On üç yıl önce bugün, Türkiye'nin belki de son askeri müdahale tecrübesi olacak olan postmodern bir darbe gerçekleştirildi. 28 Şubat postmodern darbesiyle; MGK'dan çıkan kararlar neticesinde, ülkemizin içine sokulduğu siyasi gerginliklerin artırılması suretiyle dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, ortağı olduğu hükümetten çekilerek istifaya zorlandı.
28 Şubat'tan Önce Ne Oldu?
28 Şubat, yapılan askeri müdahalenin ilk resmi adımı olan MGK kararlarının alındığı tarihti. Ancak sebepleri ve etkileri bakımından öncesi ve sonrasıyla bir bütün oluşturduğu için, bu postmodern darbeye söylemde bir “süreç” ifadesi eklenmişti.
Bu süreci tetikleyen, 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan genel seçimi Refah Partisi'nin kazanması oldu: Bu seçimde Necmettin Erbakan liderliğindeki RP, ülke çapında kazandığı %21 oyla Meclis'e 158 milletvekili sokarak birinci parti oldu ve o andan itibaren 28 Şubat'a giden yol da kendiliğinden açılmış oldu...
TBMM'de en çok milletvekili olan RP ve DYP'nin oluşturduğu 54.Hükümet'in (REFAHYOL) güvenoyu almasıyla Başbakan olan Necmettin Erbakan'ın her adımı böylece ilgiyle izlenmeye de başlanmıştı...
İktidar, henüz koltuğa ısınmadan, adli yıl açılışı konuşmaları hükümete karşı yaklaşımların ilk sinyallerini veriyordu: Yargıtay Başkanı Müfit Utku ve Barolar Birliği başkanı Eralp Özgen, konuşmalarını; “şeriat geliyor” minvalinde yaptılar... Buna ilaveten sivil toplumun önde gelen kuruşlarından TÜSİAD'ın tutumu da farklı değildi; Rahmi Koç ve Sakıp Sabancı, seçimler yapılalı 3 ay olmamışken, ekonominin kötüye gittiğini ileri sürerek erken seçim istediler...
Bu olumsuzluklarla birlikte, Erbakan'a dikkatleri çeken bir husus da İslam dünyasını bir araya getireceği ileri sürülerek oluşturulan ve antiemperyalist bir blok oluşturma gayesi taşıyan D-8 adlı organizasyondu: Ekim ayında D-8 kapsamında bazı Afrika ülkelerini ziyaret eden Erbakan'ın, Libya'da Kaddafi'den işittiği ağır sözler, medyada geniş yer buldu. Kaddafi'nin, Türkiye’nin iç işlerine ve dış politikasına yönelik sert eleştirilerine, başbakanın sessiz kalması, tepki görmüş ve Türkiye'nin şimdiye kadar çizdiği çağdaş imajının zedelenmeye başladığından bahsedilir olmuştu...
Bunların yanında medyada yer bulan “irtica-şeriat-Refah Partisi” haberleri arasında, daha evvel ortalarda pek görünmeyen Aczimendiler birden bire ortaya çıkarak televizyon ve gazetelerde sürekli gündeme gelmeye başladılar... Erbakan'ın, 3 Kasım'da meydana gelen trafik kazası sayesinde ortaya çıkan Susurluk çetesini ciddiye almayarak “fasa fiso” demesi ise bugün daha da belirginleşen “derin devlet” sorununu görmediği ya da görmezden geldiğine yoruldu...
Aralık ayında bu defa da bazı üniversite rektörleri Kemal Gürüz'ün okuduğu bir deklarasyonla hükümete tepki gösterirken Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibi simalar toplumsal bilinçaltında soru işaretleri yaratmaya başladılar...
Ocak ayında Başbakanlık konutunda dini cemaat liderlerine verilen iftar yemeği ise medyada yine menfi rüzgarlar esmesine sebep oldu; ve medyanın da açık yönlendirmesiyle toplumun tansiyonu sürekli yükseltilerek Erbakan, hedef tahtasına yerleştirildi...
Yine Ocak ayında orgeneral rütbesindeki 9 subay, Gölcük'te üç gün süren bir toplantı yaptı ve askerler, irticanın iktidarda olduğunu açıkladılar. Akabinde Sincan Belediyesi'nin her yıl düzenlediği “Kudüs Gecesi;” oku, artık iyice gerilmiş olan yaydan fırlatmıştı...
Balans Ayarıyla Gelen Postmodern Darbe...
4 Şubat 1997 tarihinde Sincan'da 20 tank ve 15 zırhlı araç yürütüldü. AA muhabirinin olay yerine askerlerce çağırılması ve geciken Hürriyet muhabiri için araçların tekrar yürütülmesi sonrasında Genel Kurmay tarafından söz konusu faaliyet, “olağan” diye nitelendirildi. Çevik Bir'in “demokrasiye balans ayarı” olarak yorumladığı bu olayda, topluma verilen mesaj da gayet belirgindi: Medyanın, ekranlardan ve gazetelerden yaptığı yaylım ateşiyle zaten hassaslaşmış olan halk, artık geriye dönülmez bir sürece girildiğini ve ordunun içindeki cuntaların sivil iktidarı “tepelemeye” hazırlandığını anladı...
28 Şubat tarihinde yapılan ve 9 saat süren olağan MGK toplantısında alınan kararlar da bunu teyit edici nitelikteydi. Laikliğin, Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunun sert bir şekilde vurgulandığı bu toplantıda alınan kararlardan bazıları şunlardı: Laiklik için yasaların uygulanması; tarikatlara bağlı okulların denetlenerek MEB'e devredilmesi; 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi (bu sayede imam hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılması;) Kur'an kurslarının denetlenmesi; Tevhid-i Tedrisat'ın uygulanması; tarikatların kapatılması; irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medyanın kontrol altına alınması; kıyafet kanununa riayet edilmesi; kurban derilerinin derneklere verilmemesi; Atatürk aleyhindeki eylemlerin cezalandırılması...
MGK'nun Anayasal bir tavsiye kurulu olmasına rağmen seçilmiş hükümete bu kararları baskıyla uygulatmak istemesi, açıkça bu kararların sıradan birer tavsiye kararı değil, Ordu içindeki BÇG cuntasının doğrudan siyasete müdahalesi olduğunu gösteriyordu. Üstelik -Amerikan Musevi lobisinden JİNSA tarafından laiklik şiltine münasip görülen- dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in 'Postmodern darbe” nitelemesi de niyeti ortaya koyuyordu...
Nihayetinde Başbakan Erbakan, tüm direniş görünümlerine rağmen köşeye sıkıştırıldı ve beş gün sonra "MGK, yasa dayatamaz" dese de kararların altına imzasını attı...
MGK sonrasında Genel Kurmay, 1997 İlkbaharında; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay üyelerini, savcıları, üniversite rektörlerini ve gazetecileri Karargaha çağırarak irtica ve İslami sermaye brifingleri vermeye başladı. Bununla birlikte bazı yüksek rütbeli askerler, hükümeti ve Erbakan'ı hedef alan açıklamalar yapıyor, hatta bazıları açık açık sövüyorlardı. Sivil yargıç ve savcıların askerlerden aldığı brifinglerin bir neticesi olarak RP, ülkeyi iç karışıklığa sürüklediği gerekçesiyle kapatma davasıyla karşılaşırken; yargı, sövgü ve hakaretler için kovuşturmaya gitme gereği hissetmiyordu...
TÜSİAD, KESK, Türk Metal-Sen, TİSK gibi sivil örgütlerin de müdahaleye destek vermesini müteakip zor durumda kalan Erbakan, 18 Haziran'da başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller'e devretmek olduğunu da belirtti. Ancak bu konuda askerden aldığı telkinle hareket ettiği iddia edilen dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Çiller'e vermesi gereken hükümet kurma yetkisini ANAP lideri Mesut Yılmaz'a verecekti. Mesut Yılmaz da kurduğu 55. Hükümet ile askerlerin istediği kanun ve düzenlemeleri can havliyle göz açıp kapayana kadar yapacaktı...
Erbakan'ın istifasını vermesinden sonra Demirel, Gnkur.Bşk. Org. İsmail Hakkı Karadayı ile görüştü... Görüşmede Orgeneral Karadayı, Demirel'e, "Aylardır ilk kez yüzüm gülüyor," derken daha sonra da İsmet Sezgin'e "Nizamiyeden döndük" diyecekti...
Bin Yıl Sürmeyecek...
28 Şubat'a genel olarak bakıldığında özellikle bugünlerde karşımıza çıkan cunta ve çeteler gibi gayri meşru oluşumların varoluş ortamlarını hazırlayan maddi ve manevi unsurları köklendirdiğini, önemine binaen yineleyebiliriz: Askerler; medyanın, sivil toplum kuruluşlarının, siyasi partilerin, yargı erkinin, hatta TBMM'nin, hükümetin ve Cumhurbaşkanı'nın zorlamayla “hizaya gelebildiğini” görmüşlerdi artık. Bu suretle, yüz yıla yakın bir süre zarfında yönetimi sürekli olarak elde tutmak için kullandıkları hukuksuz yollarla başarıya ulaştıkça ve “yönlendirilmiş” halk da bu gelişmelere tepki göstermedikçe dilediklerini yapmaya kadir olduklarına dair bir kendine güven geliştirmiş oldukları için, seçilmiş iktidarla mücadele ederek ülkeyi diledikleri istikamete çevirmeyi kendileri için bir imtiyaz ve hak olarak görmüşlerdir.
Fakat artık gerek dünya konjonktüründeki değişimler, gerek medyadaki çeşitliliğe paralel gelişen farklı düşünce biçimleri, gerekse de sivil demokrasiye doğru atılan adımlar bunu sonlandıracak niteliktedirler. Giderek aydınlanmaya başlayan halkın; askeri ve bürokratik vesayeti istemediği, buna karşı direndiği, kanun ve yargısal içtihatlardaki çelişkili ve vicdan yoksunu kararlara karşı ataletten sıyrılmaya başladığı bir döneme girmiş bulunmaktayız...
28 Şubat'ın etkisiyle laikliğin daha da militerleştirilerek, özgürlüklerin kısıtlanması, din ve vicdan üstüne baskıların artması gibi etkiler; toplum üzerinde yaratılan korkuyu daha da gözler önüne sermeye başlamıştır. Bugün ortaya çıkartılan bir çok kirli ilişki de toplumu artık rahatsız etmektedir: Örneğin, o dönemde müsteşar olan Yaşar Yazıcıoğlu'nun açıklamalarından öğrenildiği üzere, ABD'nin Türkiye Büyükelçiliği'ne kripto notu çekerek, D-8 hamlesi yapan Erbakan'ın durdurulmasını istediğinden bahsedilmesi ya da Çevik Bir'in, İsrail ve ABD ile ilişkileri gibi bazı bilgiler; artık özgürlüğü ve bağımsızlığı lafta yaşamak istemeyen herkesi bu tür asimetrik metotlardan tiksindirmiştir...
Batı Çalışma Grubu ve ondan sonra türeyen başta Cumhuriyet Çalışma Grubu olmak üzere, ortaya çıkartılan tüm gayri meşru cuntalardan ve bunların akıl almaz planlarından bunalan halk; Anayasa’nın 138’nci maddesinde açıkça, “hiçbir şekilde hakimlere emir ve talimat verilemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunulamayacağı”nı yazmasına rağmen, yargı mensuplarının Genelkurmay’a çağrılarak brifinglere tabi tutulmasını ve yani hukukun siyasallaştırılmasını da tepkiyle karşılar oldu.
Bunların yanısıra vatandaş televizyonlarda sahneye konulan saçma sapan tiyatroyu -sonradan Ergenekon'la bağlantılı çıkacak oyunları- “cambaza bak” aldatmacasıyla hep beraber seyrederken, 28 Şubat süreciyle ülke ekonomisinin uğradığı zararları da yeni yeni görebilmiştir. Ekonominin en azından 50 milyar dolarlık bir zarara uğrayarak üçte bir oranında küçülmüş olmasını, icat edilen yeşil sermaye yalanını, bu dönemde bankaların el değiştirdiğini, banka yolsuzluklarının yaygınlaştığını ve sonucunda 2000-2001 krizleriyle de çok şeyini yitirmiş olduğunu da görmektedir, halk...
Bu nedenle müzmin darbe meraklıları haricinde hiç kimse de artık böylesi süreçleri yaşamak istememekte ve darbeleri, tarihin tozlu raflarına terk etmeyi ümit etmektedir. En kaba haliyle; insanların inançlarına, kıyafetlerine devlet eliyle doğrudan müdahale edilmesi; üniversiteye girmek isteyen öğrencilerin karşısına çıkartılan katsayı eşitsizliği; sistemi ve yozlaşmayı eleştiren gazetecileri, yazarları hedef gösterip işten çıkarılması için patronlarına baskı yapılması gibi arsızlıkları türetmesi, hakkında bu yorumları yapmak için yeterlidir.
Bununla birlikte, ortaya çıkan Susurluk çetesi ve genel anlamda kontrgerilla faaliyetlerinin üstünü örtmesi, bankaların hortumlanması vasıtasıyla, vatandaşın doğrudan güvenliği ve ekmeğiyle oynanması gibi daha reel neticeleri de türeten bir zihniyetin ürünü olan 28 Şubat da, onun mimarları da, destekçileri de; umut etmekteyiz ki, -yazının başında değindiğimiz gibi- son darbe tecrübemizin kalıntıları olarak bir an önce hafızlarımızda tozlanır giderler... Ve umulur ki bin yıl değil, henüz yirmisine varmadan tarihin kara mezarlığında yerlerini alarak yakalarımızdan düşerler...
HaBertaraf
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.