerdeydim’’. Dolayısıyla size ne demem gerektiğini bilmiyorum.

Arkadaşınız ve okurunuz olarak kendi şaşkınlığımdan da yola çıkarak ilk sorumu kendi alımlamam çerçevesinde oluşturduğumu belirtmeliyim. “Yasadışı”lık aslında bir parça şakınlığı(mızı) çözüme kavuşturabilir belki. İzninizle buradan devam etmek istiyorum. Ali Fikri Işık; gazeteci, edebiyat eleştirmeni, Tv programlarında, ana haber programlarında boy gösteren biri; suç olarak nitelendirilebilecek ve “yasadışı kişi” olmasına sebep olacak ne yaptı?

Toplumsal tarihimizin sorun biriktiren bir eksen üzerinden kendini var etme alışkanlığına meyilli olduğu biliniyor. Biz çözen değil, biriktiren bir tarihin hikâye özneleriyiz bir bakıma. 12 Eylül 1980 yılında bu ülkede hepimiz vahşi bir askeri saldırının hedefi olduk. Herkes kendi payına düşen bir zayiatla bu süreçleri yaşadı ve kendince bu süreçlerin onanılamaz sonuçlarını aşmaya çalıştı. Çünkü 12 Eylül gibi barbar bir saldırıyla bu toplum açıktan ve açıkça yüzleşmeye hiç yanaşmadı. Dolayısıyla herkesin kişisel hikayesi içinde bu utanç verici tecavüzün izleri yaşamaya devam etti. Sözü daha fazla uzatmayayım. Ben 12 Mart 1980 yılında ‘’ 12 Mart Muhtırasını protesto ederken’’ göz altına alındım. Öğrenim özgürlüğünü engelleme suçlamasıyla yargılandım ve sonuçta 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldım. Ben söz konusu cezanın infazını yaşarken hakkımda ikinci bir dava daha açıldı ve bu davada da 8 yıllık ceza talebiyle yargılandım. İkinci yargılama devam ederken iki yargılamanın infaz süresi bitti ve beni tahliye etmek zorunda kaldılar.

41379

Hayatı bu denli etkileyen gelişmelerin ve dokunuşların kelimelerle bu denli rahat ifade edilişi bir kez daha etkiledi beni. Bütün bunları nerede yaşadınız?

O karanlık zamanda Diyarbekir’in Silvan ilçesinde yaşıyordum. Aslında Silvan’a Futbol oynamak üzere Batmandan transfer edilmiştim. Ama gelişmeler öyle hızla akmaya başladı ki, ben kendimi kısa bir süre içinde futbolun yerine siyaset konuşulan mekanlarda buldum. Mağduriyet ve onun oluşturduğu enerji o kadar büyük ve o kadar sarsıcıydı ki, sanırım ben de o dinamizmin bir parçası olmayı ret etmedim. Evet Silvan’da göz altına alındım ve Diyarbekir’de uzun sayılabilecek işkenceli bir sorgudan sonra 7. Kolordu Komutanlığına bağlı sıkıyönetim askeri mahkemelerinde yargılandım. Verilen cezanın tümünü de ‘’ünlü 5 nolu’’ Diyarbekir askeri cezaevinde geçirdim.

Benim doğduğum zamanlardan bahsediyorsunuz. Ve ben şimdi saçlarına aklar düşmüş bir adamım. Demek ki o zamanlarda Silvan her açıdan daha aktifmiş. Müsaade edersen daha net sormak istiyorum. Diyarbakır Cezaevi’nde kalanlar o dönemi yaşayanlar, edebi eserlerle bugüne taşıyanlar o döneme dair konuşurken ve yazarken bir başka hale geçiyor. Sizde de bu dil ve bu hal var. Peki 32 yıl önceden bahsediyorsunuz ama siz 9 Haziran 2012’de tutuklandınız? Bir karışıklık yok mu ya da devletin hafızasını mı konuşuyoruz?

Dünün sorunlarını çözemediğimiz için bu güne gelirken dün ayaklarımıza dolanır mütemadiyen. Bu durum için özür dileyecek değilim çünkü bu günü esaslı olarak anlayabilmek için düne uzanmak zorunlu adeta. 9 Haziran, aslında 32 yıl önce yaşanmış şeylerin sonuçlarından biri. Nedenler iyi anlaşılmadan sonuçlara hak ettikleri anlamlar yüklenemez. 9 Haziranda Diyarbekir’de bir otelde gözaltına alındım bu doğru. Ama söz konusu gözaltına alma eyleminin gerekçesi 1982 yılında işlediğim ileri sürülen bir ‘suç’. Gözaltına alınma yeni ama suç eski. O bakımdan yani!! İstesek de istemesek de tarihten kaçamıyoruz.

Galiba siz kaçamıyorsunuz Ali Fikri Bey! (Gülüşmeler) Devletin hafızası taze duruyor sanki ancak yaptıklarını bilincinin neresine terk ettiğini bulmak gerekiyor. Size yapılanları; size yaptıklarını hatırlamıyor ancak sizin işlediğinizi 30 yıl geçmesine rağmen unutmuyor? Nedir devletin hafızasını size karşı bu denli canlı tutan? “Suç”unuz nedir?

Resmi suçlama “Askerlikten firar’’ etmek. Ama hikaye bu kadar kuru ve resmi değil. 1982 yılında cezam bittikten ve fazladan 53 gün yattıktan sonra kelepçeli ve mevcutlu olarak Tekirdağ Tugayı’na askerlik yapmak üzere teslim edildim. Askerlik süremin 59’ncu gününde Diyarbekir sıkıyönetim askeri mahkemesinden gelen tutuklama müzekkeresi üzerine firar ettim. İçinden canlı çıktığıma bugün bile akıl sır erdiremediğim Diyabekir 5 nolu cezaevine gitmeyi göze alamazdım ve almadım da. 1984 yılında Diyarbekir sıkıyönetim askeri mahkemesi yargılandığım davadan 8 yıl ceza verince de ben artık sadece bir asker firarisi değildim sırtımda 8 yıllık mahkûmiyetin ağırlığını da taşımaya başladım. Hikâye uzun. Elden geldikçe kısa tutmaya çalışacağım. 2 Ağustos 1991 yılında İstanbul’da tekrar yakalandım. İstanbul’dan Batman’a götürüldüm ve cezanın tümünü Batman’a bağlı Beşiri cezaevinde infaz ettim. 15 Ocak 1993 yılında tahliye oldum ve bana hiçbir izin verilmeden, elleri kelepçeli ve muhafız eşliğinde tekrar Tekirdağ’daki askeri birliğe teslim edilmek üzere yollara düştüm. Tekirdağı’nda hiçbir askeri kurum beni teslim almadı. Çünkü 1985 yılında kayıtlı olduğum birlik bir başka yere kaydırılmıştı. 

Burayı anlamadım. Askeri birlik harıl harıl her yerde aradığı askeri(ni) neden teslim almasın? Sizin şimdi bu son aylardaki tutukluluğunuzun sebebi bu askeri firar midir? Oysa siz hem Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde hem de Batman Beşiri Cezaevi’nde yıllarca tutuklu kalmışsınız. Edirne Askeri Mahkemesi’nde görülen duruşmalarınızın bir kısmına ben de katıldım. Askeri Savcı ısrarla teslim olduğunuz birlikten firar ettiğinizi iddia ediyordu ve bir teslim-tesellüm belgesinden bahsediyordu? Siz birliğinize teslim oldunuz mu olmadınız mı?

Hayır, ben her hangi birliğe teslim edilmedim. Çünkü kaydım yoktu ve kimse bu nedenle beni almak istemiyordu. Çok iyi hatırlıyorum o günü. Sabahtan akşama kadar Tekirdağ ve tüm ilçelerini dolaşmak durumunda kalmıştık. Kimse teslim almaya yanaşmadığı için gece yarısı askerlik şubesine gelmek zorunda kalmıştık. Askerlik şubesi beni nezarete atmak istemiş ve ben bunu engellemiştim. Gerekçem basitti. Ellerinde herhangi bir mahkeme kararı olup olmadığını sormuştum. Çünkü bir Cuma günüydü ve eğer nezarete atılsaydım pazartesi gününe kadar bir infaz yaşanacaktı. Mahkeme kararı olmadan daha doğru tutuklamam için her hangi bir mahkeme kararı olmadan bu işlem yasadışı bir işlem olacaktı. Askerlik şubesi başkanı bir çözüm bulamayınca topu Tekirdağ tümenine attı. Tümenden gelen “getirin onu’’ emri üzerine, elleri kelepçeli ben, muhafızlarım ve bir tim inzibat eşliğinde tümene vardık. Aşağı yukarı aynı sahne tümende de yaşandı. Sonuç olarak beni Batman’dan getiren muhafızlar bir “teslim tesellüm belgesi’’ karşılığı tümene teslim edip gitti. Tümende nezarete atılmadım. Pazartesine kadar subay koğuşunda misafir edildim. Pazartesi yeni birliğin Kırklareli denildi ve evraklarım bana teslim edilerek serbest bırakıldım. Kırklareli yerine ben İstanbu’la döndüm.

Yani beni kimse teslim almadı diyorsunuz!

Evet 

Peki askeri savcının bahsettiği Tekirdağ Askerlik şubesinde tanzim edilen belge hangi döneme ait sayın Işık?

Söz konusu belge 18 Ocak 1993 tarihli. Ben ne bu tarihte ne de başka bir tarihte Tekirdağ Askerlik şubesinde her hangi bir belgenin altına imza atmadım. Belge sahte ve ben bu belgenin ya bir kiriminal labarotuvarda doğrulanmasını ya da bu belgeyi doğrulayacak teslim tesellüm belgesinin mahkemeye ibraz edilmesini ısrarla talep ediyorum. 

Siz iki kere mi firar ettiniz? Yoksa siz 1982’de yaşadığınız ilk firardan mı bahsediyorsunuz?

Askeri savcılığın firar iddiası 1993’le sınırlı. Oysa ben 1982 de firar ettiğimi beyan ediyorum. Neden mahkeme beni 1982 firarından yargılamıyor diye bir soru sorulabilir. Ben de merak ettim ve askeri savcıya sordum. Yanıt söz konusu firar 1999 da çıkan ve kamuoyunda ‘’Rahşan Affı’’ olarak bilinen affın kapsamına alınmış. Yani o firar af edilmiş. Burada bir tuhaflık daha var? Af 1999 da çıkmış ama sadece 1982 firarımı kapsamış 1993 kapsam dışı bırakmış. Her iki suç ve suçlama 1999’dan önce işlendiğine göre (ki iki suç özü itibarıyla aynı) nasıl oluyor da biri kapasam diğeri kapsam dışı kalabiliyor?

Şunu mu demek istiyorsunuz; askeri savcılık aslında olmayan ama olduğu iddia edilen bir evrak işleminden yola çıkarak beni firar etmiş gibi gösteriyor?

Aynen öyle. Olmayan bir suç üretiliyor. Daha doğrusu af kapsamında olması gereken bir suç ısıtılıp önüme çıkarılmış vaziyette.

ANADİLDE SAVUNMA VE VİCDANİ RED

Duruşmalarınızda iki önemli gelişme yaşandı. Vicdani reddinizi açıklayarak askerlik yapmayacağınızı ve savunmalarınızı da ana diliniz olan Kürtçe ile yapacağınızı söylediniz. Askeri yargı bu kararlarınıza nasıl yaklaştı?

Ben bu kararımı daha ilk mahkeme başlamadan bir dilekçeyle askeri mahkemeye bildirmiştim. Mahkeme günü duruşmaya bir tercüman getirtilmeyeceğini bildiğimden, özellikle Kürtçe bilen bir avukata ihtiyaç doğmuştu. Tam burada Kürtçe çevirileri yapan Avukat Hanifi Barış’ın katkılarını minnetle anmalıyım. Duruşma başladığında bana dönük soruları Kürtçe yanıtlamaya başladım. Doğrusu çok şiddetli bir tepki ile karşılaştığımız söylenemez. Ama bu hakkımın kabulu anlamına gelecek tercümanı atamayarak mahkeme geleneksel ret tavrını sürdürdü. Ben konuştum Avukatım sayın Hanifi Barış çeviri yaptı. Hakim “mahkememizce bilinmeyen bir dil’’ nitelemesi yaptı ama Avukatların ısrarlı çabaları sonucu “mahkemenin bilmediği dil’’ kayıtlara Kürtçe olarak geçti.

Bildiğim kadarıyla askeri mahkemelerde vicdani reddini Kürtçe olarak savunan ilk kişisiniz. Diğer vicdani retçilerden ya da organizasyonlardan bu meyanda herhangi bir destek aldınız mı?

İlk kişi olup olmadığımı bilmiyorum. Medyanın yazdıklarına bakılırsa ilk kişi olduğum anlaşılıyor. Diğer vicdanı retçiler ve benzer sorunlar için oluşturulmuş organizasyonlarla ilişkilenme imkânı bulamadım maalesef.  Bu yönde bir çabada bana ulaşmadı. Oldu mu onu da bilmiyorum.

Malumunuz KCK davalarında da anadilde savunma konusunda ciddi tartışmalar yaşanıyor. Kürtler neden ana dilde savunma yapmak istiyor? Türkçe ticaret yapan, Türkçe eğitim gören ve ilginçtir Türkçe yaşayan Kürtlerin Kürtçe savunma yapma arzu ve ısrarını açıklayabilir misiniz?

Aslında bize reva görülen her şey Kürtçenin içinde gerçekleşti. Ama ironiktir Kürtçenin içinde ve Kürt yurdunda başımıza gelenler her nedense Türkçe olarak temsil edildi. Oysa olup bitenlerin ruhunu Türkçe bize anlatamazdı. Türkçenin buna gücü yoktu. Olup bitenleri zamana yaydıkça ve o gerçeklerden kaçtıkça sanki bilinçaltı bir itkiyle Türkçenin ipine sarıldık. Kürtçenin hayat içindeki etkisini, onu ‘’günlük’’ hayatımızın rutininden dışlayarak, biz kendimiz sınırladık. O nedenle ticareti Türkçe yaptık ve aynı nedenle Türkçe eğitimin teslim alıcı etkisini görmezlikten geldik. KCK davalarında Kürtçe savunma doğru ama çok gecikmiş bir hamle. Siyaseti uzun yıllar Türkçe yapanlar, siyaset dili Türkçe olanların Kürtçeye meyil etmeleri elbette alkışlanacak bir duruştur. Kürtçe özgürleşmeden Kürt sorunu çözülemez. Sanrım Kürtçe savunma ısrarını sürdürenler bu basit gerçeği gördü.

Bu bağlamda bölünmüş bir bütünün bütünleşme çabası mıdır anadilde savunma ve bu bütünleşme çabası bölen olur mu?

Dil özgürleşmeden hiçbir topluluk birleşme sorununa bir çözüm bulamadı bugüne kadar. En azından bilinen tarihte böyle bir bütünleşme böyle bir birleşme yok. Bütünleşmenin en güçlü ve etkileyici çimentosu dildir. Kürtler ortak bir dil kullanmadan birleşip bütünleşemezler. Tabi, kolay bir işten söz etmiyoruz. Yapay geliştirilecek bir olgusallıktan söz etmiyoruz. Dil bu! Kendine özgü sosyolojisi, kendine özgü toplumsal ve siyasal koşulların birliğine ihtiyacı var. Ayrıştırıcı olan dil değil hiç kuşkusuz. Ayrıştırıcı olan dökülen kandır. Çok kan döküldü ve korkarım artık geriye dönüş mümkün değil.

Siyaseti öğrendi Kürtler dediniz biraz önce. Kürt siyaseti siyaset geliştirebiliyorsa kanın durmaması ya da geriye dönüşün ‘imkansızlığı’nı anlamak gerekecek. Ne dersiniz?

Her şey gibi Kürt siyaseti de dönüşüyor elbette. Herkes gibi Kürt siyaseti kendi deneyimlerinden öğreniyor, bu açık. Ama Kürt siyaseti silahlı savaşa hala bir çözüm bulmuş değil. Silahlı savaş ile silahlı tehdit arasındaki o büyük yönelim ve siyaseti uluslararası siyasetin merkezine taşıma imkanını görebilmiş değil. Terörizm etiketiyle Kürt sorununu ambalajlamış olan devlete hala yaratıcı bir yanıt oluşturulamadı. Açık silahlı savaş artık Kürt sorununun çözümünde olumlu rol oynamıyor. Çünkü Kürtler rüştünü ispatladı ve silahın gölgesine ihtiyaç duymadan da devleti geriletmenin mümkün olduğunu pratik olarak deneyimledi. Silahlı savaşı sürdürenlerin nesnel durumu sadece devlet karşıtlığına işaret etmiyor artık. Bu durum galiba kontrol edemediği Kürtlere güvensizliği de ifade ediyor. Nitekim KCK yapılanmasını başka türlü izah etmek mümkün değil. Sonuç olarak kan dökülmeye devam ederse Kürtler sadece Türklerle ayrışmayacak, bir büyük ayrışma Kürtler arasında da kaçınılmaz olarak yaşanacak.

Burada söylediklerinizi bir başka zamana bırakmak gerekecek zira geniş bir zamana ve tartışmaya ihtiyaç duyuyor gibi. Sizin tutuklu bulunduğunuz süre içerisinde yaşadıklarınız Türkiye’de yaşanan güncel gelişmelerden kopuk olmadı. Kürtçe savunma yaptınız. 12 Eylül’ün yargılanmasını istediniz. Yeni anayasadan bahsettiniz. Hatta açlık grevine de gittiniz. Şu an cezaevlerinde 44. Gününe giren açlık grevleri var ve kritik noktayı geçti. Siz neden açlık grevine gittiniz?

Sorunların niteliği içerde de dışarıda da aynı. İçerde olduğunuz için problemler dönüşmüyor maalesef. Dolayısıyla içerdeyken dışarıyı yaşamanız öyle şaşırtıcı bir şey değil. Ben KCK tutuklularından farklı olarak daha reel sorunlar için sınırlı bir açıklık grevi girişimi yaşadım. Cezaevinin kurumsal eksiklikleri ve benim tutuklu bir insan olarak ihtiyaçlarım yeterince giderilemediği için bu baskı aracına baş vurmak zorunda kalmıştım. Cezaevi yönetimine 8 maddelik bir talepler dilekçesi yazmıştım. Bu talepler yerine getirilmediği için beş günlük açık grevi eylemi başlattım. Nitekim üçüncü günde uzlaşma sağlandı ve ben eylemi sonlandırdım.

Dilerim kritik eşiğe varan açlık grevlerinde de bir hal çaresi bulunur. Siz Taraf gazetesinin köşe yazarısınız. Kürtsünüz, Kürtçe yazıyorsunuz aynı zamanda. Yazarı olduğunuz gazetenin sizi yeterince desteklemediğine dair eleştiriler oldu. Gazetenizin ve kısıtlı imkanlarla yayın hayatını sürdüren Kürt basınının davanıza ilişkin tavır ve tutumu hakkında neler söylemek istersiniz?

Aslında bu soruya muhatap olmak istemezdim. Doğrusunu söylemek gerekirse ben hayatımı savunuyorum ve bu yanıyla da kimseden bir şeyler talep edecek konumda değilim. Eleştiriler haklıdır/haksızdır tasnifine girmeyeceğim. Bunu yapmak yerine ben bana katkısı olan herkese buradan minnettarlığımı ifade etmeyi daha anlamlı buluyorum. Başta Sayın Fehim Işıka, Sayın Fuat Önen’e Sayın Mehmet Celal Baykara’ya, Sayın Hanifi Barış’a Sayın Duygu Yorulmaz’a Sayın Hamid Omeri’ye, Sayın Hesenê Dewrêş’e Sayın Ferzan Şêr’e, Sayın Ronahi Önen’e, Sayın Hatice Karakaş’a ve yazılarıyla bana güç veren Sayın Orhan Miroğlu’na, Sayın Sezin Öney’ e, Sayın Ferhat Kentel’e Sayın Tanıl Bora’ya Sayın Haluk Çetin’e, Sayın İbrahim Güçlü'ye, Sayın Siracettin Kırıcı'ya, Diyarbekir Kürt Yazarlar Derneği’ne, Sayın Fırat Ceweri’ye, Kejê Bêmal'a ve sayfalarını bana açan başta ilkehaber.com’a, Nûçe TV'ye, Denge TV'ye, DİHA'ya, Bianet.com’a Evrensel Gazetesi’ne, Radikal Gazetesi’ne,Taraf Gazetesi’ne, Nûçexane’ye Diyarname’ye, Amerikanın Sesi Radyosu'na. Bu arada adını anamadığım kişi ve kurumlara minnet ve şükranlarını iletmeyi bir borç bilirim. 

Son olarak siz tahliye oldunuz ama henüz askerlik yapmadınız? Askerlik yapacak mısınız? Sizi neler bekliyor?

Mahkeme henüz sonuçlanmadı. Kaldı ki sonuçlansa bile bana verilecek ceza, infaz indirimlerinden sonra altı ay yirmi gündür. Ben dört buçuk ay yattım zaten. Tutukluluk hali bir tedbir olmaktan çıkmış ve infaza dönüşmüştü. Verilecek kararı temyiz edeceğim düşüncesi hesaba katıldığında beni tahliye etmek zorunda kaldılar. Ama bu durum benim için bir çözüm değil. Çünkü askeri ‘’kişiliğim’’ sonlanmadı. O nedenle aynı şeyleri yeni baştan yaşamak zorunda kalacağım. 1 Kasım’da Kırklareli’ne gidip askerlik yapmayacağımı tekrar beyan edeceğim. Bu bir suç olduğu için beni askeri mahkemeye sevk edecekler. Askeri mahkemede vicdani ret’i bir kez daha ana dilim de açıklayacağım ve mahkeme beni tutuklayıp cezaevine gönderecek. Kısaca olacaklar bundan ibarettir.

Kaynak: Haber Kaynağı
  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
ÖNE ÇIKANLAR
Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 261 34 89