İşte o söyleşi...
AKP’nin seçim başarısı neden kamuoyunu şok etti? 12 yıllık yıpranmış iktidarın tek başına hükümet olamadığı bir seçimin hemen ardından yüzde 9’luk oy artışı mucizesi nasıl açıklanır?
Kamuoyunun bir kısmını şoke ettiğini söyleyebiliriz. Toplumun tespit, tavrı, desteği ve beklentisi konusunda ne kadar iki uçta kutuplaştığını gösteren bir tablo var karşımızda. Büyük bir AK Parti başarısıdır. 13 yıldan sonra bu yüksek oy oranına ulaşması hafife alınacak bir durum değildir. Günlerdir gazeteciler bunu izah etmeye çalışıyor, herhalde en önemli faktörlerden birisi siyasi istikrar faktörü. Türkiye kötü koalisyon deneyimleri yaşamış bir ülke. Uzlaşma kültürü çok zayıf olan bir diyar burası. Kurulabilecek hükümete dair umut beslendi, olmadı. Bunun olmamasının, AK Parti’yi yüzde 43-44 oranıyla yeniden iktidara getirmesi de beklen bir şeydi. En azından kıyısına yaklaştırması bekleniyordu. Yüzde 40’a düşmüş yıpranmış bir siyasi parti, istikrar endişesiyle muhafazakâr seçmenden oy alacaktı, bu beklenen bir durumdu. Bunun ötesine geçmesi sadece istikrarla açıklanamaz. Benim tespitim biraz varsayımsal, biraz da sosyolojik olacak. Ben şöyle düşünüyorum: Türkiye’de son dönemlerde oylar çok kemikleşti ve kimlikleşti. Bölgede yaşayan Kürd seçmenin çok küçük bir kısmında bir seyyaliyet var. Diğeri konsolide olmuş bir oya işaret ediyor. CHP, zaten bunun bir aynasıdır. 24-25 olarak gidiyor. MHP, AK Parti, Saadet Partisi gibi sağ muhafazakâr partilerde bir geçiş var. O zaman muhafazakâr kesim bütün desteğini, seferberliğini AK Parti’ye yöneltti. Yani Saadet Partisi’nin de, MHP’nin de Büyük Birlik Partisi’nin de aldığı oylar son derece azaldı. Seçmenlerin bir kısmını AK Parti’ye verdiler. Bu da açıklamak için yeterli değildir. Geçen seçimlerde sandığa gitmeyen, AK Parti’ye oy vermek istemeyen AK Parti’liler tekrar AK Parti’ye oy verdiler. O zaman bu kesimler AK Parti ile birlikte belli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar, AK Parti’ye yönelen elin ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bu kazanımlar nedir? Kürdler dışında kalan kesimler, yani dindarlar, muhafazakârlar, sistem dışına tutulan modernistler diğer gruplarla eşitlendiler. Üniversiteleri ele geçirdiler, yargıda güçlendiler, iş dünyasında diğerleri kadar olmasa da öne çıkmaya başladılar. Üniversitedeki engeller önlerinden kalktı. Bu, ilk defa Türkiye’de öteki taraf dediğimiz muhafazakâr kesimin sistemin merkezine gelmesi anlamına geliyor. Bunun iki anlamı vardır, birincisi iktidar kavgasını ifade ediyor. İkincisi de kabul edelim ki kimi mağduriyetlerin de giderilmesini ifade ediyor. Üniversitede başörtüsü yasağı ile bir takım yasakların ortadan kalkması bazı şeyleri beraberinde getirdi. Bunun getirdiği bir eşitlik söz konusu. Ben buna sosyolojik eşitlenme diyorum. Muhafazakâr seçmenin demokrasiye verdiği en büyük anlam budur. Ne basın özgürlüğüdür, ne yargı bağımsızlığıdır, ne kuvvetler ayrılığıdır, o denli mağdur edilmiştir ki, Cumhuriyetin başından bu yana kendisi adına atılmış adımlar ve kendisini diğerleriyle eşitleyen her türlü adımı demokratik ve eşitlikçi bir adım olarak görür. Bu, AK Parti’nin büyük bir başarısıdır. İkinci husus, ekonomidir. Sadece AK Parti’ye mal edilmemesi doğru olan ama onun döneminde olduğu için ona mal edilen bir tablodur. Nedir o? Orta sınıf. Yüzde 22’lerden toplam nüfus içinde yüzde 45’lere ulaşan bir orta sınıftan bahsediyoruz. Orta sınıfın gelirinin arttığı, hizmet tüketme imkânlarının arttığı, banka kredilerinden aldıkları pay arttı, Anadolu sermayesinin küçük pazarlardan hareketle batıyla kurduğu ilişkiler arttı. Bir sınıfsal dönüşüm hareketi gelişmeye başladı. Bu, ekonomik özgüveni ve başarıyı da beraberinde getiriyor. Bu da özellikle muhafazakâr orta sınıfı kastediyor.
Üçüncü boyutta şudur; AK Parti otoriter bir partidir. Tüm otoriter partiler gibi, AK Parti de otoriterdir. Bu otoriterlik yozlaşmayla, yolsuzluk dosyalarıyla, kibirle, siyasetin tahakkümüyle ortaya çıkmaya başladı. Laiklik tartışması bitti ama kamu alanında kim nasıl yaşayacak, içecek mi içmeyecek mi? Bütün bunlara baktığınız zaman AK Parti 2013’ten bu yana büyük bir yıpranma başladı. Bu yıpranma sadece muhalif kesimin AK Parti ve Erdoğan’dan nefret etmesiyle başlamadı, aynı zamanda muhafazakâr kesim içinde de kimi sorunların ortaya çıkmasının da önünü açtı. Bu, yüzde 40’ın açıklamasıdır. AK Parti reformcu, özgürlükçü kimliğini kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda muhafazakârları tatmin eden daha ahlakçı yönünden de, daha eşitlikçi dilinden de kayıplar yaşamaya başladığı zaman burada bir yıpranma söz konusu oldu.
Haziran ve Kasım seçimlerini birlikte değerlendiriyorum. Oy geçişi yok. AK Partili CHP’ye, CHP’li AK Parti’ye oy vermiyor. Kürdler içerisinde taş çatlasa 800-900 bin oy geçişi olmuştur. Bu 900 bin oyun tamamı da AK Parti’ye gitmedi. Elbette HDP’nin muhafazakâr seçmeni AK Parti’ye geçti, ama bu bir patlama olmadı. Bu 900 bin kayıp içerisinde muhtemelen 300 bini oy kullanmayan Kürdlerdir. HDP’li olmayan, ama HDP’ye oy veren insanların kayıpları olarak da değerlendirilebilir. 7 Haziran’da AK Parti’nin seçmeni kendisi kendi partisine bir uyarı verdi. AK Parti’siz iktidar tartışması, HDP’nin ve MHP’nin birleşmesini hayal edenler oldu. AK Parti koalisyonun dışında kalsın diye devam eden anlaşmalar, bazı basın gruplarının ısırgan politikası, Erdoğan’ın onları vesile bularak daha çok ısırması yeni ortaya çıkan kutuplaşma kayıp halinin riskli olduğunu ve uyarı veren seçmenin bu kez kendi alanına sahip çıkarak sandığa kuvvetli bir şekilde gitmesiyle sonuçlandı.
Yaşanan şok iktidar ortağı olamayan yüzde 50’nin şokudur, iktidar olan yüzde 50 şok olmadı mı diyorsunuz?
Hiçbir şekilde! Yüzde 50’nin arzusu budur. Yüzde 50 insan bu adamı seviyor, bu partiyi destekliyor. Her zaman söylüyorum Ak Parti hiçbir siyasi partinin beceremediği demokratik eşitlenmeyi becermiştir. Bunu Kürdler için yapamadı. Biraz daha cesur olabilselerdi veya bir iki nesil sonrasına sahip olabilselerdi bu çözülürdü. Dolayısıyla eşitlenme önemlidir; ekonomik başarı önemlidir. Türkiye’de büyük bir imparatorluğun bakiyesi olan Sünni Müslümanların yeniden ‘biz buradayız’ demesi önemlidir. Bütün bunları temsil eden büyük bir ruhtur. Bir de Mustafa Kemal bir elbise dikti bize, Tayyip Erdoğan o elbiseyi söktü, ters yüz etti yeniden verdi bize. Bunu anlamadığınız zaman yüzde 49’a döndü.
Kürdler 25 yıllık legal siyaset mücadelelerinde en büyük handikap olarak gördükleri seçim barajını geçmelerine rağmen neden bir şok durumu var? Yüzde 11 civarında bir oran neden HDP için başarısızlık olarak algılandı? HDP’den birbiri ile çelişen farklı beklentiler mi vardı?
Yüzde 11’in başarısızlık olduğunu düşünmüyorum. Beklenti çok yüksek olduğu için bir başarısızlık algısı var. HDP eğer Türkiye’de yaşayan Kürdlerin, ya da Kürd sorununu sorun eden Kürdleri temsil eden bir siyasi partiyse bu siyasi parti son 2 seçimde yüzde 7’lerden yüzde 11’lere, 13’lere büyük sıçramalar yaptı. Bunun ayrıntılarını her ne kadar çok bilmesek de çok kuvvetli akan bir ırmağın dar bir yerde ivme kazanıp yeniden akması gibi değerlendirebiliriz. Türkiye’de yaşayan Kürdler şu veya bu derecede bu meseleyi kendilerine daha çok dert etmeye başlayıp, siyasi tavırlarını bu yöne çevirdiler. Bunun özgürlükle de, silahlı mücadeleyle de, çözüm süreciyle de alakası vardır. Büyük bir sıçramadır. Böyle devam ederse Türkiye’de yaşayan Kürdlerin oyları açısından esas olarak HDP’ye yönelme politik ve sosyolojik olarak son derece önemli ve anlamlıdır. HDP’nin ortaya koymuş olduğu iddia nedir? Bu iddia, Kürd hareketinin legal temsilcisi olmakla sınırlı mıdır? Yoksa kendilerinin de bunu da içeren bir Türkiye partisi olma iddiası mıdır? Türkiye partisi olmasının bazı gerekleri vardır. Türkiye partisi olmak için daha kitle partisi olmayı gerektiriyor. Bu da birbirinden çelişkili, zıt fikirlerin olduğu bir havuz gibidir. Orada ulusalcılar, liberaller, solcular da olur. Bu açıdan baktığınız zaman HDP başarılı olamadı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sergilemiş olduğu alternatif muhalefet olma, Türkiye partisi olma, Erdoğan ve AK Parti’nin iddiaları karşısında ana engel olma çabasının bir sonraki seçimde de bir sonraki seçimde de başarılı götürdüğü ama bu seçimde ciddi dönüşler yaşandığını görüyoruz. Bunun birçok nedeni var. Bu nedenlerden birisi Türkiye’deki şiddet ortamıdır. Yani Suruç olayından bu yana başlayan gerginliklerdir, çatışmalardır. Pek çok ilçede sokağa çıkma yasakları olduğu, özyönetim ilanlarının olduğu yerlerde yaşanan sıkıntılar, dağda ve şehir içinde çatışmaların olması, bu çatışmaların sivil halkta karşılık bulması gibi etkenler var, Kürdlerin bunlardan duyduğu kaygılar var. Kürd hareketinin 7 Haziran’dan sonra yaptığı açıklamalarla, çıkışlarla biraz HDP’nin hareket alanını sınırlaması ve belirlemesi…
Kandil’in HDP’nin alanını daralttığı; hem şiddeti bulaştırması bakımından hem de 7 Haziran sonrası alınan sonuçlara dair Demirtaş şahsında sarfedilem ifadeler çok tartışıldı. 1 Kasım’da alınan sonuca ise aynı merkez, aynı taraf “biraz daha zorlansaydı daha iyi sonuç alabilirdi” şeklinde bir açıklama yaptı. Kandil’in HDP’yle net olarak bir konumlandırma sorunu yaşadığına dair çok fazla yorum yapıldı. Katılır mısınız?
Ben bu şekilde formüle etmem. Yani Kandil’in kendisine yer bulamaması değildir. Ama şöyle bir çelişki var: Bir siyasi hareketseniz, siyasi hareketinizin yıllarca taşıyıcısı olmuş silahlı bir cephe var. Bir dönem geliyor, o dönemde silah kadar önemli bir araç daha var, o da parlamenter siyasettir. Parlamenter siyaset önce çok küçük, daha çok farklı biçimler alabilen bir siyasetken, bir anda büyük bir potansiyel oldu. Türkiye’nin iç sıkışıklıklarından dolayı Kürd meselesinin daha çok hazzedilmesinden dolayı vs. Böyle bir durum ortaya çıktığı zaman şiddet, silah ya da örgüt faaliyetleriyle bunun yasal parlamenter faaliyetlerinin birlikte kullanılması çok kolay bir şey değildir. 7 Haziran o kadar büyük bir başarıydı ki, psikolojik olarak CHP’den daha kuvvetlidir. Oy oranı daha düşük olabilir, ama temsil oranı daha büyüktür.
Dikkat ederseniz iki tür çelişki ortaya çıktı. Birincisi HDP, koalisyon görüşmelerinde üç diğer parti tarafından dışlandı, dikkat bile alınmadı, yok sayıldı. Sadece MHP bunu yapmadı AK Parti de bunu yaptı, CHP de bunu yaptı. AK Parti’nin işine geldi zaten istemiyorum demişti. Dolayısıyla zaten HDP, bu üç parti tarafından birlikte hükümet kurulmaz, meclise sokulamaz bir yapı olarak telaki edildi. Bunun seçmen nezdinde etkisi olduğunu varsayarak değerlendirebiliriz. Diğer taraftan bir de şöyle bir şey var: Bu siyaset aracıyla örgütün silah ya da diğer araçları yan yana gelip siyaset reyonunda galebe çaldığı zaman Kandil hatırlatmalar yaptı. Ben ilk günden itibaren böyle okudum. Buranın bir Kürd hareketi alanı olduğunu, HDP’nin bir özgün alanının kendi başına tanımlanmadığını çeşitli biçimlerde hatırlattı. Oyların mesela Kürd oylarından teşekkül ettiğini ve reaktif oylar olmadığını ilk Kandil söyledi. Daha sonra bu seçim sonuçlarının nasıl yorumlanacağı değil, HDP’nin nasıl davranması gerektiğine dair. Kamuoyunda tartışmalar oldu. Bunlar şaşırtıcıydı. Bu tür tartışmaların kamuoyunda olmasına gerek yoktur. Aralarında iletişim var ve birbirlerine söylerler. Demek ki bunun söylenme ihtiyacını Kandil hissetti. HDP, yüzde 100 iki ayrı noktanın ortasında kaldı.
Neden?
Devletin ve Kandil’in HDP’ye aşık olmadığı belli. Ama Kandil’den gelen bu tutum biraz Kürd iç politikasının yeniden tanzim edileceği tartışmalarını getiriyor. Rojava’da yaşanan yeni duruma HDP’nin tavır alması beklendi ve istendi. Türkiye’nin milli sınırları dışarısındaki bir toprak parçasıyla ilgili ortalama Türkiyelinin bir çıkarını koruması söz konusudur. Ortalama bir Türk söz konusu olduğu zaman bu algı anlaşılabilir. Yani Kandil işi yapardı, HDP daha farklı davranabilirdi. Bunun dışında kalmadan bunun gereklerini daha farklı içinden anlatırdı. Benzer bir şekilde hemen seçimlerden sonra bu fiili özerklik daveti, çok makul değildi. Tartışılır. Arkasından da hendekler kazıldı, bunun sonucunda ne olacaktı? Güvenlik güçleri gelecekti, geldi. Önce HDP “silahlarla bu iş olmaz” gibi birkaç çıkış yaptı, sonunda Kürd hareketinin ana politikasını destekleme noktasına geldi. İki formül kullandı. “AK Parti eşittir IŞİD”, ikincisi “Güneydoğu’da yaşananlar AK Parti’nin politikalarıdır” dedi. AK Parti katliam yapmıyor demek ya da IŞİD’le ilişkili değil anlamına gelmez ama formülü böyle kullandığınız zaman başka bir dilin aracı olmuş oluyorsunuz. Bunlar böyle olmasaydı AK Parti bu kadar oy alamazdı. Yani HDP, yüzde 16’ları zorlardı. HDP, bu koşulları karşı karşıya kalmasaydı, 7 Haziran öncesindeki dilini biraz daha yumuşatsaydı Türkiye’nin yepyeni bir partisi olacaktı. Demek ki ne Türkiye, ne de Kürd hareketi buna hazır değil.
Seçim sonuçları Kürd siyasetinde nasıl bir sonuç yaratır? HDP’nin iç dengelerinde ve legal siyasetteki pozisyonunda bir değişiklik yaşanır mı?
Geri dönülmez bazı şeyler vardır. Nasıl Kürd sorunu ortadan kalkmayacak bir sorunsa, geri dönülmez hususlar da Kürd hareketinin kullandığı araçlardır. O araçlardan bir tanesi zora karşı zor kullanmak. İkincisi de meşruiyet alanını geliştirip siyaset üstünden mücadele etmektir. HDP, DBP ya da başka bir parti bundan böyle Türkiye’de varlığını koruyacaktır. İster yüzde 6, ister yüzde 10 isterse yüzde 15 olsun. Mesele sadece siyaset aracı değildir. Seçimlerden epey önce Kürd sorununun çözüm eksenleriyle şimdi karşımıza çıkan eksenlerde bir eksen var. Şöyle söyleyeyim size: Çözüm Süreci, milli sınırları varsayan bir süreçti. Artık milli sınırlar içerisinde bir Kürd sorunu tanımı yapmak mümkün değildir. Yani Rojava-Tel Abyad’la birlikte Kobanê; Kamışlo ve Cizire birleştikten sonra oradaki Kürd tahayyülü çok büyük bir enerji kazanıp, en az Türkiye’deki mücadele kadar oraları önemsedikçe buradan geri adım atılmadıkça, Türkiye ölüm neticesinde bir tehlikedir. Milli sınırlarda getireceğimiz çözüm paketi tek başına yetmiyor. İkincisi bu çok uzun bir süredir örgütün dile getirdiği devrimci halk savaşı gibi açıklamaların benim gibi tek bir açıklaması var: Siyasi egemenlik var!
AKP nasıl bir rota izleyecek? İç ve dış dinamiklerin eleştirilerini, endişelerini dikkate alacak mı? Kürd meselesine nasıl yaklaşacak?
Kürd meselesine eskisi gibi yaklaşmayacağı çok açıktır. Ama Rojava ile ilgili Türkiye’nin tanımı bellidir. Fırat’ın batısıyla ilgili tam bir güvenlik almış durumda. ABD ile de anlaşmış durumda. PKK ve PYD ile arasında mesafenin açılmasını bekliyor ama bunun mümkün olmadığını görüyorlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti, toprakları içerisinde fiili özerklikte, örgütün devletimsi, yarı devletimsi fonksiyonlar uygulaması. Kendi mahkemelerini kuruyorlar, vergi alıyorlar. Bunlar çok önemsenmeyen şeyler iken, bugün yapılan operasyonlar derinleştikçe bu dokunun güçlü olduğu ve bu doku sürdükçe devletin adım atamayacağı şeklinde bir kanaat oluştu. Sadece AK Parti değil, yeni devlet bürokrasisi de bundan rahatsız. Burada Öcalan’a ihtiyaç var.
Hükümet bir yandan operasyonların devam edeceğini söylerken, diğer taraftan nasıl bir çözüm modeli geliştirebilir ki? Hükümetin bilmediğimiz yeni bir modeli mi var? Öcalan ve HDP bu yeni süreçte nasıl roller üstlenebilir? Ateş altına alınan bir Kandil’e rağmen çözüm süreci devam edebilir mi?
O tür işlerde aktörler çok esnek ve agresiftir. Her iki tarafın onurları vardır. Oraya dokunmadıkça devletin de Kürdlerin de varoluş iddialarına dokunmadıkça anlaşılabilir. Devletin yeni bir siyaseti olduğunun kanaatinde değilim. Tam tersine büyük bir siyasetsizlik ve modelsizlik içerisindedir. Başından beri, yani Kobanê olaylarında 50 kişinin hayatını kaybetmesinden beri bu durum sürüyor. O günden beri karşılıklı bir savaş hali var. Öcalan’ın bunu bilmediği, bunu ön görmediği düşünülebilir mi? Ya da savaşa hazır olun imalarında bulunmadığı düşünülemez. Kobanê olaylarından sonra devletin ortaya koyduğu öncüller bugün devam ediyor, hiçbir şey değişmedi. ‘Kamu güvenliği ya da kamu düzeni talebiyle son terörist gidene kadar’ demek arasında bir fark yoktur. Burada büyük bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. Kaç kez başbakanla görüştüğümde rahat olun ifadesini kullandığını bilirim. Bir yöntem bulunacaktır ama henüz değil. Nisan’dan sonra görüşme olmadı, evet Kasım ayı Şubat sonunda yaşanan gerginlikleri unutmayalım. Dolmabahçe toplantısı oldu, bunun neden olduğunu ve o metinde ne yazıldığını, öyle bir toplantı olmamalıydı da oldu mu gibi gelişmeleri bilmiyoruz. Herkes bunu başka türlü açıklıyor. O bir mutabakatsa mutabakatın ertesi günü Kandil’in ve HDP’nin açıklamalarını hatırlayın “bunlarla işbirliği mi” yapılır şeklinde müthiş bir güvensizlik ifadesi kullanılıyordu. O mutabakata sevinme yerine, daha çok AK Parti’ye meydan okuma şeklinde yorumlandı. O dönemde şunun kabul edilmesi gerekiyordu: Çözüm Süreci dinamiklerinin erimeye başladığının, olanakların dibe doğru inmeye başladığı bir dönemdi.
Şimdi bu karışıklık bitti mi?
Tam tersine bu karışıklık derinleşmiş, çatışmaya dönmüş bir şekilde devam ediyor. İki büyük paradigma var. Devletin ve Kürdlerin paradigması. Farklı paradigmalar, farklı olduklarını bildikleri halde konuştular. Fakat öyle bir yer geldi ki bu paradigma farklılığı patladı. Önce Kobanê, sonra mutabakatta patladı, ardından savaş başladı. Seçimler de bitti. Böyle bir ortamda bir savaş var.
Devlet açısından ne olacak?
Devlet Öcalan’ın hazır olduğu bir zamanda devreye girmek istiyor. Öcalan ‘durun savaşmayın’ dese savaş bitecek.
Niye konuşmuyor?
Muhtemelen bu yüzden konuşmuyor. O da bekliyor ki şu tortu dibe doğru insin, su biraz berraklaşsın. Her savaşın sonunda bir barış evresi başlar. Biraz daha beklememiz lazım. Nasıl bir çatışmasızlık evresine girdiğimizi bilmiyoruz ama şu veya bu şekilde devlet fırsatları kullanamadı. Örneğin ateşkesin Kürd hareketinin bölgedeki sivil dokusunun tahkimatı olarak algıladı, o yüzden operasyonlara devam ediyor. Yani oradan geri çekilmelerini bekliyor. Şu anda görüşmeler yapılıyor, bildiğim kadarıyla en üst düzey aracılarla bilgiler getirilip götürülüyor. Örgüt biz çekiliyoruz der, yerel yönetimler reformunu devreye sokuyoruz der devlet, böyle bir formül getirilebilir. Bunlara hangi ortamda, hangi koşullarla geleceğimizi bilmiyoruz. Devletin de, örgütün de bildiğini sanmıyorum. Örgütün ortaya koyduğu iddialarla devletle müzakere edilmesini bilmesi gerekiyor. Örgütün devlete boyun eğdirmesi de, devletin örgüte boyun eğdirmesi de çok kolay değil. Siyasi egemenlik meselesi bir fiili durum, bir çatışma meselesi yakında bir barış meselesi haline gelecektir. Şu an için bir gelişmenin olacağını sanmıyorum.
AKP yeni dönemde eski Suriye siyasetini gözden geçirmeyi düşünür mü? Rojava’da Kürdlere karşı agresif siyaset, içerideki operasyonların bir uzantısı olarak mı algılanmalı? Yoksa Rojava ile Kuzey Kürdistan’da iki farklı süreç ve siyaset olarak mı algılanmalı? Rojava’da YGP’ye karşı saldırgan bir tavır sürerken, içeride Çözüm Süreci’ne dönülebilir mi? Yoksa Kürdleri zorlama siyaseti mi yürütülüyor?
Zorlama siyaseti kelimesi nereye oturur bilmiyorum ama verilen açıklamalarda ve brifinglerden devleti biliyoruz. Özellikle Rojava’da oluşan doku Türkiye’nin Kürd meselesini tanımlayan bir yapıdır. Birbirini tarif eden bir yapıdır. İran’ın işin içinde olduğu, PKK ile anlaşmaların olduğu, Türkiye’deki özyönetim ilanlarının, Türkiye’deki istikrarı bozma niyeti taşıdığı gibi bir telaki var. Oradaki yapılanmayla Türkiye’deki çatışmalar devlet tarafından bütün olarak görülüyor. Ayrıca Türkiye’nin Suriye politikası değişir mi? Suriye politikasının temel olarak değişeceği kanısında değilim. Suriye’de bir PKK devletinin riski, yani PYD devletine itiraz yok ama PKK devletinin oluşumu olarak algılanıyor ve bunun doğal olarak Türkiye’nin Kürdleriyle ilişkilendiriyor. İkincisi IŞİD’tir. Türkiye’nin IŞİD meselesine karşı olmasının en büyük noktası göçmen tahrikidir. IŞİD şu anda en büyük nüfus yoğunluğunun bulunduğu Mare ve Hesekê hattını geçerse 4 milyon insanın bulunduğu bir yerdir. Oradan gelecek bir göç dalgası kabul edilemez bir dalga olur ve çok ciddi bir güvenlik meselesi olarak görülüyor. Yoksa IŞİD’le Türkiye arasında doğrudan bir çatışma ortada yok. Ankara katliamı, IŞİD’in Kürdlere karşı bir saldırısı olarak okunursa bu daha doğru bir okuma olur. Bunun içerisinde kim var, kim yok bu başka bir tartışmadır. Örneğin AK Parti’nin Ankara mitinginde bir olay olmadı. Dolayısıyla bunun böyle okunması gerekiyor. IŞİD, çatışırken, Türkiye’yi de vurmaya çalışıyor. Yaptığı eylemleri üstlenmeyerek ortada bırakıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bu iki politikasının Suriye’de çok kısa vadede değişebileceğini sanmıyorum. Bunun değişme imkanı şöyle olabilirdi: Rojava bu kadar keskinleşmeseydi çözüm süreci çok kolay yürürdü. Türkiye PYD’ye yaklaşabilirdi ama PYD’nin PKK ile mesafe açması koşulu öne sürülecekti. Bu gerçekçi bir istek değildir tabi ki.
Seçim sonuçları Türkiye’nin Güney Kürdistan siyasetinde revizyona yol açabilir mi? Dışişleri Bakanı Siniroğlu’nun seçim sonrası ilk ziyareti Erbil’e oldu. Musul operasyonu, Rakka, Şia mihveri, İran’ın yayılmacı siyaseti, Rusya’nın bölgeye gelişi vs. Türkiye kimlerle nasıl hareket eder bu yeni konjonktürde?
Türkiye için çok açık ifade etmese bile bölgedeki en büyük tehlike İran’dır, İran’ın yayılmacı politikalarıdır. Bir IŞİD yetkilisinin resmi bir açıklamasına göre IŞİD’in büyümesi İran operasyonu olarak değerlendiriliyor. İran’ın PKK ile de yapmış olduğu anlaşmaların altı çok çiziliyor. Dolayısıyla İran’ın Suriye’deki Esad Rejimi’ni tam sahiplenmesini, Rusya’nın da kendi çıkarları için İran’ı tam sahiplenmesi böyle bir zinciri oluşturduğunu ve bu zincirin tam merkezinde İran’ın bulunduğunu görüyorlar. Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri olmakla birlikte bu kampın karşısında bir konumlanma içerisindedir. Bu kampın karşısında bir kere Irak Kürdleri var. Suriye’deki Kürdler ve PKK daha çok ilişkiler kuruyor. Tabi ABD var. KDP ile değişik Kürd hareketleri arasındaki gerginlik ve sorunlar var ve çok doğaldır. Kürdlerin yüz yılı zor ve acı doludur. Ancak, 21. yüzyılın ortaları Ortadoğu’da Kürdlerin yüzyılı olacaktır. Dört parçaya ayrılmış en aşağı 3 parçasındaki Kürdlerin arasında son derece organik ilişkiler var. Onların bir vatanları var, bu vatanın coğrafi bir yapıdan siyasi bir yapıya dönüp dönmemesi tartışması var. Bunlar ortadan kalkmadığına göre burada kimler taşıyıcıdır, kim kiminle ilişki içindedir, mücadeleleri kadar Türkiye’de Kürd hareketi var, öbür tarafta Barzani var. Bunların arasındaki ilişkiler çok gergin. Barzani, Irak koşulları içerisinde çok yol aldı. Tam meşruiyet kazandı. Demek ki Türkiye’nin pozisyonunun çok değişeceğini bu konuda sanmıyorum.
Başkanlık, yeni rejim, yeni anayasa tartışmaları konusunda ne ile karşılaşacağız? Erdoğan bir süre geri çekilir mi? AKP içinde bir sorun beklenebilir mi?
Bu sorunun cevabını bilmiyoruz, tam bir muammadır. Ama yüzde 49’dan sonra kısa vadede böyle bir sorunla karşılaşacağımızı sanmıyorum. Sadece AK Parti’yi desteklemedi insanlar, Tayyip Erdoğan’ı da desteklediler. Bu destekler Erdoğan’ı daha idealist olmaya mı, daha başı buyruk davranmaya mı itecek, bilmiyoruz. Başkanlık meselesine gelince şu anda tamamen devreden çıkmışken tekrar ufukta belirdi. Şu veya bu şekilde MHP’den gelebilecek desteklerle bir başkanlık projesi referandumuna gidilebilir.
Beklentinin MHP’den ziyade HDP’den gelebileceği tartışılmakta…
AK Parti, HDP ile başkanlık konusunda ittifaka gider. Başka konularda gitmez ama bu konuda gider. HDP bu desteği verirse, AK Parti de bu desteği alır. HDP ile yan yana görülmek istemeyebilir ama kim çıkarsa onunla tamamlar. Burada MHP daha yatkın olabilir. Şu aşamada yeni anayasal tartışmalar değildir, fiili ilişkilerin, yani Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki ilişkinin ne şekilde şekilleneceğidir. Başkanlık sistemi tartışmaları hep devrede olacaktır, ancak fiilen şuan için değildir.
Kısa vadede baktığınız zaman Türkiye siyasetinde bir kriz görüyor musunuz? Siyasette bir tıkanma yaşanır mı?
Eğer Cumhurbaşkanı’nın davranışları anayasal tartışmaları tahrik etmezse hayır. En önemli sorunlardan birisi buydu. Bu kendi yetkilerini aşması meselesidir. Kendi yetkilerini daha da aşarsa burada bir sorun çıkabilir. Seçim sonuçlarının krizleri bir süre rafa kaldıracağını düşünüyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.