Yıl, 1985 ya da 86’ıydı. Bursa’da, değerli bir arkadaşla oturmuş, sohbet ediyorduk. Unutamadığım şöyle bir anekdot aktarmıştı: “Geçenlerde yanıma Rabıtacı bir gurup geldi. Kısa bir tanışmadan sonra, başladılar İran ve Şia mezhebi aleyhinde konuşmaya. Dindışılıktan sapıklığa kadar, yaftanın her türlüsünü yapıştırdılar. Nihayet, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat adına işbirliği teklifinde bulundular. Sabırda hayli zorlanmıştım; yine de nezaketimi korudum ve özetle, ‘La İlahe İllallah diyen hiç bir çevreyle kavgam olamaz. Nurlardan aldığım ders, ıslâh ve irşattır. Kur’an’ın ‘Birbirinizle çekişmeyiniz; yoksa çözülür, gücünüzü kaybedersiniz!’1 ayeti, bu konuda ölçümdür.’ diyerek, dikkatlerini zındıkaya çevirdim.
“İlginçtir; Vehhabi tandanslı bu guruptan sonra, araya bir kaç gün girmişti ki, bu sefer bir başkasına muhatap oldum. Bu seferki gurup, Şia’ya mensuptu. Tanışma faslından sonra, onlar da başladılar propagandaya... İran devrimini, devrimin antiemperyalist karakterini, Şia’nın fedakârlığını, Suudi rejiminin Amerikancılığını anlatıp durdular. Siyasi konuşmalarını, ‘Ehl-i Beyt’ ve ‘İmam Ali’ye dair sitayişkâr ifadelerle süslediler; bu mevzudaki ayet ve hadislerle taçlandırdılar(!). Ancak bütün anlatımlarını, ‘Bizimle çalışır mısınız?’ teklifinde özetlediler. Haktan bir parçayı, hakkın tamamı sanan bu mutaassıplara da bir öncekiler gibi tepkim netti; ‘Yanlış adrestesiniz!” diyerek aklıselim ve istikamet uyarısında bulundum.”
Evet, arkadaşın cevabı bu minvaldeydi. Kendisi hayattadır; yazılarımdan da haberdardır. Yanlışım ya da eksiğim varsa, lütfen tashih etsinler. Unutmadan söyleyeyim; arkadaşın ifadesine göre, her iki gurup, petro-dolarların ucunu da göstermişlerdi. Yani Müslümanların servetiyle, ideolojik devşirmecilik. Her ne ise...
Malum, Şia, kendi büyüklerini takdis, mezarlarını ziyaretgâh bilirler. “Behişt-i Zehra”, “Kerbela” ve “Necef”e atfettiği Kâbe hürmeti, bunun ispatıdır. Vehhabiler ise, aksine, bu itikat ve uygulamayı “şirk” kabul eder; kabir ziyaretini, “ölülerden medet” olarak görür. Biri ifrat, diğeri tefrit... Şia’da türbeler, katedral gibi şatafatlı, Vehhabilerde ise, yerle yeksandır. Haccın devasa gelirinden olmasaydı, Kâbe ve Mescid-i Nebevî’yi de yıkabilirlerdi. İki zıddın kavgası ve cendereye sıkışmış zavallı Müslümanlar... “Sünnetullah” ve “Sünnet-i Resulüllülah”a aykırı icraatlar... İndirilmiş din yerine, uydurulmuş dinin dayatmacılığı...(Bu hususta, bkz. Said-i Nursî, Mektubat(Vehhabiler Bahsi).
Aşırılıklar, İslâm’ın değil, mezhep ve mukallitlerin işidir. Din yerine mezhebi ikame edenler, başkasına değil, kendilerine inanır; kendilerinden olmayanı inkâra, imhaya kalkışır. İslâm, vasat bir dindir; mensupları için de “ümmeten vasata”2(aşırılıklardan uzak ümmet) der. Onun peygamberi, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”3 ayeti için “Beni ihtiyarlattı”4 diye ferman eder. Namazda, asgari 20 defa tekrarlanan “Bizi dosdoğru yola ilet!”5 itidal ve istikamete emreder. Keza “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır”6 hükmü, bu husustaki yol göstericilerdendir. İstikamet vasat, vasat istikamettir. İslâm’ın mihveri ve hareket çizgisi, bu iki kavramdır. Bunlara bina edilmeyen her iş, bidattir, sapkınlıktır. Mezarları takdis de, onları tahrip de bu kabildendir.
27 Mayısçılar, Vehhabi değildiler, ancak Said-i Nursî’nin mezarını yıkmaları, Vehhabice bir uygulamaydı. Naaşını hırsızlamaları ise, vahşiyane... Ya 57 yıldır kayıplarda tutulmasına ne demeli? İşte o, tarihin de, insanlığından yüzüne çalınmış kapkara bir lekedir. Bu lekenin sahipleri kadar, hâmileri de, nemelazımcıları da suçludurlar; aynı günahın şerikidirler.
Peki, Nurcular bu işin neresinde? İşte işin can alıcı noktası...
O Nurcular ki, bir taraftan Üstad için, “Mehdi-i Ahirzamandır”, “Müceddid-i Ekberdir”, “Müçtehid-i Azamdır” derler, diğer taraftan ise, bu iddialarını yekten yok sayan bir sahte “vasiyetname”ye sarılırlar. Zira ki, bu vasiyetnamenin(!) özünü teşkil eden “Kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor.”7 cümlesinin gerekçesi, “Risale-i Nur'daki azamî ihlası kırmamak”8 ifadesidir. Peki, sormazlar mı, onun imanî ve Kur’anî davası yerine, ha bire şahsını nazara vermek; “Son Şahitlerin” ağzından ciltlerle methiye, menkıbe ve kerametleri nisbet etmek, bu “azami ihlâs”a münafi değil midir? (Nasip olursa, bir başka yazıda, söz konusu vasiyetnameyi mercek altına alıp sahteliğini satır-satır çözümleyeceğim).
Evet, genelleme yapmıyorum, ama Nurculardan öyleleri var ki, hâlâ –inadına– 27 Mayısçıların yanında yer alırlar. FETO’cu darbeyi reddederlerken, 27 Mayıs darbecilerini kayırırlar. Çünkü sözkonusu vasiyetname, bir kayırma ve aklama belgesidir. Öte yandan, Üstad’ın mezarına indirilen balyozlara haklılık, kaçırılıp kaybettirilen naaşına meşruiyet kılıfı mahiyetindedir. İster bizzat, ister bilvesile olsun, sonuç değişmez. “Tahkik” ve “gavvaslık”a davet edilen bir kitlenin “taklit” ve “sathilik”e sarılması affedilemez. “Kitap” dururken, “Uydum abilere” demek, Nur talebelerinin şiarı olmamalıdır. Hele de, “Üstad zaten mezarının bilinmesini istemiyordu; darbeciler buna vesile oldu!” zırvaları, akla ziyan bir saçmalıktır. Dahası, “Zalimler zulmettiler ama Üstad’ın kerameti de açığa çıktı!” söylemleri, tam bir zihniyet tefessühüdür; binler teessüf diyorum.
Bilindiği gibi, yakın tarihte(12 Temmuz) Urfa Barosu bir basın açıklamasıyla yetkililere bir çağrı yaptı: Özetle, “Said-i Nursi’nin kayıp naaşını Dergâh’taki mezarına iade ediniz!” dedi. Çağrı, tamamen insanî, İslâmî ve vicdanî hassasiyetlere mebniydi. Devlet, bu açıklamaya müsaade etti; ancak malum vasiyetnameye sığınan ve 57 yıldır “gık”ı çıkmayanlar, birden aslan kesildiler; dişlerini, pençelerini gösterdiler; “Olmaz efendim! Nursi’nin vasiyetnamesi var; ‘mezarım belli olmasın’ demiştir. Siz de kim oluyorsunuz? Vazgeçin bu sevdadan!” dercesine... Maatteessüf, çalınan minareye kılıf dikmek Nurculara kaldı... Sitelerine bakın; hepsinde “istemezük” bağırışları... Öyle ki, Devlet harekete geçse de, bunlar “dur!” diyecek; sahte vasiyetnameleriyle mukabele edeceklerdir.
Kendi adıma, Şanlıurfa Barosu ve iştirakçi sivil kuruluşları tebrik ediyorum. Nurcuların yapamadığını yaptı. Tarih yazdı. Nurculuk adına karşı duranlara ise teessüfler... Onlar da tarihe not düştüler; “zulme devam edilsin” notu... Teslimiyetçi bir duruş... Nursi’nin hayat ve mücadelesi ortadadır; onun imanî ve Kur’anî hizmeti “insan” eksenli olup insanın din ve dünya saadetini hedeflemiştir. Diyeceğimiz, ortada saldırıya uğramış; meçhullere kaçırılmış bir ceset vardır. İster sevgiden, ister insanî hassasiyetlerden olsun, onu sorduranlara saygı duyulmalı, yardımcı olunmalıdır. Engel olmak, tavır koymak, darbecilere tarafgirliktir; yersiz ve yararsız bir aklama çabasıdır. Sorgulayanların adresi bellidir; devlettir ve doğrudur. Peki, ya karşı duranların?!... Madem bu vebale katlanacak kadar cesurdurlar, “varın inadınızla baş başa kalın!” demekten başka diyeceğimiz yok gibidir.
“Vasiyetname yazmak sünnettir” ise, soruyorum, bir İslâm âliminin vasiyetnamesi “Sünnet”e aykırı olabilir mi? Madem olamaz, o halde nedir bu temerrüd? Başta Peygamberimiz olmak üzere, hulefa-i raşidin, eimme-i müctehidin, selef-i salihin ve ulema-i amilininden hiç birinin bu kabil bir vasiyetnamesi var mıdır? Hâşâ! Peki, Üstad ayrı bir din mi ihdas etmiştir? Hâşâ! O halde, Üstad’a revâ görülen bu saçmalık neyin nesidir? Neymiş, “Risale-i Nur'daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum.” Sormazlar mı, bahsi geçen İslâm büyükleri –mezarlarını gizli tutmamalarıyla– ihlâslarını ayakaltına mı aldılar? Bu bir sabotaj olmasın mı? Üstad’a bu saçmalığı reva görenlerin niyeti, onu bütün seleflerine aykırı göstertmekle, gözden düşürtmek istemesinler mi?!
Önemli bir not: Sahte vasiyetname bile müdafilerini nakzediyor. Zira bildirilmek istenilmeyen şey kabrin kendisidir; naaş değildir. Peşinde olunan şey naaştır, mezar bellidir. Mezar, Urfa’dadır; Halilü’r-Rahman Dergâhındadır.
Kürtçe’de bir atasözü vardır; “Kurmê darê ne ji darê be, dar nakeve!” Yani, “Ağacın kurdu kendisinden olmazsa, ağaç yıkılmaz!” Bu söz, meselemiz olan mezar için de geçerlidir. Zira Üstad’ın naaşının –velev ki külleri olsun– ilk yerine, yani Dergâh’a iadesi istenilirken, tepki devletten değil, içerden, yani bir kısım Nurculardan tepkiler gelmektedir. Devlet, “vermezük” demiyor, bunlar “istemezük” diyorlar. Yıllardır hep bu minvaldeyiz. “İstemezük” diyenlerin de yegâne istinat noktaları, bahsi geçen düzmece vasiyetnamedir. Asıl vasiyetname ve iki mütemmim ekine rağmen, Üstad’ın imzasını taşımayan, tashihini de görmeyen bir mektuba sarılmak, “gaflet” diyemiyorum, tam bir “iğfal” ve “dezenformasyon” örneğidir. Öyle ki, hızını alamayan bu iğfalciler, bu mevzuyu dillendirenleri, zındıkaya hizmet(!) etmekle itham edecek kadar da ifrata sapıyorlar.
Yıllardır, “Münafıklar”, “Vehhabiler”, “Dokuzuncu Lem’a”, “Yirmisekizinci Lem’anın yarısı” ve daha nice bahisleri Nurlar’dan çıkartıp gizleyenler, aynı saikle Üstad’ın vefatını fırsat bilerek onun mezarıyla ilgili bir de mevkute hazırladılar. Hâlbuki asıl gizlenmesi gereken “Ebced”li, “Cifir”li mevzulardı. Zira onlar hem esasa dair değildiler, hem de “haslara mahsustur” imzasını taşıyorlardı. Peki, ne oldu? İzharı emredilenler gizlettirildi, “mahremdir” denilenler çarşaf-çarşaf teşhir edildiler. Halen de iki kapak arasında ve sanal âlem de sürümdedirler. Bu “ekall-i kalil” mevzulardan değil midir ki, Üstad, sürekli bir kısım toplum mühendislerinin hedefindedir?
Benden üç maymunu oynamamı isteyenler, beyhude çabalamasınlar. Ben, Kur’an’ın, “summun”, “bukmun”, “umyun”9 dediği kimselerden olamam. Yani sağırlık, dilsizlik ve körlüğü oynayamam. Allah verdiklerinden sorumlu tutar; nankörlük yapamam. Zira bu üç hassaya da sahibim. Zaten “inkâr” dediğimiz şey de “gizlemek” değil midir? Öte yandan, konuyu ha bire etniste zeminine çekenlere de bir-iki sözüm vardır: Beyler, kalbinizdeki marazı “kıyas-ı binnefs” yoluyla başkalarına teşmil etmeyiniz. Boşa kürek çekiyorsunuz; zira “asabiyet-i cahiliye”nin ne olduğunu çok iyi biliyorum. İnancıma muhalefet edemem. Mevzumuz, Said-i Nursî, Şeyh Said, Seyyid Rıza ve Menemen Mazlumu Şeyh Es’ad-ı Erbilî(Hewlêrî)’nin etnik kimliklerini ispat değil, hukuklarıdır. Etnisitelerinden bahis, malumu ilamdır; abesiyetle iştigaldir. Bizimkisi, insanî, İslâmî ve vicdanî saiklerdir.
Hâsılı: Yanlış kapı çalıyorsunuz. Ve bu yanlışlıktandır ki, yıllardır Nursî’nin Kürdlüğünü kurcalayıp duruyorsunuz. Seyyidlik koşuşturmalarınız, bunun en bariz örneğidir. Sadede gelelim!...
Bir-iki söz de devlet yetkililerine: Sayın devlet büyükleri! Bir taraftan Said-i Nursî’nin eserlerine sahiplenerek devlet eliyle bastırmanız, diğer taraftan 8 yılı aşkın süreyle kaldığı Barla’da tasarladığınız yeni imar ve restorasyon çalışmalarıyla bu mahali dinî turizme açma gayretleriniz, öte taraftan onun adıyla okul ve sair müesseseler açtırmanız, açık bir sahiplenmenin göstergesidir. O halde, hiç vakit kaybetmeden adresi sizde olan naaşını da yerine, yani Urfa Halilü’r-Rahman Dergâhı’na tevdi ederek sözkonusu gayretlerinizi taçlandırınız. “Mezar” tartışmalarının çözümü sizdedir ve sadece bir talimatınıza vabestedir. Bu işi “namus borcu” bilenleri, iş başına davet ediyoruz. Unutmayalım; Şeyh Said ve Seyyid Rıza mezarlarını, Said-i Nursî ise naaşını intizar etmektedir; zira onun mezarı bellidir; belirsiz olan bedenidir; külleridir. Vesselâm...
Hülâsa: Nurcular, taklit ve ezbercilikten vazgeçmelidirler; akıl, mantık ve muhakemelerini tekelcilikten kurtarmalıdırlar. Satırlar dururken, sadırlara mahkûm olmamalıdırlar. Madem bu kadar “vasiyetnameci” davranıyorsunuz, hodri meydan, “Medresetü’z-Zehra”yı inşa ediniz. Öyle ya, bu üniversite, onun ifadesiyle “Elli beş senelik gaye-i hayalim”10 dediği bir projesi değil miydi? Yani en büyük vasiyeti...
Üstad’dan 2 anekdot: “Sizden şunu rica ederim ki, mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarıma uğrayınız. O çiçeklerden bir kaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız!”11
“Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki a'zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.”(Said-i Nursî)12
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir
1 El-Enfal, 46
2 El-Bakara, 143
3 El-Hud, 112
4 Tirmizî, Sünen, Tefsir, No: 3293
5 El-Fatiha, 6
6 (Keşfü’l-Hafa, h. 1247)
7 Emirdağ Lahikası, Envar Neşriyat, s. 204
8 age, s. 204
9 El-Bakara, 18
10 Emirdağ Lahikası, Envar Neşriyat, c. 2, s. 109, 224)
11 age, c. 2, s. 111)
12 age, c. 2, s. 201)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.