Son günlerinde Mehmed Uzun ile yapılmış bir söyleşi: 'Ben yasaklı bir dilin yazarıyım…'
“İsmim Mehmed. Soyadım Uzun. Doğum tarihim 01.01.1953. Herkes beni böyle biliyor… ama bunların hiçbiri gerçek değil; benim ismim, Mehmed değil, soyadım, Uzun değil, doğum tarihim bu değil.”*
Siyasi sebeplerle 1977 yılından sonra İsveç’te yaşamak zorunda kalan Mehmet Uzun, Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlandı. Türkiye’de aleyhine açılan birçok dava sonrasında 1981′de vatandaşlığından çıkarıldı. 1992 yılına kadar Türkiye’ye gelemeyen yazar, uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyeliği yaptı. İsveç Pen Kulübü ve Uluslararası Pen Kulüp’te aktif olarak çalışmakla beraber çok sayıda Kürtçe roman yazdı. 2001 yılında Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Geleneksel Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülünü aldı. Aynı yıl “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” adlı romanı ve “Nar Çicekleri” adlı deneme kıtabı ile ilgili olarak yargılandı.
Hayatının son yıllarında yakalandığı mide kanseri ile mücadele ettiği dönemlerde Diyarbakır’a gelen yazar 2007 yılında özlemini çektiği topraklarda sonsuza dek uzandı.
Milliyet Gazetesinden Hasan Cemal’in yazarın Diyarbakır’da tedavi gördüğü süreçte yaptığı söyleşilerden bazı bölümleri aşağıdan okuyabilirsiniz.
DİYARBAKIR
Gayet sakin, sükûnet içinde, her noktasını, her virgülünü koyarak konuşuyor Mehmed Uzun. İç barışını sağlamış insanlara mahsus bir özgüven havası var. O kadar yumuşak bakışlı ki, yüz ifadesi, yüz çizgileri öyle ki, özü sözü bir insan diyorsun.
Zayıflamış, süzülmüş…
‘Mehmed Uzun geçen temmuz ortası Stockholm’den Diyarbakır’a geldiği vakit, ancak bir hafta on gün daha yaşar demişlerdi’ diye anlatıyor Şeyhmus Diken, ‘Donup kalmıştık. Modern Kürt edebiyatının ikinci adamı da, yirminci adamı da yoktu çünkü. Kürt dilini, modern edebiyatımızı dünyaya tanıtan tek edebiyatçımızdı, romancımızdı Mehmed Uzun… Onun için donup kaldık.’
Kanser, midesinden vurmuş.
Belki de uzun sürgün yıllarındaki kahredici çalışmaların acı sonucu… Karısı Zozan başıyla onaylıyor.
İsveç’teki sürgün yıllarından sonra ölmeye gelmemiş kendi topraklarına. ‘Yukarı Mezopotamya’nın şifa kaynağıdır’ diyerek iyileşmeye gelmiş Diyabakır’a.
Hastanenin önünde, Darkapı Meydanı’nda onun için divan kurmuş Deng Bejler. Şeyhmus’un deyişiyle ‘Sözün bitmediği yerden seslenen’ Deng Bejler… Mehmed Uzun bir an önce şifa bulsun diye Kürtçe şarkılar, türküler söylemişler ona, Kürtçe destanlar okumuşlar.
Tıpkı çocukluğundaki gibi.
‘Çocukluğumda Deng Bejler vardı evimize gelen. Onlar, Kürtçe sözlü anlatımın ustalarıydı. Kürt klasik şarkılarını, destanlarını evimizde söylerlerdi.’
Yediği o tokat!
1953 Urfa Siverek doğumlu.
‘Geniş bir aşiret eviydi’ diye anlatıyor, ‘Evde, mahallede Kürtçe konuşurduk. Anadilimdi Kürtçe, konuşma dilim. Ama bana okuma yazma öğreten olmadı. Yıllar sonra 12 Mart’ta(1971) , hapishanede öğrendim Kürtçe okuma yazmayı. 18 yaşındaydım. Musa Anter’le amca oğlum Ferit Uzun öğrettiler. Kürtçeyle ilk ciddi ilişkim böyle başladı.’
O tokadı unutamıyor!
‘Siverek’te ilkokulun birinci günü bir tokat yedim, bugün bile aklımdan çıkmaz. Okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Bir tokat attı İstanbul’lu yedek subay öğretmen, Türkçe konuş diye. Ama Türkçe bilmiyordum ki…’
Amin Maalouf, Lübnanlı yazar, Ölümcül Kimlikler isimli kitabında bir insanın anadiliyle bağını koparmak kadar tehlikeli bir şeyin olmadığını anlatır.
Mehmed Uzun şöyle diyor:
‘Ben de bir tokatla tanıştım Türkçeyle. Benim anadilimle bağım böyle koptu. Eğitim dilinin, kültür dilinin Türkçe olması, Kürtçeyle bağımı kopardı. Dili yasaklamak insanlık suçudur. İnsanı anadilinden koparmak vahşettir. Bir insanı kendi dilinden koparmak, insanın ruhunu, kişiliğini zedeliyor, gelişimini engelliyor. Bence bu Kürtçe yasağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yanlışlarından biriydi.’
Babasını anımsıyor:
‘Altı kardeştik. Kürtçeyle bağımız kopmasın diye babam bize Kürtçe şarkılar söylerdi evimizde. Aile bir ikilem içindeydi. Bir yandan çocuklarının okumasını istiyorlardı. Onlardan esirgenmiş bir şeydi bu. Ama öbür yandan da kendi kültürümüze, dilimize olan bağlılık nasıl devam edecek diye kara kara düşünüyorlardı.’
12 Mart darbesi, 1971.
‘Tutuklandım, Kürtçülükten. 18 yaşındaydım. Duvarlara yazılar yazılmıştı Siverek’te. 28 kişi birlikte Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne gönderildik. Kürtçeyle ilk ciddi tanışmam böyle oldu. Herkes vardı hapishanede. Tarık Ziya Ekinci, Mehmet Emin Bozaslan, Musa Anter, Ferit Uzun…
3 Mart 1972′de tutuklandım. Hem Kürt aydınları, öğrencileri vardı hapiste, hem de Kürt köylüleri ve Kürt ağaları, beyleri, yani eşraftan insanlar vardı, Barzani’ye yardım etmekten dolayı tutuklanan… Aydınlar Türkçe konuşurlardı, eşraf da Kürtçe… Deng Bejler de vardı bizimle içeri atılan… Her lehçeden, yani Kurmanci, Sorani, Zazaca, her lehçeyi konuşan Kürtler vardı. Kürtçenin zenginliğini hapiste böyle tanıdım ilk kez… Sonraki sürgün yıllarımda Kürtçe roman dilimi geliştirmeye başlayınca, Kurmanci’nin başka ağızlarıyla da temasa geldim.’
Sonra Diyarbakır’dan Ankara’ya, Mamak Askeri Cezaevi’ne gönderiliyor. O yıllardan bir acısı var Mehmed Uzun’un, hiç unutamadığı:
Kürtçeye hakaret!
‘Hapishanelerde, mahkemelerde Kürtçeye çok hakaret ediliyordu. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde askeri savcılar, ‘Kürtçe diye bir dil yok! ‘ dedikçe, çok kırılıyordum. Kürtçenin zengin bir dil olduğunu, eski bir dil olduğunu, modern metinlerin de Kürtçeyle yazılabileceğini söylemek, göstermek istiyordum.’
Rızgari dergisinde sorumlu
1976′daki davayı anımsıyor.
Rızgari davasını…
İsmail Beşikçi’nin de imzasız yazı yazdığı Rızgari dergisinde sorumlu yönetmenliği var Mehmed Uzun’un. Derginin siyasal çizgisi, muhalif ve de radikal…
9 ay hapis yatıyor 1976′da.
‘DGM’da askeri savcı, iddianamesinde Kürtçe diye bir dil yok diyordu. Nasıl olur? ‘ diye anlatıyor Mehmed Uzun, ‘Ben bu dille doğdum. Anamla babamla bu dili konuştum. Kürt yok, Kürtçe yok dediklerini duydukça, o kadar kırılıyordum ki… Mahkemede, böyle bir durumda, insan kendini çok güçsüz hissediyor, çaresiz hissediyor. Böyle hukuk olur mu diye haykırmak geliyor içinden… Böylece bir duygu tomurcuklanması yaşamaya başladım hapishanede, modern bir dil olarak Kürtçe’yi edebiyatta kullanmak için…’
Sürgüne gitmeseydim
Hapisten kararlı çıkıyor. Mahkûmiyetinin kesinleşeceğini anlayınca da sürgüne, İsveç’e gidiyor.
Şöyle diyor Mehmed Uzun:
‘Eğer sürgüne gitmeseydim, yaratmış olduğum Kürtçe edebiyatı yaratamazdım.’
Sürgünde öteki Kürtlerle, Suriyeli, Iraklı, İranlı, Kafkaslı Kürt yazarlarla temasa geçiyor. Ciğerhun, Osman Sabri, Hasan Hişyar, Ruşen Bedirhan, Nurettin Zaza, İbrahim Ahmet, ‘Kürt milli marşının yazarı’ olarak belirttiği İranlı bir Kürt olan Hejar…
Daha çok 1920′lerde, özellikle Şeyh Said İsyanı sonrasında Türkiye’den Suriye’ye göç etmiş, Latin harfleriyle yazan Kürt edebiyatçılarıyla tanışma, öğrenme dönemi…
Zorluğunu şöyle anlatıyor:
‘Kürtçe roman yazmak, Türkçe ya da Farsça yazmak gibi değil. Çünkü senin dilin yasaklı bir dil. Eğitimden, iletişimden, modern yaşamdan uzaklaşmış bir dil. İğdiş edilmiş bir dil yani. Bu dille zengin, modern bir edebiyat yapmak çok zordu.’
Burada ekliyor:
‘Orhan Pamuk’un böyle bir zorluğu yoktu. Çünkü kendi anadiliyle, Türkçeyle yazıyor. Zengin bir edebiyatı, gelişmiş bir dili var. Kitapları, yazarları, okulları, üniversiteleri, sözlükleri, ansiklopedileri var. Ama ben oturup Kürtçe yazmaya karar verdiğim zaman, bunların hiçbirisi yoktu ki. Hiçbirine sahip değildim. Bütün bunlardan yoksun olarak da zengin bir roman dili geliştirmek çok zordu.’
Duruyor, düşünüyor.
Yutkunarak konuşmaya başlıyor yeniden:
‘Kürtçe roman yazmaya başladığım zaman elimde Musa Anter’in 1960′larda hapiste hazırladığı incecik bir sözlük vardı. Bir de Mehmet Emin Bozarslan’ın sözlüğü, 19. yüzyıldan kalma bir sözlüğün çevirisi… Türkiye’ye gelemiyordum. Daha çok Suriye’ye gidip Kürtlerle, halktan insanlarla, amatör şair, şarkıcılarla, Deng Bejlerle birlikte oluyor, Kürt dilini keşfediyordum. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların Kürtçe isimlerini öğrenip kaydediyordum. Diaspora’da benden önce yapılmış Kürtçe edebi çalışmaları, dergileri, kitapları tarıyordum.’
İğneyle kuyu kazmak!
‘Kahredici bir çalışma, sonunda midene vurdu anlaşılan…’
‘Galiba’ diyor Mehmed Uzun. Odanın bir köşesinde bizi sessizce izleyen Zozan, (Türkçesi yayla) başıyla onaylıyor.
Mehmed Uzun, 1970′lerin 12 Mart’lı yıllarında, Ankara’nın ünlü Mamak Askeri Cezaevi’nde yatar. Türk aydınlarıyla aynı koğuşta geçirdiği o zaman dilimini önemser. Şöyle diyor:
‘Uğur Alacakaptan, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Erdal Öz, Atilla Sarp, Ruhi Koç… Kürtlere açık düşmanlıkları olmayan insanlardı. Onlara çok kitap gelirdi. Onlardan kitap okuma terbiyesi edindim. Uğur Mumcu’ya sonraki yıllarda yardımcı olmuştum, Şeyh Said İsyanı isimli kitabını yazarken…’
Mehmed Uzun itiraf ediyor, 1970′lerde siyaseten çok keskin, radikal olduğunu. ‘O zamanki Türkiye ortamı da insanı keskinleştiriyordu’ diyor. Zaman içinde törpüleniyor. Siyasal çizgiler yumuşuyor.
Bir daha hapse düşmemek için 1970′lerin ikinci yarısında İsveç’e, sürgüne giderken de siyasetle arasına mesafe koymaya karar veriyor.
Dil, kültür, edebiyat…
Siyasetin değil, bunların ağır bastığı bir hayattan yana kullandığı tercihini şöyle gerekçeliyor:
‘Kürtçe yeni bir şeyler yapmak istiyordum, modern bir şeyler… Bunun eksikliğini içimde sürekli hissediyordum.’
Kürt edebiyatında Mehmed Uzun’a kadar geleneksel çizgiler ağır basar. Yerel, taşralı ya da şehirli olmayan bir edebiyat… ‘Kapalı toplumun ürünüydü bu edebiyat’ diyor Mehmed Uzun, ‘Modern değildi. Açık topluma, demokratik, çağdaş topluma, bugüne ait Kürtçe bir roman dili, bir edebi dil yakalamak istiyordum. Bunun için Kürtçe’nin canlandırılması, yenilenmesi ve tabii sevdirilmesi gerekiyordu.’
Birey ve kul!
Romanlarını Türkçe değil, Kürtçe yazmak için ilke kararı alıyor. Denemelerini, makalelerini ise Türkçe yazıyor. İlk Kürtçe romanının adına gelince:
Tû!
Türkçesi Sen…
Peki, neden Sen?
‘Kürtlerde birey mefhumu çok zayıftı. Hep cemaat-kul ilişkisi ağır basıyordu. Siyasal Kürt örgütlerinde de böyleydi. Totaliter çizgiler belirgindi her zaman. İllegalite de sorundu. Bu nedenle insani, entelektüel ilişkiler geri plana itilmişti. Buna karşı çıktım. Bu ilişki yapısını eleştirdim. Onun için Tû, yani Sen koydum ilk Kürtçe romanımın adını, bireyi öne çıkarmak için…’
Bu arada ekliyor:
‘PKK ile ilişkilerimde de pürüzler yaşadım bu yüzden. Bağımsız aydın duruşuna alışık değiller. Mesafe koydum. Düşmanlık içinde olmadım, ama gerektiğinde eleştirel de bakabildim.’
Bağımsız aydınlar!
Bağımsız aydın duruşu…
Bu konuyu çok önemsiyor.
Dedikleri şöyle:
‘Kendi yazarlığımı, bir siyasi propaganda aracı, bir ideolojik araç olarak görmedim. Edebiyatın kendisine özgü kaygıları, kuralları var. Bunlara uymak, bu konuda özen göstermek gerekir. Bu yüzden Kürt siyasetine, örgütlerine dönük mesafemi korumaya çalıştım. Tabii onlara çok uzak, çok tepeden bakarak değil. Tartışma ve diyalog kanallarını da kapamadım. Ben farklı bir şey yapıyordum.’
Hümanist tutum!
Neydi bu farklılık?
Bu sorunun bir yanıtı, Mehmed Uzun’un sık kullandığı bir sözcükte düğümleniyor:
Hümanizm.
‘Kendimden söz etmeyeyim ama…’ diye başlıyor, ‘Hümanist bir tutum içinde olmam lazım diye düşündüm. Kürt dilinin bütün temsilcileriyle, hiç ayrım yapmadan, sağcısıyla solcusuyla, dincisiyle laikiyle, genciyle yaşlısıyla, Iraklısıyla, Suriyeli ya da İranlısıyla, hepsiyle iletişim kurdum.’
Mehmed Uzun bir an susuyor.
Sonra bir cümle daha:
‘Ben sürgün yazarıyım! ‘
Ne demek sürgün yazarı? Dünkü yazımda belirttiğim o cümlesi aklıma takılıyor ve yine içimi acıtıyor:
‘Sürgünden söz etmek hep zordur; söz gırtlakta kalır çünkü…’
Sürgün, bir yerde çokkültürlülük demek. Birden çok dille, kültür ortamıyla içiçe yaşamak mecburiyeti demek. Kürtçeydi, Türkçeydi, İsveççeydi derken, insanın kendi kişiliğinde hissetmeye başladığı parçalanmışlık, bölünmüşlük duygusu demek…
Mehmed Uzun’un yorumu şöyle:
‘Ama unutma, bu çokkültürlülüğü bir güç haline getirmek de mümkün…’
Pamuk’a yapılanlar
Mehmed Uzun, Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü’nden dolayı Türkiye’de yapılanları kınıyor. Bunları ‘kışla kültürü’nün bir ürünü sayıyor. ‘Bir aydın, neden resmi ideolojinin doğrularıyla davransın ki? ‘ dedikten sonra şunları ekliyor:
‘Çin hariç hiçbir ülkede Orhan’a yapılanlar yapılmadı. Jose Saramago, Portekiz’de düzen karşıtı ve komünist bir edebiyatçıydı. İspanya’da yaşadı bu yüzden. Ama Nobel’i alınca Portekiz’de de yüceltildi, cumhurbaşkanına kadar herkes kutladı. Macar Yahudisi İmre Kertesz de Macaristan’da değil, Berlin’de yaşadı, ülkesindeki düzeni eleştirdi. Fakat edebiyatta Nobel’i alınca, Macaristan da kendisini bağrına bastı. Harold Pinter, Günter Grass, onlar da kendi ülkelerinin, İngiltere’nin, Almanya’nın geçmişini, düzenini sorgulayan radikallerdi. Nobel’i aldılar ama Orhan Pamuk’un karşılaştığı gayri medeni davranışları yaşamadılar kendi ülkelerinde. Orhan’a yapılanlar, bir tek Çin’de Gao Ziyang’a yapıldı. Ruhlar Dağı’nın yazarı Ziyang, biliyorsun, Mao Çini’nde, Kültür Devrimi sırasında kitapları yakılmış, Paris’e kaçmak zorunda kalmıştı. Nobel’i alınca, Çin Komünist Partisi Gao Ziyang’ı neredeyse vatan haini ilan etti.’
Şöyle devam etti:
‘Maalesef Orhan Pamuk’a uygarca davranılmadı, sürekli pompalanan milliyetçilik yüzünden…’
Ve noktayı şöyle koydu:
‘Resmi ideoloji, Türkiye’ye giydirilmiş bir deli gömleğidir. Türkiye gerçekten modern olmak istiyorsa, bu taşralılıktan kurtulması gerekir.’
Yarınki üçüncü Mehmed Uzun yazısında Kürt sorunu, ateşkes, Başbakan Erdoğan, Mehmet Ağar ve Diyarbakır izlenimleri yer alacak.
Devlet kucaklayıcı olursa dağdan inerler
Modern Kürt edebiyatının temsilcilerinden Uzun, ‘Ateşkesi önemsiyorum’ dedi ve ekledi: Bölge insanı da şiddeti istemiyor. Devlet biraz kucaklayıcı olursa çok şey değişebilir, PKK dağdan iner…
Mehmed Uzun, modern Kürt edebiyatının dünyadaki en büyük ismi, silah ve şiddetle arasına mesafe koymuş bir barış insanı…
Kanserle boğuşmak ve şifa bulmak için geçen yaz geldiği Diyarbakır’da barış güvercini olmuş. Diyarbakır onu bağrına basarken, o da barışın odak noktası olmuş bölgede. Bugüne kadar bir araya gelemeyenleri, farklı siyasetlerin ayırdığı Kürt aydınlarını buluşturmuş, barıştırmış…
“Yıllar öncesi ben de çok keskindim siyaseten” diyor Mehmed Uzun, “Türkiye’nin ortamı insanı çok keskinleştiriyordu çünkü…”
Evet öyle.
Çoğumuz için geçerli bu durum. Yıllar köşeleri törpülüyor. Yumuşatıyor insanı. Kim bilir, belki de acıların olgunlaştırıcı etkisi…
Ama bu demek değil ki demokrasiydi, barıştı, insan haklarıydı, adalet ve özgürlüktü gibi ideallerinden vazgeçiyorsun.
Hayır, vazgeçmiyorsun.
Ağzından sözcükler tane tane dökülen, yumuşacık konuşan Mehmed Uzun’u dinlerken bir yandan yine düşünüyorum:
“Acı olgunlaştırıyor!”
PKK da değişiyor!
Barışa ulaşmak, ama nasıl?
Şöyle yanıtlıyor Mehmed Uzun:
“PKK da değişmeye başladı. Eskisi gibi değil. Şiddetle Kürt sorununu çözmenin mümkün olmadığı gittikçe daha çok anlaşılıyor. Devlet de şiddet kullanarak bu sorunu ortadan kaldıramaz. Kaldırabilmiş olsa seksen yıldır kaldırırdı.”
‘Ateşkes’e sözü getiriyor:
“Türkiye bir dönüm noktasında. Ateşkesi önemsiyorum. Bölge insanı da şiddeti kesinlikle istemiyor, bıkmış durumda… Bölgeyi şiddetten arındırmak zorundayız. Bir iki adım atılsa, adına ister af deyin, ister demeyin, bir şeyler yapılsa dağdan inecekler, silah da bırakacaklar. Devlet biraz kucaklayıcı olursa çok şey değişebilir. Bunu görüyorum, hissediyorum.”
Ne yapmalı?
Mehmed Uzun’un kısa yanıtı:
“Kürt dilinin, Kürt kimliğinin önündeki engelleri kaldırmak… Kürtün kendini Kürt olarak daha rahat ifade edebilmesi… Göçün, işsizliğin acılarını sarmak… Kürtlerin sivil siyasete, demokratik siyasete daha çok katılımlarını sağlamak… Bakın, yüzde 10 barajıyla olmuyor. 2 milyon oy boşa gidiyor. Kürtler dışlandıklarını, parlamentoda temsil edilmediklerini söylüyorlar ki, bu konuda son derece haklılar. Bu dışlanmışlığa da son vermek lazım.”
Uzun lafın kısası:
Mehmed Uzun artık silah sesi duymak istemiyor!
Diyarbakır’da öyle dolaşırken, sokakta rasgele bir vatandaşa soruyorum:
“Ortalık nasıl, sükûnet mi?”
“Evet Beyim, sakin. İnşallah bozulmaz. Millet huzur istiyor.”
Millet huzur istiyor!
Burası kesin.
Mehmed Uzun’u dinlerken bir kez daha düşündüm. Çekilen sıkıntı ve acılar, bu dünyada güzeli yakalamanın faturası oluyor. İnsan hayatında da, toplum yaşamında da öyle. Anlaşılan o faturayı ödemeden barış da gelemiyor, demokrasi de, hukuk da.
Bakın Avrupa’ya.
Refahı, barışı yakalamak için geçen yüzyılda ne savaşlar, ne ihtilaller, ne ana baba günleri yaşandı Avrupa’da. Oluk gibi kan aktı. Bütün bu bedeller ödendikten, bütün bu korkunç kopuşlar yaşandıktan sonradır ki, Avrupa Birliği gibi tarihin en büyük barış projesi tarih sahnesine çıkabildi, gerçekleşme yoluna girdi.
Tarih maalesef kanla yazıldı.
Ama acılar da olgunlaştırdı!
İnsanları da, toplumları da…
Barışın, demokrasinin, refahın yolu ancak böyle açıldı. Yaşamak için ille de acı çekilmeyecek zamanlar ancak böyle yakalandı.
Büyük bedeller ödenerek!
Bunu kendi yaşamından en iyi bilenlerin başında hiç kuşkusuz Mehmed Uzun gelir. Kanser olanca acısıyla midesine vurdu ama Uzun’un sözü öylesine değer kazandı ki, bu topraklarda da barış ve kardeşliğin kıymeti böylece daha çok anlaşıldı.
İyi pazarlar sevgili kardeşim, sana da, Zozan’a da…
Hasan Cemal
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.